Bir iki arkadaş, bir başka âlemden bu dünyaya bir anda getirildiğimizi farzedelim. Etrafımız ıssız olsun. Bizden başka kimsecikler bulunmasın çevrede… Biz hayretler içerisinde ve ne yapacağımızı şaşırmış bir halde iken, karşımızda yer yarılsın, bir ağaç çıksın ortaya. Sür’atle büyüsün. Onun gölgesinde bir süre dinlenelim.
Derken meyveler bitmeye başlasın dalındanda . Onlan koparıp yiyelim.
Biraz sonra salma salına bir hayvan gelsin yanımıza… Onu sağalım ve sütünü içelim.
Bütün bu işleri tabiî karşılayıp, hiç hayret etmeden ve hissizce yapabilir miyiz?
Şairin ifadesiyle: “Ben kimim ve bu hâl neyin nesi?” demez miyiz? Kalbimiz heyecanla çarpmaz mı? Bütün bu ikramlar karşısında kime ve nasıl teşekkür edeceğimizi sorup öğrenmek bizim için en birinci vazife olmaz mı?
Şimdi sahnemiz değişsin. Biz yalnız olmayalım. Çevremiz binlerle, yüzbinlerle sanlsm. Ve nihayet bugünkü dünya nüfusu çıksın ortaya.
Bize hizmet eden bitki ve hay- vanlann sayısı arttıkça artsın. Derken günümüzdeki bitki ve hayvan türlerini karşımızda bulalım.
Sonra soralım kendi kendimize: Değişen ne?
Yalnızken gösterdiğimiz heyecanı, hayreti ve içimizde coşan şükür arzusunu şimdi niçin besleyemiyoruz?
Gerçekte, hayretimiz daha da artmalı değil miydi?
Yoksa şu kalabalıklar, şu yüksek binalar, şu gürültüler, dedikodular, şu geçim kavgalan bizim düşüncemize perde mi oluyor?