wiki

CÂMİ

880CÂMİ; Aim. Moschee (f), Fr. Mosquee, İng. Mosque. Müslümanların ibâdet yeri. İbâdet yapmak için toplanılan yerlere “mâbed” veya “ibâdethâne” denir. Müslümanların mâbedine “mescit” ve “câmi”; Ya- hûdîlerinkine “sinagog” ve “havra”; Hıristiyanların mâbedine de “kilise” denir. Lügattacâmi; toplayan,toplayıcı demektir. Müslümanların ibâdet yapmak için toplandıkları yer câmilerdir. Câmiler, İslâmiyetin İcaplarını, emir ve yasaklarını öğretmek ve bunlara uyulmasını sağlamak için kullanılır. Câmide berâ- berce yapılan ibâdet, yalnız başına yapılandan daha kıymetli ve daha sevaptır. Türkiye’de görülen câmiler genellikle büyük bir alanda yapılmışlardır. Osmanlılar zamânmda yapılan câmiler üç ana bölümden meydana gelmiştir. Bu üç ana bölüm; 1) Dış avlu, 2) İç avlu, 3) Câminin içi, namaz kılınan kısmı (kubbe altı veya sahın)dır. 1. Dış avlu: İç avlu ve şahını çevreler. Etrâfı pencereler açılmış taş duvarlarla çevrilmiş ve pencerelerine demir parmaklıklar takılmıştır. Bu avluya girişi sağlamak için çeşitli yerlerine kapılar açılmıştır. Bu dış avlular Selâtin Câmilerinde, yâni pâdişâhların yaptırdığı câmilerde çok büyük olup, zemini topraktır ve üzerinde kaldırım döşeli ince yollar vardır. Hem gölge yapmak hem de binâya güzellik kazandırmak için bâzı yerlerine ağaçlar dikilmiştir. Dış avluda türbelerin, mezarların bulunduğu yer vardır ki, buraya “hazîre” denilir. 2. İç avlu: Câmi binâsına bitişik ve kıblenin ters yönüne gelen tabanı mermer döşeli ve etrâfı pencereli yüksek duvarlarla çevrili kısımdır. Bu avlunun iç tarafında sütunlu revaklar vardır. Revakın iki sütun arasında kalan her bölümünde demir parmaklık takılmış, genellikle ahşap kapakları bulunan pencereler açılmıştır. Revakın bulunduğu kısım, iç avluyu dört tarafından çepeçevre dolaşır ve yüksekçe bir seki şeklinde olup zeminden yüksektir. Câmi ile birleşen taraftaki kısmına ise, son cemâat yeri denir. İç avlunun ortasında cemâatin abdest alması için yapılmış bir şadırvan bulunur. İç avlunun ekseni ile, câmi içinin ekseni aynı istikâmette olur. Mihraptan geçen bu eksenin iç avlu duvarında bir kapı bulunur. Bu kapıya “cümle kapısı” denir. Bundan başka iç avlunun sağ ve sol yanlarında esas mekâna yakın kısımlarında da birer kapı vardır. Bunlara da “koltuk kapı” denir. Revakın, câmi binâsına bitişik olan kısmının
ortasında büyük bir kapı bulunur. Bu kapıdan câminin içine girilir. Bu kapının bulunduğu câmi duvarının iç avluya bakan yüzünde, kapının sağında ve solunda birer mihrap vardır ki, son cemâat yerinde namaz kılanların kullanması için düşünülmüştür. Yine bu duvar üzerinde dışarıya taşkın balkon şeklinde mahfiller vardır. Bunlara “Mükebbire” denir. Son cemâat yeri: Şahın ile iç avlu arasında olan ve câminin şahın kısmından bir duvarla ayrılmış bulunan üstü tonoz veya küçük kubbelerle örtülü, câminin eninde revaklı uzun yerdir ki, câmi dolduğu vakit sonradan gelenler veya namaz vaktine geç kalanlar burada saflar teşkil ederek namaz kılarlar. Son cemâat yeri zeminden yüksekçe olur. Bâzan câminin içinde de son cemâat yeri olabilir. Şadırvan: Üstü çadır şeklinde bir dam veya bir ahşap kubbe ile örtülü yüksek mermer bir havuz olup, içinde bir fıskiyeden veya lüleden akan sular toplanarak dış tarafında sıra ile takılmış musluklardan akar. Câminin iç avlusunda cemâatin abdest alması için yapılmıştır. Câminin mîmârî üslûbuna uygun olarak yapılmışlardır. Şadırvanların damları direkler veya sütunlar üzerine tutturulmuş olup ileriye taşkın saçakları olur. Musluklarının önünde sıralanmış tahtadan sâbit oturacak sıralar ve ayak koyacak taşlar yer alır. Musluktan akan suyun, sıçramaması için derin olarak yapılmış yalaklan bulunur. Bâzı şadırvanlarda kuşların suyu kirletmemesi için hazne denilen yüksek havuzun üstü tel kafesle örtülmüştür. Şadırvanlar genellikle yuvarlak veya çok köşeli olduğu gibi kare veya dikdörtgen şeklinde olanları da vardır. Mükebbire: (Me’zene) Ezan okunacak veya tekbir getirilecek yer mânâsına gelir. Câminin son cemâat yerinde namaz kılanlara, içerideki imâ
mın tekbirlerini tekrar ederek cemâatin birlikte namaz kılabilmesini sağlamak için yüksekçe bir pencere içine ve dışarıya taşkın olarak inşâ edilmiş balkon şeklinde çıkmadır ki, son cemâat müezzini imâmın tekbirlerini buradan tekrar ederek dı- şardaki duymayan cemâate bildirir. 3. Câminin içi, kubbe altı veya şahın: Câ- • miler, binâ olarak Mekke’ye, yâni Kâbe istikâmetine yöneltilmiştir. Üstü büyük kubbe ile örtülü olan mekâna “kubbe altı” veya “merkez sahm” denir. Merkez şahının köşesinde, Kur’ân-ı kerîm okumak için biraz yüksekçe olarak yapılmış yerlere ise “sofa” adı verilir. Büyük kubbe, mîmârî duruma ve büyüklüğüne bağlı olarak pâye ve sütunlar üzerine oturur. Sahınların zemini mermer döşelidir. Buralarda namaz kılınacağı için üzerine halı serilir. Bâzı yan sahınlann yanlannda kapılar vardır. Cemâat dış avludan câminin içine bu kapılardan direk olarak girebilir. Bâzı büyük câmilerde yaz sahmları üzerinde fevkaniye ve tabaka diye tâbir edilen ikinci bir kat daha bulunur. Bu tabakaların padişahlara ayrılmış ve dışarıdan ayrı bir kapı ve merdivenle çıkılan kısımlarına “hünkâr mahfili” denir. İlk Osmanlı câmilerinde merkezî şahının ortasında genellikle bir havuz bulunur, ya bu havuzun üstünde veya merkez şahının herhangi bir yerinde yüksekçe bir mahfil yer alır. Bu mahfil müezzinlerin kullanmaları içindir. Bu sebepten dolayı “müezzin mahfili” denilir. Merkezî şahmın kıble yönündeki duvarının tam ortasında hücre şeklinde bir kısım bulunur. Bu hücre imâmın namaz kıldırırken bulunacağı yerdir ki, buna mihrap denir. Mihrabın sağ tarafından merdivenlerle çıkılan, taştan veya ahşaptan yapılmış yüksek yere ise minber ismi verilir. Bundan başka câminin içinde vâizlerin vâz verirken üzerine oturmaları için yapılmış yüksek kısımlara da kürsü denir. Bütün bu kısımlar esas vazîfelerin dışında, üzerleri çok güzel şekilde süslenmiştir. Üst kat pencereleri genellikle sâde ise de, vitray denilen renkli camlardan yapılmış pencereler de vardır. Câminin içinin aydınlatılması için duvarlarına ve çeşitli yerlerine sıralar hâlinde pencereler açılmıştır. Alt kat pencerelerde ahşap kapaklar bulunur. Bu kapakların üzerleri çok güzel şekilde süslenmiştir. Üst kat pencerelerin sâde olanları bulunmakla birlikte vitray denilen renkli camlardan yapılmış olanları da vardır. Mihrap: Câmi, mescit ve namazgâhlarda kıble istikâmetini gösteren ve imâmın cemâat önünde durarak namaz kıldırdığı yere denir. Mihraplar umûmiyetle oyuk bir hücre şeklinde yapılırlar. Namazgâhlarda bu mihrap yeri dikili bir taşla gösterilir. Genellikle mermerden yapılmalarına rağmen çok az sayıda ahşap mihrap da vardır. Ayrıca çini levhalarla kaplanmış mihraplara da çoğu câmi- lerde rastlamak mümkündür. Mihraplar, câminin mîmârî durumuna uygun olarak sâde veya süslü olarak yapılırlar. Minber: Câmilerde üzerine hatibin çıkıp hutbe okunmasına mahsus merdivenli yüksek kürsü. Peygamber efendimiz Medine’deki mescitte Eshâbına hitâb ettikleri zaman uzun müddet ayakta dururdu. Bunu gören Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanması için bir hurma ağacı dikmişlerdir. Sonradan ılgın ağacından her kademesi birer fâsılalı ve iki karış kadar enli üç kademeli bir minber yapılmış ve Peygamber efendimiz hutbelerini bu yüksekçe mevkide okumuştur. Bu minber üç veya dört ayaklı olup arkasında dayanmak için üç sütunu olduğu ve Peygamberimizin üçüncü kademede oturup ayaklarını ikinci kademeye dayadıkları rivâyet edilir. O vakitten beri câmilerde hutbe için daha çok kademeli taştan veya ahşaptan minberler yapılmıştır. Önde perde ile örtülü bir kapısı veya külah ile örtülü düz bir sahanlığı olan bu minber
ler, mihrâbın sağma inşâ edilmişlerdir. Gâyet güzel oymalar ve şebekeli parmaklıklarla süslenmiş olan bu minberler, câminin en önemli kısmını teşkil eder. Kürsü: Câmilerde, vâiz ve ders vereceklerin oturmasına mahsus, üstüne birkaç basamaklı bir merdivenle çıkılan seyyâr veyâ sâbit sedir. Bunların üstü oymalarla süslü, ağaçtan taht gibi yapılmış olan yerlerine bir minder konulur. Önlerinde kitap koymaya mahsus rahleler vardır. Bunlar genellikle tahtadan oymalı ve sedefli olarak gâyet süslü yapılırlar. Bâzı câmilerde mermerden yapılmış olanları da vardır. Câmilerin başlıca eş- yâsından birini meydana getirir ve her câmide bir iki tâne bulunur. Câmilerde bulunan bu kürsülere vâz kürsüsü denir. Minâre: Câminin bitişiğinde, ezan okumak ve ezanı civara duyurmak için ince bir kule şeklinde bir veya birkaç şerefesi bulunan yüksek yapı. Yeni minâreler genellikle taştan yapıldıkları gibi tuğladan ve ahşaptan yapılanları da vardır. Ezan okumak ve uzaklara kadar duyurabilmek için câmiye ilk minâreyi Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled yaptırmıştır. Mesleme’nin (radıyallahü anh) kardeşi Şerahbil bin Amr tarafından da minârede ilk ezan okunmuştur. O zamâna kadar ezan, mescitlerde yüksekçe bir yerden okunurdu. Bundan sonra yapılan câmilere en az bir minâre ilâve etmek âdet oldu. Bu sebepten minâre, İslâm mîmârîsinde önem kazandı. Bu sebeple her millet kendi mîmârî üslûbuna uygun çeşitli şekillerde minâreler inşâ etmişlerdir. Minâre, en gelişmiş ve en uygun şekline Osmanlı devrinde ulaştı ve bunda Mimar Sinan’ın büyük rolü oldu. Zâten Sinan’la OsmanlI’nın 16. yüzyılda mimarî sanatı en yüksek dereceye varmıştır. Minâre en alt kısmından başlamak üzere şu kısımlardan meydana gelir: Kürsü, pabuç, gövde, şerefe, petek, külâh ve alem. Minârenin içindeki merdivenle şerefeye çıkılır. İlk câmiler: Yeryüzünde yapılan ilk ibâdet yeri, Mekke şehrinde bulunan Kâbe’dir. Buraya “Mescid-i Haram” da denir. Allahü teâlânın “benim evim” buyurduğu Kâbe’ye “Beytullah=Allah’ın evi” denir. Bunun gibi, câmilere de “Beytullah” denir. Böyle söylemek, câmilerin kıymetlerinin, şereflerinin çok yüksek olduğunu bildirmek içindir. Kâbe ilk defâ hazret-i Adem tarafından yapılmıştı. Nûh aleyhisselâm tûfânında yıkıldı. Böylece Kâbe’nin yeri, hazret-i Nûh’dan hazret-i İbrâhim’e kadar boş durdu. Bugünkü Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâm oğlu hazret-i İsmâil ile birlikte binâ etmiştir. Zamanla çeşitli târihlerde tâmir edilmiştir. Müslümanların önemli mâbedi olan “Mescid- i Aksâ” hazret-i Süleymân’ın hükümdârlığı zamânmda M. Ö. 965-926 yıllarında onun tarafından Fi- nikeli mîmârlara yaptırılmıştır. Yapımı 7 sene sürmüştü. Çok muhteşem bir şekilde inşâ ettirilen Mescid-i Aksâ, Kudüs’ü zapteden Buhtunnasar tarafından yaktırıldı. Daha sonra Sultan Keyhüs- rev tarafından tâmir ettirildi. 70 senesinde Romalılar yaktı ise de binâ yeniden tâmir edildi. Binâ- nın arsası Kudüs Müslümanlarının eline geçince, yeni bir İslâm mâbedi yapmak için kullanıldı. Altıncı Emevî halîfesi olan Velîd bin Abdülmelik, 715 senelerinde buraya, yine “Mescid-i Aksâ” denilen câmiyi yaptırdı. Müslümanlar için değeri çok yüksek olan câ- milerden biri de, Medine’deki “Mescid-i Nebî”dir. Medîne-i münevvere’nin en büyük câmisidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne’ye hicret ettiği zaman, devesinin ilk çöktüğü yerde inşâ edilmiştir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne’de önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde 7 ay misâfir kaldı. Hazret-i Ebû Bekir’den ödünç aldığı 10 altın ile bu arsayı satın alıp, düzelttiler. Hicretin ikinci senesinin Safer ayında mescit tamam oldu. Üzeri hurma dal ve yapraklarıyle örtüldü. Üç kapısı vardı. Mihrâbı, şimdiki Bâb-ı Tevessül yerindeydi. Şimdi mihrâbın yerinde olan kapısından cemâat girer çıkardı. Temelin derinliği ve duvarların kalınlığı iki buçuk metre (üç arşın) idi. Temeli taşdan, duvarları kerpiçtendi. Eni boyu yaklaşık sekiz buçuk metre (10 arşın), yüksekliği de yaklaşık 6 metre (7 arşın) idi. Medîne’deyken, Peygamberimiz vefât edinceye kadar, bütün namazlarını hep bu câmide cemâatla kıldı. Bu mescit, daha sonraları büyük tâ-‘ mirâtlar yapılarak genişletildi. Şimdiki şekline ve ebadına yakın olarak inşâsı Emevî Halîfesi Velîd bin Abdülmelik zamânına rastlar. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı kirâm zamânmda daha birçok câmiler yapılmıştır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’den Medîne’ye hicret ederken, önce Kubâ köyüne uğradı. Burada 10 günden fazla kaldı. Kubâ Mescidi denilen câmiyi yaptırdı. İlk Cumâ na
Edirne Selimiye Câmiinde câminin ortaya yakın bir yerinde bulunan müezzin mahfili.
mazının kılındığı câmi, Ranuna Vâdisindeki “Mescid-i Cumâ”dır. Mescid-i Fadîh, Mescid-i benî Kureyzâ, Mescid-i Ümm-i İbrâhim, Mescid-i Benî Zafer, Mescid-üI-İcâbe, Mescid-ül-Fetih, Mes- cid-ül-Kıbleteyn, Mescid-i Zühâbe, Mescid-i Ce- bel-i Ayniyye, Mescid-ül-Bakî vs. bunlardan baş- lıcalarıydı. Mescid-i Dırâr, Kubâ köyünde bulunan münâfıklardan ileri gelenleri tarafından, kötü maksatla yaptırılan toplantı yeridir. Resûlullah efendimiz burada namaz kılmamış ve yıktırmıştır. Yeri belli değildir. Meşhur câmiler: İslâm devletlerinden başta Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere, Müslümanların oturmakta olduğu bütün şehir ve beldeleri, baştan başa câmilerle süslemişlerdir. Câmi inşâsı başlı başına bir mîmârî tarz vücuda getirmiştir. Bunların bir kısmı çeşitli harplerde, yangın ve sel felâketlerinde yıkılmasına rağmen, hâlâ pek çoğu ayakta durmaktadır. Hele Osmanlılar Bursa, Edirne ve İstanbul gibi pâyitaht şehirlerinde sayılamayacak kadar câmiler yaptırmıştır. Edirne’de Selîmiye, Bursa’da Kebîr (Ulucâmi), İstanbul’da Bâyezîd, Süleymâniye, Fatih, Sultan Ahmed vs. câmileri en büyükleri ve en muhteşemleridir. Bundan başka dünyânın çeşitli yerlerinde bulunan başlıca meşhur câmilerden bir kısmı şunlardır: Câmi-i Emevî, Cezâyir Paşa Câmii, Samarra Câmii, Kuba Mescidi, Fustat, Amr Câmii, Kahire Ibni Tulun Câmii, Kayravan Sidi Ukba Câmii, Is- fehan Câmii, Kâhire Kayıtbay Câmii, Buhara Kahyan Câmii, Semerkand Şîrdâr Câmii, Lahor Bed- şâhî Camii, Kurtuba Câmiidir. Câmi âdâbı: Câmiye hürmet onun kıymetini anlamakla olur. Müslümanların toplandığı ibâdet yeri olan câmiye abdestsiz girilmez. Herkesi rahatsız eden kokan elbise ile içerde bulunmak uygun değildir. Câmilere necâset, yâni pislik sokulmaz, yol hâline getirilip geçilmez. Pislik bulaştıracak deli ve küçük çocuk câmiye sokulmaz. Câmilerde pazar kurmak, yüksek sesle konuşmak, nutuk söylemek, konferans vermek uygun değildir. Câmilerde sarkıntılık ederek dilenilemeyeceği gibi böyle birine sadaka da verilmez. Misâfir olanın hâricindeki kimseler câmide yemek yiyemezler. Câmide alış veriş yapılmaz.
CANDAROĞULLARI; on üçüncü asırda Kastamonu, Sinop ve çevresinde kurulan bir beylik. Aslen Türkmen bir âiledendirler. Beyliğin kurucusu ise Şemseddin Yaman Candar’dır. On üçüncü asrm sonlarında Selçuklu hüküm- dârı İkinci İzzeddîn Keykavus’un oğlu İkinci Gı- yâseddîn Mes’ûd’un birinci hükümdarlığı zamâ- mnda (1293-1298), bunun kardeşlerinden olup memleket dışında bulunmakta olan Rükneddîn
Kılıç Arslan bir gemi ile Kırım’dan gelerek Si- nop’a çıkmış ve oradan da Kastamonu’ya gelmiş ve vâli tarafından hüsn-i kabul görmüştü (1291). Bu târihlerde Kastamonu vâliliğinde Emir Çoban’ın oğlu Muzafferüddîn Yavlak Arslan bulunuyordu. Kılıç Arslan, Yavlak Arslan’ı kendisine atabeğ yaparak hümükdârlığını ilân etti ve Moğollarla birlikte üzerine gelmekte olan kardeşi Mes’ûd’un kuvvetlerini dağıttı ise de, Mes’ûd’a yardıma gelmekte olan Şemseddîn Yaman Candar karşısında bozguna uğraddar. Yavlak Arslan maktûl düştü. Bu durum üzerine Yavlak Arslan’m ıktaı (karşılığında asker beslemek şartıyla istifâdesine verilen toprak) Kastamonu ve havalisi, İlhan Geyhatu tarafından Şemseddîn Yaman Candar’a verildi. Şemseddîn Yaman’m hangi târihte vefât ettiği ve nereye defnedildiği belli değildir. En yakın ihtimâl vefâtınm 14. yüzyıl başlarında olmasıdır. Şemseddîn Yaman Candar’m ölümü üzerine Kastamonu’nun eski sâhibi Yavlak Arslan’m oğlu Hüsâmeddin Mahmud Bey, derhal harekete geçerek Kastamonu’yu işgâl ettiğinden, Şemseddîn Yaman Candar’m oğlu Süleymân Paşa, Eflâni tarafına çekilerek orada oturmaya mecbur olmuştu. Süleymân Paşa 1309’da Eflâni’den kalkarak âniden Kastamonu üzerine baskın yapmış, Mahmud Beyi sarayında muhâsara ederek, yakalayıp öldürdükten sonra burasını beyliğine merkez yapmıştır. Süleymân Paşa 1335 yılına kadar İlhanlılarm hâkimiyetini tanıdı. İlhanlı hükümdârı Ebû Saîd Bahâdır Hanın ölümünden sonraki beş yılda ise müstakil olarak hükümet sürdü. Anadolu’da İlha- nîlerin nüfûzu sarsılmaya başladığı sırada Süleymân Paşa tedbirli hareket ederek İlhanîlerin vezî- ri Emir Çoban Anadolu’ya geldiği zaman onu karşılamış ve sadâkatini arz eylemiş bu halden istifâde ile de hudûdunu genişletmeye muvaffak olmuştu. Süleymân Paşa, Pervâneoğullarmdan Gâzi Çelebi zamânmda Sinop’u kendi hâkimiyeti altına âldı ve Gâzi Çelebi’nin 1322’de vefâtmdan sonra burasını doğrudan doğruya ilhâk ederek idâresini büyük oğlu Giyâsüddîn İbrâhim Beye verdi. Bu arada Taraklı ve Safranbolu’yu da beyliğine katan Süleymân Paşa kendi adına para da bastırdı. Süleymân Paşanın 1339’da küçük oğlunu kendine veliaht yapmasını bahâne eden büyük oğlu İbrâhim, babasına isyân ederek Kastamonu’yu zapt ile hükümdâr oldu. Süleymân Paşanın nasıl vefât ettiği ve veliaht Çoban’ın âkibeti mâlûm değildir. İbn- i Battûta Süleymân Paşanın 70 yaşında olduğunu beyân ettiğine göre, ölümünde 80 yaşında olması muhtemeldir. İbn-i Battûta Süleymân Paşayı uzun sakallı, güler yüzlü, vakûr ve heybetli olarak tavsif etmektedir. İbrâhim Beyin hükümeti uzun sürmedi ve 1345’te vefât etti. Yerine amcası Emir Yâkub’un oğlu Âdil Bey geçti. Zamânı hakkında fazla mâlû- mât bulunmayan Âdil Bey, 1361 yılında ölünce, yerine Osmanlı târihlerinde Kötürüm Bâyezîd diye anılan oğlu Celâleddîn Bâyezîd hükümdar oldu. Bâyezîd Bey, sert, haşin ve acımasız bir zâd idi. O, kendisinden sonra oğlu İskender’i hükümdar yapmak istiyordu. Diğer oğlu Süleymân Paşa bundan dolayı kardeşi İskender’i öldürüp, Osmanlı hiikümdârı Murad Hüdâvendigâr’ın yanına kaçarak onu babası aleyhine tahrik etti, ikinci Süleymân Paşa, Osmanlı kuvvetleri ile Kastamonu’ya gelerek babasını Sinop’a kaçırmış ve bu sûretle Beylik ikiye bölünüp Süleymân Paşa Kastamonu Beyi olmuştur. Daha sonra Bâyezîd Bey, oğlunun, OsmanlIlarla arasının açılmasından istifâde ederek Kastamonu’ya hücum ile Süleyman’ı kaçırdı ise de, Süleymân Paşa OsmanlIların yardımı ile burasını yeniden ele geçirdi (1384). Bu son seferinde hastalanan Celâleddîn Bâyezîd Bey, 1385’te vefât ederek Sinop’taki türbesine defnedildi. Yerine, Sinop Şûbesi hükümdârı olarak, oğullarından İs- fendiyâr Bey geçti. Bunun hükümdârlığı uzun sürdüğü için Candar Beyleri Osmanlı târihlerinde İs- fendiyaroğulları diye zikredilmiştir. OsmanlIların himâyesinde Kastamonu Beyi olan Süleymân Paşa, Birinci Kosova Muhârebe- sinde, yardımcı asker yolladığı gibi, Yıldırım Bâyezîd’in Batı Anadolu beyleri üzerine yaptığı se
CANDAROĞULLARI
ferde de kuvvet vermişti. Ancak beyliklerin ortadan kalkmasının sırası kendisine geleceğini hisseden Süleymân Paşa, OsmanlIlardan yüz çevirerek Sivas hükümdârı Kâdı Burhâneddîn ile ittifak etmiş ve bu sûretle iki defâ Yıldırım Bâyezîd’in elinden kurtulmaya muvaffak olmuştur. Nihâyet 1392 yılında sür’atle Kastamonu’ya gelen Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn ile birleşmelerine meydan vermeden Candaroğulları kuvvetlerini bozguna uğrattı. Süleymân Paşa öldürüldü. Böylece Candar Beyliğinin Kastamonu şûbesi OsmanlIların eline geçti. Sinop tarafına taarruz etmeyen Bâyezîd, İsfendiyar Bey ile anlaşarak Kıvrım yolunu hudut kesti. Ankara Muhârebesinden sonra, Menteşeoğlu Mehmed Beyle berâber Tîmûr’a tâzimlerini arz eden İzzeddîn İsfendiyâr Beye, Kastamonu da dâhil olmak üzere, bütün Candar Beyliği devredildi. İsfendiyar Bey, Fetret Devrinde Isâ ve Mûsâ Çelebilere mümkün olduğu kadar yardımda bulundu. 1413 yılında ise Osmanlı tahtında hâkimiyeti ele geçiren Çelebi Mehmed’in Eflak üzerine yaptığı seferlerde kendisinden yardım isteğine karşılık oğlu Kâsım Bey kumandasında asker göndermekle mukâbelede bulundu. İsfendiyâr Bey, emri altındaki bölgelerden, Çankırı, Kalecik ve Tosya’yı en çok sevdiği oğlu Hızır Beye vermek istedi. Babasının bu icrâatına gücenen büyük oğlu Kasım Bey Eflak seferinden dönüşte Kastamonu’ya.gelmedi ve bu yerlerin OsmanlI himâyesinde bulunmak şartıyla kendisine terk edilmesini istedi. Çelebi Mehmed, Kasım Beyin bu arzusunu muvâfık bularak harekete geçti. Ancak İsfendiyar Beyin red cevâbı karşısında, Kastamonu üzerine yürüyen Çelebi Mehmed, onu Sinop’a çekilmeye mecbûr etti. Nihâyet Kastamonu ve Küre Candaroğullarında kalmak şartıyla diğer bölgeler Osmanlılara terk edildi. Onlar da bu bölgeleri kendileri adına Kâsım Beye verdiler. İki beylik arasında uzun bir süre devâm eden iyi ilişkiler, Çelebi Mehmed’in ölümü ve Osmanlı Devletindeki iç karışıklıktan istifâde etmek isteyen İsfendiyâr Beyin, oğlu Kâsım Beye taarruzu ile bozuldu. Kâsım Beyin elinden eski bölgelerini alan İsfendiyar Bey, daha sonra Osmanlılara âit Safranbolu’yu muhâsara ettiyse de, muhârebede mağlûb olarak yaralı hâlde Sinop’a kaçtı. Osmanlı kuvvetleri bakır mâdeni ile meşhûr Küre’yi zabtettiler. Bu durum üzerine İsfendiyar Bey, torununu (İbrahim Beyin kızını) İkinci Murâd’a vermek ve Bakır Küresi hâsılâtının bir kısmını Osmanlılara terk ve lü- zûmu hâlinde asker göndermek, bir de Kâsım Beyin yerlerini iâde etmek sûretiyle sulh teklif ederek bu şartlarla anlaşma imzâlandı (1424). İsfendiyar Bey, yaşı yetmişi geçmiş olduğu hâlde 1440 yılında vefât etti ve Sinop’daki türbesine defnedildi. Yerine oğlu Tâceddîn İbrâhim Bey geçti ise de, üç buçuk yd kadar bir saltanat sürdü. 1443 Mayısı sonunda öldü. İbrâhim Beyin yerine büyük oğlu Kemâleddîn İsmâil Bey geçti. İsmâil Beye kardeşi Kızıl Ahmed Bey muhâlefet ederek, OsmanlIların yanına gitti. Osmanlılar, Ahmed Beyin teşvikiyle Mahmud Paşa komutasında Kastamonu üzerine asker sevk ettiler. İsmâil Bey Sinop’a kaçarak müdâfaa hareketine girişti. Müdâfaadan bir netîce elde edemi- yeceğini anlayınca da hayâtına ve çocuklarına dokunulmayacağına dâir teminat alarak kaleyi teslim eyledi (1461). Fâtih Sultan Mehmed, Sinop önünde orduya iltihak ederek, İsmâil Beyle görüştü ve ona akran muâmelesi yaptı. Otağının kapısrnda karşıladı. İsmâil Bey el öpmek istediyse de, Fâtih Sultan Mehmed kardeşim hitâbıyla boynuna sarılarak öptü. Osmanlı pâdişâhı, İsmâil Beye başlangıçta İnegöl, Yenişehir ve Yarhisar taraflarını ve oğlu Haşan Beye de Bolu sancağım vermişti. Fakat İsmâil Bey kendisine Rumeli’de bir yer verilmesini ricâ edince Filibe’ye nakledildi. Hükümdârlığında olduğu gibi Filibe’de de hayırlı vakıflar yaptı. 1479 târihinde orada vefât etti. İsmâil Beyin yerine hükümdar olan Kızıl Ahmed Beyin saltanatı ise iki üç ay sürmüş ve beylik tamâmiyle Osmanlıların eline geçmiştir. Candaroğulları, Birinci Süleymân Paşadan beyliğin son bulmasına kadar yaklaşık yüz altmış sene devâm eden saltanatları zamânmda, ilmî ve sosyal müesseselerle memleketlerini îmâr etmişlerdir. Ayrıca ilim ve sanat adamlarını himâye ile kendi adlarına ithâf edilen pekçok Türkçe eser yazdırmışlar, bu sûretle Türkçenin ilim dili olmasına her bakımdan îtinâ göstermişlerdir. Candaroğullarından Celâleddîn Bâyezîd Beyin Araç kasabasında bir câmi, İsmâil Beyin Kastamonu, Sinop ve beyliğin diğer merkezlerinde câmi, mescid, han, hamam, çeşme gibi eserleri vardır. İsfendiyar Bey zamânmda Kastamonu, Ana
dolu’daki ilim merkezlerinden biri olmuştur. Daha sonra burada Sancakbeyliği etmiş olan Osmanlı şehzâdeleri de Candaroğulları zamânındaki ilim ve edebiyât cereyanlarını devâm ettirmişlerdir. İlim ve fazîlet sâhiplerini himâye eden, destekleyen ve dâimâ onlarla berâber olan Candaro- ğulları hükümdârları adına yazılmış eserler arasında en önemlileri şunlardır: Süleymân Paşa adına tasavvuftan Farsça İntihâb-ı Süleymâniye ismiyle Allâme Şîrâzî’nin bir eseri; Celâleddîn Bâyezîd adına, Ebû Mihneften tercüme edilen üç bin beyitli Maktel-i Hüseyin Mesnevisi; İsfendiyâr Bey adına göz hastalıklarına dâir Sinoplu hekim Mü’min bin Mukbil tarafından telif edilen Kitâb-ı Miftâh-ün-Nûr ve Hazâin-üs-Surûr; Hızır Bey adına tercüme edilen Mîrâcnâme, Kâ- sım Bey adına yazılan Ömer bin Ahmed’in kaleme aldığı on beş bâb üzerine kırâat-ı seb’aya dâir olan Risâle-i Münciye isimli Türkçe tecvid kitabı. Candarbeyliği iktisâdî durum itibâriyle iyi bir mevkide bulunuyordu. On üç, on dört ve kısmen on beşinci asırlarda pek ehemmiyetli olan Sinop ticâret limanı bu beyliğin elinde bulunuyordu. Sinop vâsıtasıyla, Anadolu emtiasını ve kendi mallarını ihrâç ettikleri gibi, Cenevizlilerin getirdikleri mallan da içeri alıyorlardı. Bir ara Samsun’u da elde eden Can- daroğulları burada bir kalesi olan Cenevizlilerle ticârî muâmelede bulundular. Kastamonu’nun en mühim ihrâç eşyâsı bakır ile demirdi. Bilhassa birincisi pek önemli ve makbuldü. Bu ihrâcât dolayısıyla beylik külliyetli gelir temin etmekteydi. Cenevizlilerle alış verişlerinde Candaroğullannm çift balık resimli bakır sikkeleri görülmüştür. Candarbeyliği za- mânında Kastamonu atlan meşhur ve Arab atlan gibi şeceresi olup yüksek fiatla satılırdı. Ayrıca dışarıya doğan ve şâhin gibi av kuşları ihraç edilirdi. Candarbeyliğinin Sinop limanında tersânesi ve donanması olduğu mâlum ise de, bu donanmanın miktanna ve faaliyetine dâir fazla bilgi yoktur. Per- vâneoğullarından Gâzî Çelebiden sonra, Candaro- ğullarına geçen Sinop’ta donanma faaliyetleri görüldü. Nitekim Candarbeyliği donanmasının 1361’de Kefe’yi Cenevizliler’den almalarına ramak kalmıştı. Osmanlılar zamânmda da Candaroğullarından kalan Sinop tersânesinde kadırgalar yapılmıştır. Çandarlı Beyleri Tahta Geçişi Şemseddin Yaman Candar………………………..1292 Birinci Süleyman Paşa………………………………1309 Birinci İbrahim Paşa……. ………………………….1399 Âdil Bey bin Ya’kûb… ……………………………1345 Celâleddin Bâyezid…………………………………..1361 İkinci Süleyman Şah………………………………..1384 İsfendiyar Bey bin Bâyezid…….. ………….1385 Tâceddin İkinci İbrâhim Bey……………………1440 Kemâleddin İsmâil Bey……………………………1443 Kızıl Ahmed Bey………………………………………1461

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir