Çanakkale Böyle Kazanıldı İşte!!
Sonbaharın aysız gecelerinden biri idi.
Bulutlar birbiri üzerine yığılmış, hava, top-
rakla bu bulut kütlesi arasına sıkışmış, ağır-
laşmış, göğüs daralmasına uğrayan insanlar
gibi sıcak dalgalarıyla teneffüsü, boğucu bir
tazyîk altına almıştı. Karanlık o kadar yoğun-
du ki sâkin yıldızlı geceler bu korkunç karan-
lığa nisbetle âdetâ gündüz sayılabilirdi. Yağ-
mur bardaktan boşanırcasına dökülüyor, ça-
kan şimşekler gökleri yere indirecek gibi yı-
kıyor, parçalıyor, güyâ savaşa giden askerle-
ri top ve bomba bombardımanlarına alıştır-
mak istiyormuş gibi kulakların zarını patlata-
cak derecede muttasıl devâm ediyor, yıldı-
rımlar birbirine rekabet edercesine zikzaklı,
ateşli kırık çizgileriyle tesâdüf ettiği tabiî ve
sınâî, açıkta bulunan her tepe noktayı tahrip
edip yakmakta olanca şiddetiyle çalışıyordu.
Tabiatın kıyâmetten numûneler gösteren bu
dehşetli hengâmesinde, beşerin kudret ve
azmine delil olan bir faâliyet, bir askerî faâli-
yet, bütün intizâmıyla, bütün sekînet ve ihti-
şâmıyla devâm ediyor, harekâtına zerre ka-
dar halel getirmeden bir dakikasını bile
Hâtırat
(Harp Mecmuası /1915-1918)
Arıburnu’nda Kanlısırt’ta düşman siperine dikilen gâzî alay sancağıyla muhafızları
Bilecik istasyonunda bir askerî tren harekete hazır idi. Lokomotif buhar hazînelerinde fazla geleni keskin bir hışırtı ile dimdik semâya savuruyordu. Otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularının harp safını taklit edercesine dizilmişti. İkinci zil çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. Fakat askerî trenlerin ikinci zilleriyle üçüncü zilleri arasında epeyce zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin hareket ânını hatırlatan kondüktörlerin “tamâm tamâm” nidâları askerî bir trenin harekete hazır olduğunu anlatmaz. O sağdan saydıran, mevcûdun adedini anlatan başka bir usûle, başka bir tamâma tâbi olduğundan askerî memûrlar bütün mevcûdiyetleriyle çalışıyorlar, vazifelerini ikmâle uğraşıyorlardı.
Trenin tam karşısında ve kapısı açık, kırk beşlik bir vagonun hizâsında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdülkâdir Kemâlî bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti. Evvelâ nöbetçidir, diye hükmetti. Hakikatte bu vatan evlatlarının şefkatli bir bekçisiydi.
Yanına yaklaştığı zaman uzun boyu, mânevî kederlerin büktüğü bellerin eğilmiş şeklini andırırcasına biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekçik, sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, hazîn sükûnu, sessiz lisânına, gözyaşı döken kalbine tercümân olmuş, mukaddes bir maksatla yaşayan bir âbide gibi orada çakılmış kalmış bir Türk anası idi. Yıldırımların salıverdiği kuvvetli projektörlerin aydınlığı, sararmış, çizgili çehresini gösterdi. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına, akçıl saçlarına yapışmıştı. Yıldırımların kesildiği her sınırlı zaman zarfında gözleri vagona çevriliyordu. Abdülkâdir yaklaştı:
⦁ Vâlide burada ne duruyorsun? suâliyle aşağıdaki konuşma başladı:
⦁ Şimendiferde asker oğlum var, onu geçirmeğe, selâmetlemeğe geldim.
⦁ Oğlun kimdir, nerelidir?
⦁ Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancık’ın ana yatağından, Mahmud oğlu Hüseyin.
⦁ Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
⦁ Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa sana duâ ederim.
Abdülkâdir vagona koştu. Bir künye okudu: Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses:
⦁ Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt Akgünlü’den.
⦁ Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Şimşek ışıltılarından
seçilebilen levendâne bir vücut, filiz gibi bir boy; Hüseyin çelik bir heykel gibi hazır ol vaziyetinde, sağ el selâm ve ihtirâm mevkiinde, Abdülkâdir’in karşısında emre hazır idi. Berâberce yürüdüler. Muhterem vâlidenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı vâlide ciğer-pâresini bir daha kokladı. Dedi ki:
-Hüseyin! Dayın Şıpka1 da, baban Dömeke’de, ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de şehîd oldular.
Bak, son yongam sensin! Minâreden ezân sesi kesilecekse, câminin kandilleri körlenecekse, sütlerim harâm olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa, dayının rûhuna fâtiha okumayı unutma. Haydi oğul, Allâh yolunu açık etsin.
Hüseyin bu sözleri, kalbinin ahd ve vefâ derinliklerine gömdüğünü îmâ eden bir huşû ile dinlemişti. Anasını ve Abdülkâdir’¡ selâmladı, gitti.
Abdülkâdir, bu büyük rûhlu kadınla yalnız kalmış idi, sordu:
-Vâlide, demek ki sizin soyun erkekleri hep şehîd oldular öyle mi?
-Yalnız bizim soy değil oğul. Elli yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömmedi. Dîn dursun da bırak, biz hep ölelim.
Çanakkale siperlerinde askerlerimiz
-Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
-Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı, evvelden nasılsak yine öyleyiz. Bağrımıza kara taş bağladık, düşman mahvo- luncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın.
Abdülkâdir, bu ulu vâlidenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iftihar yaşları salıverdi ve bir îmân ve kanâatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı: “Milleti doğuran da ana, yaşatan da.”