Genel

Genom Araştırmaları Konsorsiyumu

Genom Araştırmaları Konsorsiyumu

olan grup, konsorsiyum üyelerini her yıl en az bir kez bir araya getirecek bilimsel toplantılar düzenlemeyi planlıyor. Bu gelişmelerin ise araştırmaya ayrılan kısıtlı kaynakların belirli düzeye çıkarılmasına önayak olacağı umuluyor.

Genom Araştırmaları

Konsorsiyumu

ve yayınlanan haber mektubu için yazışma adresi:

Adres: Bilkent Üniversitesi, Fen Fakültesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü 06533 Bilkent-Ankara

 

2 thoughts on “Genom Araştırmaları Konsorsiyumu

  1. Handan Türkmen dedi ki:

    Genom araştırmaları konsorsiyumu hakkında daha fazla bilgi almak istiyorum.

    1. Na_mutenahi dedi ki:

      DNA’mızın önemli bir kısmı ne işe yarar? Diğer birçok durumun yanında, önemli hastalıkların anahtarını elinde tutabilen “işe yaramaz” veya “çöp DNA” olarak bilinen bu dizileri incelemek için yüzlerce bilim adamı yıllarını harcadı.

      İnsan genom dizilimi olan İnsan Genom Projesi son on yıların en büyük başarısı oldu. İnsan genetik planını (DNA parmak izini) oluşturan üç milyar bazın tümünü açığa çıkardı. Fakat hikaye burada son bulmuyor. Bu dizilerin hüclerimizce nasıl yorumlandığının anlaşılması genomun nasıl iş yaptığını anlamada önemlidir. Böylece, daha sonra biyomedikal araştırma ve sağlık alanında bu bilgiye başvurabileceğiz.

      İnsan genomunun en çok şaşırtan tataflarından biri, genomun sadece %2’sinin proteinleri yapmak için gerekli talimatları bulunduran genleri içeriyor olmasıydı. Genomun kodlanmayan bazı RNA’ları (örneğin genlerin aktivitesinden sorumlu olanlar ve ön mesajcı RNA’nın olgun mRNA’ya translasyonundan önce kesilip çıkarılan intron adı verilen diziler) istisna kabul edilirse, genomun geri kalanının biyolojik fonksiyonunun olmadığı düşünülüyor ve buna işe yaramayan (çöp) DNA deniliyordu.

      Şekil 1: İnsan Genom Projesinin insan DNA dizisinin tümünü belirlemek için kullandığı otomatik DNA dizilim makinesi çıktısından bir örnek. Her bir tepe belirli bir bazın varlığını gösteriyor. İnsan Genom Projesi ile genomumuzu oluşturan 3 milyar harf belirlendi. ENCODE şimdi genomun nasıl çalıştığının ayrıntılarını ortaya koyuyor. Büyütmek için resmin üzerini tıklayınız.
      Resim Genome Research Limited izniyle
      Dizinin ötesine geçme

      İnsan genom diziliminin yapıldığı zamanlarda, bu dizilerin gerçekten işe yaramaz olup olmadığını bulmanın tam zamanıydı. İnsan genomunun fonksiyonel fakat kodlanmayan elementlerini karakterize etmek için 2003’te ENCODE konsorsiyumu oluşturuldu. Konsorsiyum, Amerika’daki Ulusal İnsan Genom Araştırma Enstütüsü tarafından desteklendi ve Birleşik Kralık’daki Avrupa Biyoenformatik Enstütüsü European Bioinformatics Institute (EBI; Kutuya bakınız) tarafından yönetildi. ENCODE deneme aşaması 2003-2007 yılları arasında işledi ve genomun %1’lik kısmındaki aktif bölgelerin belirlenmesinde (aslında bazı işe yaramayan genomik bölgelerin gözden geçirilmesinde) küresel bir araştırmacı ağı oluşturarak deneysel ve hesaplama yöntemlerini karşılaştırarak ve en uygun şekilde kullanmayı hedefledi.

      Büyütmek için resmin üzerini tıklayınız Şekil 2: Genom paketinin açılması: kromozomdan çift zincirli DNA’ya kadar yakınlaştırma. Bu şekil, genomun biyolojik olarak fonksiyonel bölgelerini belirlemek için ENCODE araştırmacıları tarafından kullanılan bazı yöntemleri örnekliyor: transkript dizilimini (RNA dizilimi ve RT-PCR) transkribe olmuş bölgeleri belirlemek için, kromatin immünopresipitasyon dizilimini (ChIP dizilimi; transkripsiyonun kontrolünde gereken proteinler tarafından sınırlandırılan bölgeleri belirlemek için), DNaz sindirimi (DNaz dizilimindeki açık kromatini belirlemek için), hesaplama tahminlerini, genleri bulmak ve yüksek korunumlu bölgelerin belirlenmesi için) ve ekspresyon bilgilendirme tahlilleri (örneğin promotör aktivitesini test etmek için; şekilde gösterilmemiş).
      Resim Ian Dunham izniyle
      Haziran 2007’de çıkarılan ENCODE Projesi Konsorsiyumunun (The ENCODE Project Consortium, 2007), başlangıcındaki sonuçlar, genomun ne yaptığı hakkında göz alıcı yeni sonuçlar ortaya koydu. Bir araya geririlen mikroarray (mikrodizin) verilerini (bkz. Koutsos et al., 2009) ve dizilim deneyleri, transkripsiyonel olarak sessiz oldukları düşünülen bölgeleri de içeren genomun büyük bir bölümünün transkribe olduğu gösterildi (şekil 2). Henüz çoğu transkriptin biyolojik görevi bilinmemesine rağmen, bazılarının gen ekspresyonu için önemli düzenleyiciler olduğu gösterildi. Genel olarak bu durum; genler, genlerin aktivitesini düzenlemede rol alan bölgeler ve diğer DNA dizileri arasındaki etkileşimin düşünülenden çok daha karmaşık olduğunu gösterdi. Veriler, genomun bir amaç için kullanılmayan bölgelerinin düşünülenden daha az olduğunu ve birçok formda aktif elementler içerdiğini ortaya koydu.

      Yaklaşımlarını başarılı bir şekilde test ettikten sonra, ENCODE araştırmacıları insan genomunun tümünü incelemeye başladılar. Bu çalışma, DNA dizilim teknolojisindeki gelişmeler ve daha keskin biyokimyasal örneklerin bulunmasıyla daha kolay oldu.

      Araştırmacıların analizleri, genomun özelliklerini sistematik fiziksel manzarayı (ormanlar, nehirler ve dağlar gibi coğrafik özellikleri tanımlayan bir harita) ortaya koymak içindi. ENCODE araştırmacıları genomda ‘shhhh’ işaretleriyle belirlenen bölgelerdeki (genin sustrulmasını sağlayan metil grupları) özellikleri, transkripsiyon faktörleri için ’buraya bağlan’ tabelalarını, transkripsiyonu artırmak için güçlendirici bölgeleri ve DNA’nın nasıl paketlendiğini kontrol eden DNA modifikasyonlarını arıyorlardı (şekil 3).

      image
      Şekil 3: ENCODE projesi farklı doku çeşitlerindeki genom düzenlemesindeki farklılıkları anlamak için 147 farklı hücre çeşitini analiz etti. Şekil, çalışmayı kapsayan 147 farklı hücre çeşitinden 47’sinin yerini gösteriyor. Hücreler aynı genomu paylaşmalarına rağmen, bilgiyi kullanma yolları hücre çeşitleri arasında farklılık gösterdiğinden, birçok hücre çeşiti kullanıldı. Büyütmek için resmin üzerini tıklayınız.
      AYRICA
      İNSAN GENOM PROJESİ

      Bilimde bir devrim olarak nitelendirilen ve “Hayat Kitabı”, yahut “Şifreli Kitap” olarak da adlandırılan İnsan Genom Projesinin temelleri, 80’li yıllarda atılmıştır. Bu konudaki araştırmalar, 1990’da resmen başlamıştır. Bu projede, yaklaşık 1000 bilim adamı çalışmaktadır. Ortalama, yılda 300 milyon dolarlık bir bütçesi vardır.

      Amerikan Enerji Dairesi ve NIH (Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü) gibi Amerikan kurumları tarafından başlatılan projeye, çeşitli ülkeler (Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Danimarka, Fransa, Almanya, İngiltere, İsrail, İtalya, Japonya, Hollanda, Kore, Meksika, Rusya, İsveç) ve Celera, IBM, Compaq, Dupond gibi özel şirketler de katılmıştır.

      Ekim 1990’da, James Watson önderliğinde, Amerika’nın başını çektiği Uluslararası İnsan Genom Projesi Konsorsiyumu (İGP) kurulmuştur. 1993’de patentleme konusunda dönemin Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü (NIH) başkanı ile aralarında anlaşmazlık çıkan Watson istifa etmiş, yerine Francis Collins getirilmiştir. Projenin tamamlanma tarihi olarak ise, 2005 senesi öngörülmüştür.

      ŞİRKETLER ARASI YARIŞ : “İNSAN GENOM PROJESİ”

      Ancak, 1998’e kadar İGP şemsiyesi altında çalışan Craig Venter, dünyanın en gelişmiş 2. bilgisayarına sahip Celera Genomics Inc. şirketini kurdu. İnsan genomunu, biran önce ortaya çıkararak, hastalıklara çare bulmak istediğini ve 3 yıl içinde bu işi bitireceğini belirtti.

      Venter, 300 milyon dolarlık bir bütçeyle işe başlar. Araştırma için alınan, her biri birkaç yüz bin dolar tutarında 300 makineye(DNA ayrıştırma-sekanslama makinesi) ve bunların yıllık elektrik faturasının 1 milyon dolar tutacağına işaret etmek; nasıl zor bir işe kalkışıldığının anlaşılması için yeterlidir herhalde.

      Bu durum, kamusal kaynaklardan destek alan İGP’de, soğuk duş etkisi yapmıştır. Bunun üzerine İGP’yi başından beri destekleyen Welcome Trust Vakfı’da, İGP’ye katkısını 2 katına çıkaracağını(330 milyon dolar) açıklamıştır. İngiliz özel firması Sanger Center ise genomun, üçte birini dizileyeceğini ilan ederek; projede çalışan araştırmacıları, biraz olsun rahatlatmıştır.

      Venter’ın bu çıkışı, çalışmaları yarışa dönüştürerek hızlandırmıştır. Böylece, insan genom projesinin başındaki Francis Collins ve Celera’nın başındaki Craig Venter arasında kıyasıya bir mücadeleyle; sonuçlar tahmin edilenden daha erken kamuoyuna sunulmuştur.

      İnsan genom diziliminin önemli kısmı, 26 Haziran 2000 yılında; Bill Clinton ve Tony Blair’ın da katıldığı bir Beyaz Saray töreninde açıklandı.
      İnsan genomunun diziliminin önemli kısmı, 26 Haziran 2000 yılında; Bill Clinton ve Tony Blair’ın da katıldığı bir Beyaz Saray töreninde açıklandı. Bir çok TV kanalının canlı yayınladığı bu konuşmada, Celera’yı temsilen Craig Venter, Uluslararası İnsan Genom Projesi Konsorsiyumu’nu temsilen de Francis Collins yeralmıştır.

      İNSAN GENOM ZİNCİRİ: “ROSETTA TAŞI”

      Şubat 2001’de, Collins liderliğindeki Uluslararası İnsan Genom Projesi Konsorsiyumu, genom taslağını “Nature” dergisinde, Venter’ın Celera şirketi ise, “Science” dergisinde yayınlamıştır. İki gurup arasındaki rekabet, ortak açıklama yapmalarına rağmen devam etmiştir.

      Projenin tamamlanmış olması, gerçekte bir son değil, yeni bir çağın başlangıcı olacaktır. İnsan genom projesine; “Genetiğin Kutsal Kasesi”, insan genom zincirine de; “Rosetta Taşı” benzetmesi yapan bilim adamları, bu konuda son derece coşkulu. Collins, genomu bir kitaba benzeterek, şunları söylüyor:

      “Bu bir tarih kitabıdır. Bizim türümüzün, zaman içindeki yolculuğunun bir hikayesidir. Tüm insan hücrelerini inşa etmek için, inanılmaz detaylı bir kılavuzdur. Ve tıbbi bilimlerde kullanılabilecek, bir ders kitabıdır. Bir hastalığı önlemek ve tedavi etmek için, araştırmacılara uçsuz bucaksız yeni güçler verecektir.”

      “İNSAN GENOM PROJESİ”NİN AŞAMALARI

      İnsan genom projesinde tamamlanması hedeflenen aşamalar ise, şöyle sıralanabilir:

      1) Yakın zamanda elde edilen veriler, DNA bilgisinin %99’undan fazlasının, tüm insanlar için ortak olduğunu ortaya koymuştur. İnsan genomundaki bireysel farklılıklar, % 1’den azdır. Bu farklılığın, hastalık riskleri açısından araştırılması gerekmektedir.

      2) Halihazırda DNA tanısı yapılabilen alzheimer, kistik fibroziz, hemofili, akdeniz anemisi, çeşitli kanser türleri (meme, kolon, ovaryum) gibi hastalıklara ilaveten; 4000’den fazla olduğu düşünülen genetik hastalığın tanısı için test sistemlerinin oluşturulması.

      3) Haritalanan genlerin, fonksiyonlarının anlaşılabilmesi: genomda fonksiyonu bilinmeyen gen dizilerine fonksiyon bulunmasına olanak veren mikrodizilim (microarray) teknolojisinin hız kazanması.

      4) İnsanda gen ve gen karşılığı olmayan DNA dizilerinin anlaşılması için, farklı canlı gruplarının genom haritalarının karşılaştırılması. Hastalık yapan mikroorganizmaların, genom haritalarının çıkarılması.

      5) Genom bilgisinden yararlanarak, kişiye özel ilaç ve aşı geliştirilmesi, hastalık yatkınlığının ve ilaçlara olan duyarlılığının belirlenmesi.
      6) Elde edilen genom bilgilerinin kötü amaçlar için kullanılmaması, ayrımcılığa neden olmaması için, etik, sosyal ve yasal düzenlemelerin oluşturulması.

      7) İnsan genom yapısının olağanüstü karmaşıklığı sebebiyle, çok güçlü işlem kapasitesine sahip bilgisayarların geliştirilmesi.

      8) “Genetik bilgiler”in, “Adli Tıp”ta kimlik teşhisi ve babalık testlerinde kullanılması.

      GEN SAYIMIZ NEDEN BU KADAR AZ?

      2001 yılında, taslak genom dizisi ortaya çıktıktan sonra, bilim adamları şaşırtıcı bir sonuçla karşılaştılar. Beklenen 100.000 gen yerine, sadece yaklaşık 35.000- 40.000 gen keşfedilmişti. Daha sonra, 2003 yılında proje tamamlandığında ise bu sayı daha da azaldı. Son yapılan araştırmalara göre gen sayısının; 20.000 – 25.000 olduğu tahmin edilmektedir. Böylece insanoğlunun, bir sineğin sadece iki katı kadar ve hardal tohumundan biraz fazla gene sahip olduğunu biliyoruz.

      Araştırmalar sürdükçe ve gen bulma teknikleri ilerledikçe, bu sayının hep düştüğü gözlenmektedir. Alt sınırın, tahminen 10.000 küsurlarda duracağı düşünülmektedir. Öyleyse insan, neden, meyve sineğinden veya hardal tohumundan çok daha karmaşık bir yapıya sahiptir? Bu sorunun yanıtı, gizemini korumaktadır. Bilim adamları, yalnızca gen sayısının, kompleks bir yapı için bir çıkış noktası olamayacağını ifade ediyorlar.

      İnsan Meyve Sineği
      2,9 milyar baz çifti 120 milyon baz çifti
      25.000 gen 13.601 gen
      Kompleks bir yapımız olmasına rağmen, bu kadar az gene sahip olmamız, genetikçi Craig Venter’ın dediği gibi; “her genin yalnız tek bir proteinin üretiminden sorumlu olduğu yahut tek bir hastalığa yol açtığına” dair bilginin yanlış olabileceğini gösterir. Aynı genin, birçok farklı mutasyonu, ya da farklı genler, aynı hastalığa neden olabiliyorken; ya da hastalık kendi kendine kayboluyorken, tek gene bağlı hastalıktan nasıl söz edilebilirdi.

      Genlerin birçoğu, vücuda belli proteinleri üretmesini söyleyerek etkisini gösteriyordu. İnsan genlerinin farkı, çok yönlü olmasıydı. Yani, İnsan genleri, meyve sineği ve hardal tohumuna göre çok daha fazla çoğul protein üretimi komutu veriyordu. Bununla beraber tek bir gen, bir kez oluştuktan sonra, çarpıcı bir şekilde değişebilen, birçok farklı proteinin üretimini de sağlayabilirdi.

      Ayrıca bahsi geçen 20.000 gen, sıralanmış olmasına rağmen, henüz tam olarak anlaşılmış da değildir. Harvard Üniversitesi’nde Prof. Ruth Hubbard:

      “Bu durum, tıpkı Shakespeare’in eserlerindeki bütün harflerin, aralarında bir boşluk yahut imla işaretleri olmaksızın ardı ardına dizilmesine benziyor. Hele bir de bu metnin, İngilizce bilmeyenlerin elinde olduğunu düşünün. Bu durumda en önemli özelliklerimiz, bu gen tablosunda, girift ve gizli bir halde bulunmaktadır” der.

      GENETİKÇİLER: GENLERİMİZİ DEĞİŞTİRMEK HAYALİNDE

      Fakat tüm bunlar, genetikçilerin hızını kesmeye yetmeyecekti. Onlar, yine de kanser, diyabet, şizofreni gibi hastalıklarla beraber gittikçe artan sayıda zihinsel hastalığı, genetik düzensizliğe bağlıyorlar. Hatta kimi determinist bilim adamları; ürkeklik, insandan kaçma, çoğunlukla çevresel ve sosyal faktörlerin etkisiyle gelişen alkoliklik, homoseksüellik ve cinayet için, genetik eğilimleri belirlemeye başladılar bile. Örneğin, insanları uyuşturucu bağımlısı yapan genin saptanabileceği ve bu sorunun ortadan kaldırılacağına inanılıyor. Bir çeşit genetik parmak izi sayesinde, suç işlemeye yönelten gene müdahale edilmesi gündeme geliyor.

      Yapılmış olan araştırmalardan bazıları ise, anneden geçen X kromozomunda bulunan bir ya da birkaç genin, homoseksüellikle bağlantısını kurmaya çalıştı. İsrail’de yapılan bir araştırmada, AVPR-1 adlı gen ile bencil ve acımasız davranışlar arasında bir bağ bulunduğu ileri sürüldü. Birçok sosyobiyolog daha da ileri giderek, aslında bütün insan etkinliklerinin, bir biçimde, genetik yapımız tarafından belirlendiğini ve durumumuzu değiştirmek istiyorsak, önce genlerimizi değiştirmemiz gerektiğini öne sürüyor.

      Onlar diyorlar ki, toplumu değiştirmek için önce genleri değiştirmeye gönüllü olmalıyız. Çünkü çevre bir etkense de, eninde sonunda genler, bireyin davranışlarını biçimlendiren en sorumlu etkenlerdir. Oysa Harvard Üniversitesi’nde genetik profesörü Dr. Jonathan Beckwith, kanser ve depresyon gibi birçok hastalığın, genetik eğilimlerle, çevresel ateşleyicilerinin, çok kompleks etkileşimleri sonucu oluştuğunu; sadece genom üzerine yoğunlaşmanın, çare bulucu strateji olmayacağına dikkat çekiyor.

      İNSAN = “GENETİK” YAKLAŞIMI: SAYGISIZLIKTIR!

      Ulusal Genetik Derneği’nin, bilim adamı ödülünü kazanan İngiliz bilim adamı Dr. Mae Wan Ho ise, genlerin, kişilik özelliklerimizle ilişkilendirilmesi hakkında şöyle diyor:

      “Genlerin, zekada etkili olduğuna şüphe yok. Ancak canlıyı, birbirine bağlı öğelerden oluşan bir bütün olarak görmeyi reddeden indirgeyici düşüncenin söylediği gibi; belli genler, belli özellikleri saptıyor değil. Organizmayı, her biri belirli bir genle ilişkilendirilen karakterler topluluğu olarak görmek, aynı zamanda büyük bir saygısızlıktır. İnsan genomu, kompleks bir ağa sahiptir. Genetik ve çevresel faktörler, tamamen iç içedir. Sağlık sorunlarını, genetik yatkınlığa bağlamak, toplumun, hastalıklardaki sorumluluğunu görmezden gelmektir.”

      En akıllı kimyasal madde olan DNA’yı, bir zamanlar aptal bir molekül sanan bilim insanları, bugün bir hayli mesafe katetmiş gözüküyor. Yine, DNA’nın %95’ini oluşturan ve adeta noktalama işaretleri gibi onu anlaşılır bir şekilde okumamızı sağlayan “DNA Bölümü”ne; junk(çöp) adını vererek; işlevsiz diye çöpe atmaya çalışan, aynı ön yargılı bilim anlayışı değil midir? Bu bilim anlayışı, bugün de tam olarak kuşatamadığı genom yapısına; bilmişlik edası ve basitleştirici bir kibirle yaklaşarak; geleceğe yönelik kehanetlerde bulunmaktadır.

      “İNSANI DÖNÜŞTÜRME” HAYALİ!

      Bu, sonsuz boyutlu Yaratıcı’nın eserine saygı duymayan bilim anlayışı; “insanı dönüştürme”nin sınırlarının, oldukça geniş olduğunu sanmakta ve bunu da kolayca gerçekleştirebileceğini ummaktadır. Örneğin kimileri, görsel ve işitsel duyarlılığı geliştirmekle işe başlayabilir. Amaç, önce miyopluğu ve sağırlığı ortadan kaldırmak, sonra ise, estetik kapasiteyi artırmak olarak ifade edilir. Fakat uygulamayı, neden bu aşamada durduralım diye düşünülür. “Cenneti Yeniden İnşa Etmek” kitabının yazarı Princeton Üniversitesi’nden Lee Silver, bakın bu konuda ne diyor:

      “Bazı fiziksel özellikler, başka varlıklarda bizden daha gelişmiş halde bulunuyorsa, bizde bulunmayan bu özel yeteneklerin, genetik kaynaklarını belirlemek ve daha sonra onları, insan genomuna nakletmek mümkündür.”

      Örneğin, neden koku alma duyumuz, köpeklerdeki kadar güçlü olmasın, ya da neden başımızın arkasında da bir çift göz bulunmasın. Öyle ya, böylece görüş açımız mükemmele yaklaşırdı. Nitekim 1995’de, bilim adamları, kanatları ve bacakları üzerinde düzinelerce göz bulunan bir sinek ürettiler. Yine günümüzde genetik mühendisler, pirince, insan geni karıştırarak ishale karşı kullanmayı; bitki genlerini, insan bağışıklık sistemindeki ”T lenfosit hücreleri”yle bir araya getirerek, bağışıklık sistemini daha da güçlendirmeyi planlıyorlar. Böyle bir çalışma, Sabancı Üniversitesi’nde yapılmaktadır.

      NASA, ABD Ordusu, Amerikan Bilimler Akademisi’nde danışmanlık yapan ve ABD Savunma Bakanlığı “Mevcut Teknolojik Tehlikeler” departmanının eski başkanı Joseph Rosen, bir tıp konferansını, masaya indirdiği sert bir yumrukla şöyle bitirir:

      “Eğer tıbbi etik kurulu bana izin verirse, ‘kanatlı insanlar’ yapmak için çaba harcayacağım.”

      Toronto Üniversitesi’nden Mark Allen Walker; “bu kişiler, Tanrı olmaya özeniyorlar” diyor ve şunları ilave ediyor:

      “Ben, bu insanların, ileri sürdükleri teorileri ispatlamak için, her şeyi yapabileceklerine inanıyorum.”

      Bununla beraber, piyasada çeşitli “germline”(gen transferi) için kliniklere başvuru gittikçe artmaktadır. Bu kliniklerden birine başvuran bir şahıs ise, hamam böceklerinde rastlanan, kendini her koşulda hayatta tutabilme yeteneğini istiyor.

      ÖJENİZM

      Toplumlar, her zaman zengin-yoksul, güçlü-güçsüz gibi ayrımlara tabi olmuşlardır. Tarih boyunca insanlar, kast ve sınıflara ayrılmış ve insan zekası; azınlığın, çoğunluğa uyguladığı adaletsizlikleri haklı göstermekte kullanılmıştır. Günümüzde ise bu ayırım, genetik düzenlemeyle, toplumda, yeni ve çok ciddi bir bölünme tehlikesi ortaya doğurmaktadır. Öjenizm; genlere(genotipe) dayalı bir ayrım..

      Günümüzde ise İsrail, Filistin’in özellikle genç nüfusunu katlederek, aynı öjenizmi daha saldırgan bir biçimde uygulamaktadır.
      Öjenik kavramının, ilk kullanımı Eflatun’a kadar gitse de, modern anlamıyla ilk olarak Charles Darwin’in kuzeni, Sir Francis Galton tarafından 19. yy’da ortaya atılmıştır. Sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan; bilimselliği tartışmalı bir toplumsal akım veya toplumsal felsefedir Öjenizm.

      Öjenizm, iki yaklaşım içerir: Birincisi olumsuz öjenik; istenmeyen biyolojik özelliklerin, sistemli olarak yok edilmesi. İkincisi olumlu öjenik; bir organizma ya da ırkın, karakteristik özelliklerini düzeltme amaçlı çalışmalar. 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda taraftar toplayan öjenik teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin çoğaltılması yoluyla bir “insan ırkının ıslah edilmesi” anlamına geliyordu. Öjenik teorisine göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleştirilerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, bir insan ırkı da ıslah edilebilirdi.

      Öjenik felsefe; yeryüzünde kendiliğinden sürmekte olan organik yaşamı, doğal seyrinden kopararak, önceden belirlenen amaçlar doğrultusunda yeniden oluşturma çabası olarak da ifade edilebilir. Doğal olana antipatiyle yaklaşan Öjenik felsefe anlayışı, biyoteknolojinin, insana ve tüm diğer canlı organizmalara yoğun olarak uygulanmasını savunmaktadır.

      “ÖJENİZM”İN FAŞİST UYGULAMALARI

      Bu felsefeyi, Almanya’da ilk benimseyen ve yayan kişi ise, ünlü evrimci biyolog Earnst Haeckel’dır. Haeckel, Darwin’in yakın dostu ve destekçisiydi. Evrim teorisini desteklemek için, farklı canlıların embriyolarının birbirine benzediğini öne süren rekapitülasyon adlı iddiayı ortaya atmıştı. Haeckel’in, bu iddiayı ortaya atarken; çizim sahtekarlıkları yaptığı ise daha sonra anlaşıldı.

      Nazi Almanyası’nda; deneylerde binlerce kişi öldürüldü.
      Haeckel, 1919 yılında öldü. Ama fikirleri, Naziler’e miras kaldı. Adolf Hitler iktidara geldikten kısa bir süre sonra, resmi bir öjenik politikası başlattı. Alman toplumu içindeki akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel “sterilizasyon merkezleri”nde toplandılar. Bu kişilere, Alman ırkının saflığını ve evrimsel ilerleyişini bozan parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre sonra, toplumdan soyutlanan bu insanlar, Hitler’den gelen gizli bir talimata dayanılarak öldürülmeye başlandı.

      Benito Mussolini’de İtalya’yı, bu emperyalist-faşist temeller üzerine oturtmak için aynı bu öjenik evrimci anlayıştan yararlandı.

      Amerika’da,1907’de İndiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla; zeka özürlü, sağır ya da körler, zorla kısırlaştırılmaya başlanıyor. Benzer bir yasayı 1909’da Washington ve Kalifornia eyaletleri kabul ediyor. 1927’de Virginya eyaletinde zeka özürlüler, kısırlaştırılmışlardır. Yasa, Amerika’nın pek çok eyaletinde, 1960’lara kadar yürürlükte kalmıştır.

      Bu ırkçı siyasal akımlar, eski öjeniği(soy arıtımını), siyasal ideolojilerinin içine saklayarak; korku ve kinle toplumları güdmüşlerdir. Genotipe dayalı yeni öjenik akımı ise, tüketici isteğine bağlı olarak; küresel sermaye tarafından yönetiliyor.

      “YENİ ÖJENİZM” YAKLAŞIMI

      Washington D.C’de, Foundation on Economics Trends başkanlığını yapmış, “Biyoteknoloji” kitabının yazarı Jeremy Rifkin, “yeni öjenik” yaklaşımla ilgili şu tespiti yapıyor:

      “Günümüzün moleküler biyologları soruyor, daha sağlıklı bebekler istemek yanlış mı? Yeni öjenik bize meymenetsiz bir komplo olarak değil, daha çok toplumsal ve ekonomik bir nimet(!) olarak, sinsice geliyor..”

      1977’de Ulusal Bilim Akademisi’ndeki bir forumda “rekombinant DNA” üzerine konuşan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde biyolog Ethan Signer, meslektaşlarını şöyle uyardı:

      “Bu araştırma, bizi, insanın genetik düzenlenmesine bir adım daha yakınlaştırıyor. Bu, ideal karakteristikli çocukları nasıl üreteceğimizin hesaplandığı yerdir. Bir kez daha sarı saçlı, mavi gözlü ve Ari genli ideal çocuklardan mı söz edeceğiz.”

      “ALT-KÖLE İNSANLAR” VE “ÜST-TANRI İNSANLAR” YARATMA HEVESİ

      Boston Üniversitesi’nde sağlık hukuku profesörü olan George Annan, 2001’de ırkçılığa karşı dünya konferansında yaptığı konuşmada:

      “Öjenizm, daha da tahripkar bir güçle, ırkçılığı bile gölgede bırakabilir” diyordu.

      Annan, içimizden bazıları, genetik olarak geliştirildiğinde, diğerlerini alt insanlar olarak mı göreceğiz, yahut onları köleleştirip olmazsa soykırıma mı tabi tutacağız? diye sordu.

      Yeni gen ekleme teknikleri, DNA kodlarını yöneterek, bireyleri ve gelecek kuşakları, “üstün insan-tanrı” yapma dönüşümünü hedefliyor.
      Neo Darwinizm’e sırtını dayayan yeni gen ekleme teknikleri, DNA kodlarını yöneterek, bireyleri ve gelecek kuşakları, “üstün insan-tanrı” yapma dönüşümünü hedefliyor. Buna göre insan, ilk defa, kendi evrim sürecine müdahale edebilecek ve bir sonraki adım olan, tanrı-insan boyutuna geçecek. Macar asıllı, çok yönlü bir bilimci olan Mihaly Csikszentmihalyi:

      “Şimdi evrim, uzaya fırlatılmış bir rokete benziyor ve artık yolcu değil pilot konumundayız. Ne tür insanlar yaratacağız” diyordu.

      Dünya’da “Megatrends” adlı kitabıyla tanınan, son yıllarda insanın teknolojiyle olan ilişkisini inceleyen John Naisbitt ise:

      “Eğer Darwin’in evrim teorisine inanıyorsanız, ki başka neye inanacağınızı bilmiyorum; bilim adamları, sadece doğal olanın bir kopyasını üretmiyorlar. Aynı zamanda, Darwin’in evrimci teorisini de hızlandırıyorlar” diyordu.

      Harward profesörü E.O.Wilson, Pulitzer ödülü kazanan kitabı “İnsan Doğası Üzerine”nin son pasajında ise; “toplumu, insan türünün mükemmelleşmesi amacıyla, insan evriminin mimarı rolünü üstlenmeye çağırıyor.”

      Dr Wan Ho, bu konuda şöyle diyor:

      “Neo Darwinizm, her şeyi açıklamayı amaçlayan bir teori olarak ortaya çıktı, sonuçta hiçbir şeyi açıklayamama tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Boş bir teori, kolayca zararlı ideolojilerin hizmetine girer.”

      Tüm bu Darwinist yaklaşımların kökleri, çok daha eskilere uzanmaktadır. Bu konuda, yaklaşansaat, daha kapsamlı bir araştırma yapmaktadır.

      “YENİ ÖJENİZM”İN UYGULAMA ALANLARI

      Doğum öncesi testler, yeni “ticari öjenik çağın felsefi temelleri”ni şimdiden kurdu. Yüz binlerce hamile kadın, ana rahmindeki doğmamış çocuklarını, geniş bir dizi genetik hastalık için, alışılagelmiş bir şekilde zaten test ettiriyor. Genetikte ilerlemelere paralel olarak, bu testlerin sayısı artacağa benziyor. Yani, gelecekte anne-babaların, embriyolarını çok çeşitli bozukluklarla ilgili olarak, otomatik olarak taraması ve doğru genlere sahip embriyoların ana rahmine yerleştirilmesi, rutin bir işlem haline gelebilir. Görünen o ki, bir çocuk, dünyaya gelebilme hakkı için, doğmadan evvel testten geçmek zorunda kalacak.

      Genetik hastalıkların, kendilerini nasıl ortaya koydukları konusundaki karışıklıklar ve belirsizlikler; bu konuda kendilerini determinist bilime teslim etmiş ana-babalar için, feci sonuçlar doğurabilir. Örneğin, doğmamış bir çocuk, kusurlu bir gen taşıyor olabilir, ancak yine de, tüm yaşamı boyunca hastalık ortaya çıkmayabilir. Sigorta ve insan kaynakları şirketleri de, gelecekte öjenizmin ilk uygulama alanları olacaktır. Örneğin, yakın gelecekte bir sigorta şirketi, genlerinde herhangi bir hastalık saptadığı birini sigorta yapmayacak.

      1999’da yapılan bir araştırmaya göre, ABD’de orta ve küçük ölçekli şirketlerin % 30’u, terfi ve işten çıkartmalarda, çalışanlarının genetik testlerinden yararlanıyor. Acaba belli toplulukların veya meslek gruplarının, belli genetik testlerden geçirilmesi ve ona göre planlamaların yapılması; ne kadar etik, ne kadar normal bir muamele sayılacak?

      YAKIN GELECEKTE “İNSAN”, “GENETİK ÇIPLAK” OLACAK!

      Genom Projesi sayesinde, bir biyoçipin üzerine kayıtlı bilgilerden, ileri yaşlarda prostat kanserine, alzheimera yakalanıp yakalanmayacağımızı, hastalık tipine göre, vücudumuzun hangi ilaca cevap vereceğini öğrenebileceğiz. Peki, genetik programımızın gizliliği, ne ölçüde korunabilecektir? Bir kişiye ait özel bilgilere, kimler sahip olacak ve kimler kontrol edebilecek? Ailenin özgeçmişine bağlı olarak, belli bir hastalığının olup olmadığını tespit etmek için; bir genetik testin yapılması, isteğe mi bağlı olacak, yoksa herkes buna mecbur mu bırakılacak?

      Britanya’daki hükümlülerden 700-800’ünün, DNA örnekleri alınarak, üzerinde çalışmalar yapılıyor. Ayrıca burada, tüm tutuklular ne olursa olsun, DNA örneklerini vermek zorunda. Bu arada masum insanların DNA örneklerinin toplanmaya başlayacağı da açıklanıyor.

      Şu anda İGP tarafından elde edilen tüm genomun dizilimi, global bir DNA veri bankası olan GenBank’ta korunmaktadır. GenBank, kamuya açık internet bağlantısı olan herkesin ücretsiz erişebileceği bir kaynak.

      Britanya hükümetinin desteklediği veri toplama faaliyeti ise, insan hakları örgütleri tarafından kınanıyor. Liberty adlı insan hakları grubunun temsilcisi James Welch, bu bilgilerin, son derece gizli ve kişisel olduğunu vurguluyor ve global bir DNA veri bankası istemediklerini söylüyor. Çünkü bu bilgilerin hangi amaçla kullanılacağını hiç kimse önceden kestiremiyor.

      GENETİK HASTALIKLARIN “SOMATİK TEDAVİSİ”

      Genetik tedavi iki çeşittir; “Somatik” ve “Germline” tedavi. Somatik tedavi de, müdahale sadece somatik hücrelerde(vücut hücreleri) yer alır ve genetik değişiklikler çocuklara aktarılmaz. Fakat bu tedaviyi uygulanabilir olmaktan alıkoyan faktörler vardır:

      1) Bu yöntemde, hayvanlarda olduğu gibi düzeltilmiş genlerin, hastanın kromozomuna sokulması rastgeledir. Araştırmacılar, düzeltilmiş bir genin, öteki hücresel işlevleri istemeden bozarak, kromozomun neresine yerleşeceğini önceden tahmin edemez.
      2) Dışardan sokulan DNA’nın, hücre içinde kararlı ve uzun kalabilmesi büyük bir problemdir.
      3) Bu tedavi esnasında, bağışıklık sistemini tetikleme potansiyel vardır. Bu bir risktir.
      4) Düzeltilmiş DNA’yı, taşıyıcı olarak kullanan virüsler, hastalığa neden olma özelliğini tekrar kazanabilir.
      5) Bir başka sorun, genetik hastalıkların, birden fazla genle kontrol ediliyor olmasıdır.

      Birçok bilim adamı; gen tedavilerinin, hastalar üzerinde kabul edilemez riskler oluşturduğunu, tam tersine başta kanser olmak üzere pek çok hastalığa sebep olacağını söylüyor. Bu sebeple her ne kadar kamuoyu, bu tedavilerin yüksek tıbbi duyarlılıkla gerçekleştirildiğine inandırılmış olsa da, gerçek bunun tam tersidir.

      “GERMLİNE TEDAVİ”: ÜST İNSANLAR-KÖLE İNSANLAR

      “Germline tedavi”sinde; genetik değişimler, sperm, yumurta ya da embriyo hücrelerinde yapılır ve gelecek nesillere geçer. Bu sayede risk, nesiller boyu devam ederek, kestirilemeyen etkileri giderek artar. Nitekim genetik ile ilgili yapılacak bir takım yasal düzenlemelerde, “somatik tedavi”ye daha sıcak bakılmasına rağmen, “Germline tedavi”sinin; “insanoğlunun atalarından gelecek genetik mirası etkileyecek olması” nedeniyle; Avrupa Konseyi tarafından yasaklanması önerilmiştir. Fakat bu konuda yapılmış kanuni bir düzenleme henüz yoktur.

      “Germline tedavi”nin yaygınlaşmasıyla, bazı genetik mühendisleri, “tasarlanmış bebekler” çağının yakında başlayacağından emin görünüyor. Nitekim çocuklarının, genetik olarak çoğalmasına sıcak bakan ana-babalar, oldukça fazla. Bu bilim, ana-babaların, katologlardan yaptıkları seçimler doğrultusunda, tasarlanmış bebekler üretmeyi vaat ederek; bu mühendislere, tanrılık rolü oynamalarına olanak verecek.

      Leon Kass’ın ifadesiyle; varlığını, karakterini ve kapasitesini, insan eliyle yapılmış tasarımlara borçlu olan bir çocuk; onu tasarlayanlarla aynı uzayda olamaz. Ortaya çıkarılan bir ürün, ne kadar mükemmel olursa olsun, onu yapan usta, onun üzerinde bir yerde durur. Böylece gen teknolojisi, bilim adamlarını ve doktorları, adeta bir tanrı gibi yaratıcı, hakim ve kurtarıcı pozisyonuna yerleştirmektedir.

      Günümüz toplumunda anne-babalar, en iyi genetik özellikleri olan çocuklara sahip olmak için, birbirleriyle yarışacaklardır.

      Genetik geliştirme alanında seçimler, özgürlük kılıfı altında, tam bir tüketici mantığıyla yapılmakta ve insanlar, her zaman için doğal ihtiyaçlarından fazlasını talep etmektedir. Nitekim, Dr Wan Ho; Genetik ayrımcılık ve öjenizmin, “bilimsel ilerleme” ve “seçim özgürlüğü” sloganlarını kullanarak; devlet destekli gizli projelerden bile tehlikeli olduğunu belirtiyor.

      Örneğin, bir klinikte; 183 nolu koyu saçlı vericinin spermlerini seçen bir çift, klinik görevlisinin yanlışlıkla 83 nolu vericinin spermlerini işaretlemesi sonucu, doğan üçüz bebeklerinden birinin kızıl saçlı olması nedeniyle dava açtı. Müşteri olan kadın, mahkemede, eğer 183 nolu vericinin spermleri kullanılmış olsaydı, doğacak çocuklarının şimdilerde daha alımlı olacağını ifade etti.

      Birkaç yıl önce tanınmış bir fotoğrafçı ise, ünlü top modellerin yumurtalarını, bir internet sitesinde, açık artırmayla satışa çıkardı. Fotoğrafçı, modellerin IQ seviyeleriyle ilgili bir garantide bulunmayarak, yalnızca şunları söyledi:

      “Bu gördükleriniz, Darwin’in doğal seleksiyonuna en uygun ve üst düzeyde örneklerdir. En iyi fiyat teklifini yapan, gençliği ve güzelliği elde eder.”

      HANGİ CENNET?

      Şayet “germline mühendisliği” bu hızla ilerlemeye devam ederse ana-babalar, çocuklarının, yeni çağın gereklerine uygun düzenlenmesi için; adeta tanrılığa soyunan bu genetik mühendislerinin ellerine bırakacaklardır. Bu konuda çıkar elde edecek olanların ise, yoksullardan çok zenginler olduğu açıktır. Bu konuda Princeton Üniversitesi’nden Lee Silver “Cenneti yeniden inşa etmek” adlı kitabında; gelecekte insanların, “gen zengini” ve “natural” olarak ikiye ayrılacağına ilişkin tahminler öne sürüyor. “Gen zengini” olan insan topluluğunun; ekonomi, medya, eğlence sektörünün ve bilgi endüstrisinin iplerini elinde tutacağını; 2. grubun ise düşük ücretli memur ve işçilerden oluşacağını söylüyor. Bu, insanlığın, tıpkı eski Roma vatandaşı ve kölelerden oluşan yeni bir dünya devletine doğru gittiğini gösteriyor.

      Dr.Max More
      “TRANSHÜMANİST HAREKET”

      Yaklaşık 10 yıl önce bir “transhümanist hareket” ortaya çıktı: Extropian Hareketi.

      Extropianizm, teknoloji odaklı felsefi bir akım. Sınırsız bir tekno-evrimsel gelişimin, insanı, tanrısal varlıklara(!) dönüştüreceğini öngörmektedir. Ölümsüzlük, en dikkat çekici öngörüsüdür. Kendi üzerimizde istediğimiz modifikasyonu yapabilir; cinsiyetimizi, zekamızı, duygularımızı ve biyolojik özelliklerimizi değiştirebiliriz. Bunun için, yapılan biyokimyasal araştırmaların önünü açmak gerektiğini ve insanların, hümanizmden sonraki karanlık bölgeye de korkmadan girebilmelerini öğütlüyor!

      Ağustos 1999’da bu hareketin, 4. ulusal toplantısı yapıldı. Toplanan grup, tekno-ütopiklerin en marjinal kesimiydi. Konferansta, bu hareketin kurucularından Dr.Max More; “Ultra İnsan Devrimi” başlıklı bir konuşma yaptı. Bu konuşma, tabiat annesine(gaia) bir mektup niteliğindeydi. Ona, yeryüzündeki canlıları, kendini yenileyebilen kimyasal maddelerden, katrilyonlarca hücrelik yapılara ulaştırmak suretiyle yarattığı için şükranlarını sunmaktaydı. Bununla birlikte insanın yapısında, pek çok zayıf taraf bulunduğunu da sözlerine ekledi. More; “insan yapısını değiştirmenin zamanı geldi” diyerek, yedi değişiklik önerisinde bulundu. Ölümü yenmek, listenin en başında bulunuyordu. Bunu, geliştirilmiş bir algı gücü, gelişmiş bir zeka vb. izliyordu. More, listenin, bizi, insanlıktan ultra insanlığa yükselteceğini iddia ediyordu.

      ESİN KAYNAĞI: “NEW AGE FELSEFESİ”

      Fizikçi Frank Tipler ise bu konuda, çok satan eseri “Sonsuzluğun Fiziği”nde, şu anda gelişmekte olan üstün nitelikli zeka, tıpkı büyük dinlerin tarif ettikleri cennete benzeyen bir yerde yaşayabileceğimizi belirtiyor. Transhumanizmin durdurulamayacağını söyleyen John Naisbitt ise, şunları söylüyor:

      “Genleri değiştirilmiş insanoğlu, bir hayal değil artık gerçek. Bu düşünceye alışsanız iyi edersiniz. Çünkü bunu durdurmanın olanağı yok. Genetik mühendisliği durdurulamayacak çünkü bir umut var burada.. Hastalıklarla mücadele etmemizi sağlıyor. Ama aynı zamanda, insanları mükemmelleştirmek için de kullanılabilir. Bizi daha uzun boylu, daha akıllı, ya da istedikleri gibi yeniden yaratabilirler. Hitler, bunu düşlemişti ama bunu yapmaya olanağı yoktu. Bizim ise, artık bunu yapacak teknolojimiz var.. ”

      Aslında pek çok “transhümanist bilim adamı”nın felsefi esin kaynağı, günümüzde “New Age akımı”dır. Nitekim şeytani New Age felsefesinde insan, belli aşamalardan geçip tekamül ederek; yükseliş sonunda bir üst boyuta geçer. Ve böylece bir altın çağ(cennet) başlar.

      Fletcher; insan ve maymun arası, keçi bedenli, aslan başlı, kuyruklu bazı kimerik(insan-hayvan arası) türlerin yaratılarak; tehlikeli ve bayağı işlerde kullanılabileceğini söylüyor.
      YOKSA EVRİMCİ-BİLİMCİLER: CEHENNEMİN KAPILARINI MI ARALIYOR?

      Virginia Üniversitesi filozoflarından ve tıbbi etikçilerin piri olarak anılan Joseph Fletcher; bize, insanlığın sonunu hazırlayacak kehanetlerde bulunuyor. Fletcher; insan ve maymun arası, keçi bedenli, aslan başlı, kuyruklu bazı kimerik(insan-hayvan arası) türlerin yaratılarak; tehlikeli ve bayağı işlerde kullanılabileceğini söylüyor.

      Hayalperest, kibir deryasında yüzen bilim adamlarının bu kehanetlerini bir tarafa bırakacak olursak; bahsettikleri insan-hayvan arası yaratıklar(kimerik), asıl “mükemmel insanı(!)” yaratma yolunda karşılarına çıkmayı beklemektedir.

      Yapılan çalışmalar, “germline modifikasyonu”na maruz kalmış hayvanlarda, sıklıkla anomaliler olduğunu göstermiştir. Bu hayvanlarda görünmeyen kimi şeyler, soylarında dikkate değer biçimde ortaya çıkabilmektedir. “Germline modifikasyonu”na maruz kalmış bir hayvanda kanser, normalden 40 kat daha fazla görülmektedir. Hayvanlar üzerinde yapılan bu çalışmaların yeterli olgunluğa ulaşmaması ve insanlar üzerinde de bu tarz deneyler yapılamayacağı için, “Germline modifikasyonu”nun daha nelere gebe olduğunu bilemiyoruz. New York Medikal Koleji profesörlerinden Stuart Newman:

      “Bizler, bu hayvanların metebolizmasını tamamen anlayıncaya dek deneyler yapıyoruz. Eğer deney sonucunda, bir yığın hilkat garibesi meydana gelirse, hepsini yok edip, sonra tekrar çalışmaya başlıyoruz. Fakat iş insana gelince, problem daha karmaşık hale geliyor” diyor.

      Bu konuda, kimya, ecza, biyoteknoloji ile uğraşan şirketler arasında, genler ve onları ustaca yönetme işlemleri üzerine ticari patentler için süregelen azgın rekabet ise anlatılır gibi değil. Kendi pazar paylarını geliştirmek için birbirini dirsekleyen şirketler, ticari sırların çalınması, patent hakkını ihlaller ve araştırmayı çalma suçlamaları ile açılan davalar, rekora doğru gidiyor.

      DNA çift zincirli sarmal

      SONUÇ

      Uluslararası Genetik Kongresi Başkanı Robert Haynes, bir konuşmasında şunları söylüyordu:

      “En az 300 yıl boyunca, insanın özel bir varlık olduğu düşünüldü.. Oysa ki, genleri değiştirme becerisi, bize insanın sadece biyolojik bir makine olduğunu göstermiştir. Bundan sonra özel, hatta kutsal türlerin olduğu inancıyla yaşamak pek mümkün görünmüyor.”

      İnsanı, yeniden dizayn etmeyi kafaya koymuş; tanrılık iddiasındaki bu teknoloji kahinlerinden bazıları, kendi bedenlerinden de tiksinti duymaktadırlar. “İnsanlığın Ötesinde” adlı kitaplarında George Paul ve Earl Cox; “bir başka yol daha var” diyor. Neden kalbimiz 2 değil de birmiş!

      En etkin kriyojenik uzmanlarından Robert Ettinger; genetik mühendisliğinin, “altın çağ”ın öncüsü olacağını ilk defa ifade eden kişidir. Ettinger, ağzımızın çok amaçlılığı, saçmalıktan başka bir şey değildir diye düşünmektedir. Ettinger, insanın doğal yapısına duyduğu bu tiksintide yalnız değildir. Hans Moravec, bir seferinde, Asimov’un gerçek bir insana dönüşmek isteyen bir android hakkındaki hikayesinden bahseder ve şöyle der:

      “Bu, sevimli bir hikaye, ancak onu okuduktan sonra, içimden androide; başlangıçta daha iyi bir şey olduğun halde, bu lanet cehennemde ‘niçin bir insan olmak istiyorsun?’ demek geldi.”

      Evrende özel bir yer ve öneme sahip olan insan, bir sonraki “insan-tanrı aşaması”na geçişte; bir “ara basamak” olarak görülmekte ve adeta “moleküler bir sistem” olarak algılanmaktadır. Onlara göre, diğer türlerden bizi farklı ve anlamlı kılan hiçbir yanımız yoktur. Durum böyle olunca, genetik denemelerle insanlığın anlamını yitirmesi; bu kişiler için yadırganacak bir şey değildir.

      Bu nedenledir ki; bu gen teknolojilerine sıkı sıkıya sarılıp; mükemmelleşme hayalleriyle; insanı, yeniden dizayn etmeye çabalıyorlar.. Oysa, kendi sınırlarımızı bilmeden birşey olamayacağımız bilgisi; “derin şuurumuz”dan bize seslenmektedir. İşte bilim adamı Mihaly Csikszentmihalyi’nin, insanlığa uyarısı:

      “Küçük dozlarda yararlı olan biyolojik ve piskolojik işlevler, aşırı boyuta vardığında tehlikelidir. Şimdi olduğumuzdan daha duygusuz ve acımasız bir canlı türü ortaya çıkabilir.”

      İnsan, zihinsel potansiyelini sınırlayacak bir kusurla yüklenmiş değildir. Aksine, insanoğlu, kuşların ötüşünü duyacak, olağanüstü renk ve güzellikteki çiçeklerin kokusunu alacak, yaşadığı dünyayı ve gökyüzünü izleyip-araştırabilecek, hepsinden önemlisi, onu daima iyiye yöneltebilecek idrak ve sağduyu potansiyeline sahip bir varlıktır. Tüm bunlar insana, evrende özel bir anlam ve sorumluluk yüklemekte, onun başıboş ve rastgele bir evrime tabii, amaçsız bir varlık olmadığını bize göstermektedir. Gelecek kuşakları tasarlamak için, insan embriyolarında kalıcı genetik değişiklikler yapmak, insan uygarlığını, önceden tahmin edilemeyecek boyutlarda bir uçurumun kenarına sürükleyecektir.

      İnsan, zeka nimetine; dolayısıyla karar verme ve seçme iradesine sahip; bu yönüyle içinde yaşadığı evrenin yasalarıyla kayıtlı, hür-sorumlu ve maddeye hakim olmayı başaran, canlı bir varlık. Uçsuz-bucaksız bilinçaltıyla; yani maddi-biyolojik, ruh-his-duygu-arzu ve isteklerle yüklü; her an patlamaya hazır bir umman. İnsan, o derece komplike muazzam bir varlıktır ki; onun gerçek kopyasını çıkarmak bile imkansız gözükmektedir.

      Bugün, yaratılmış canlılar ve insanlar üzerinde deneyler düzenlemek; sonsuz ilim sahibi Yüce Allah’ın ilmi ve izniyle bilimde bir gelişme göstermek; hastalıkları tedavi etmek; canlı-bitki bilimini geliştirip; yeni ürünler elde etmek, elbette mümkündür, hatta bir gerçektir de.. Ancak canlıları ve özellikle insan gerçeğini, bütüncül bir şekilde; bugün de, yarın da kuşatamayacak olan sonlu boyutlu insanoğlu; Sonsuz Boyutlu Yaratıcı’nın eseri üzerinde, ancak sınırlı-sorumlu bir tasarrufta bulunabilir.

      Yaratıcı’nın yol göstericiliği ve izni olmadan, onun eserleri üzerinde oynarsanız; dünyanızı, yaşamınızı ve geleceğinizi, riske atarsınız. Bugün Allah’ın yarattığı bilim, bilişim ve teknoloji geliştikçe; insanoğlu, heyecana-hayale ve kibre kapılarak; her şeyi yapabileceğini sanıyor. Kendisini, adeta ilahlaştıracak yolda; hiçbir sınır tanımadan; para ve güç hırsıyla; dünyanın zenginliklerini, atmosferini, bitki ve canlılarını nasıl talan ettiyse; şimdi de, yaratılmışların en şereflisi olan insanı, aşağıların aşağısına indirmeye çabalayarak; en büyük kumarını oynuyor.

      Bugün, başta ABD olmak üzere, tüm dünyayı kaplamış bulunan “New Age Akımı”; insanın, tanrılık potansiyeli taşıdığını; yakın gelecekte bir boyut atlaması yaşayarak; “altın çağ”a geçiş yapacağı yalanını, tarikatları ve medyumları aracılığıyla pompalıyor. Raelianlar, scientology ve daha birçoğu, insanlığı habis bir ur gibi sarmış ve sözde bir kısım evrimci-bilimcilerin beyinleri, bu felsefeyle yıkanmış bulunuyor.

      Bu, insanlığı ve dünyayı helaka sürükleyecek şeytani-yeminli planın arkasında, elbette İblis ve köleleri bulunmaktadır. Tarih boyunca insanlığı helaklara sürükleyen bu yeminli düşmanın, çağdaş planı şudur: Cennette, Adem’e teklif ettiği gibi; bugün de insanoğluna; melek olacağı, tanrı potansiyeli taşıdığı ve ebedileşeceği zehirli yalanını teklif ediyor. İnsanın, “genetik olarak bu dönüşümü gerçekleştirebileceği tezi”ni, medyumları ve yaldızlı propagandalarıyla durmadan kulaklara üflüyor. Evrimci- hayalci bilimcilerin kulaklarına da bunu fısıldıyor. Mükemmel, hastalıksız, ölümsüz insan olmak, kulaklara hoş geliyor. Bu özellikler, cennet insanının özellikleridir. Bu melek insan, Yüce Allah’ın diriltmesi ve yeni bir yaratılışla yaratmasıyla mümkün olacaktır. İşte bunu bilen İblis, bu gerçeğe, yalan elbiseleri giydirerek; dünyada pazarlıyor. Yani, dünya cennet olacak, insan evrimleştirilerek ölümsüz melek-tanrı olacak.. İşte Adem’e hazırlanan tuzak da, tamı tamına buydu. Malesef Adem gibi; Ademoğlu da, bu tuzağa düşmüş ve düşecek gibi gözüküyor.

      Kim, sonsuz boyutlu ilmiyle, her şeyi kuşatan Yüce Allah’ın evrensel düzenine başkaldırmanın cevapsız kalacağını sanıyorsa, aldanıyor ve trajik sonunu hazırlıyor demektir. Tıpkı Eski Kavimler, Nuh Kavmi ve Atlantis Kavmi gibi.. Sonsuz İlim-yaratma sahibi olan ve ilmiyle her şeyi kuşatan Allah, bugün olmakta olanları bize, Kitabı’nda bakın nasıl bildiriyor:

      İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya yaşamıyla ilgili sözlerine taacub edersin(şaşırırsın). Ve o kimse, kalbindeki şeye(amaca), Allah’ı şahid getiren, inatçı-tartışmacı bir düşmandır.
      O, yönetimi ele geçirdiği zaman, Arz’ı bozmaya, toprağı-ürünü ve nesli(soyu) helak etmeye çaba harcar. Allah, (evrensel düzeni bozan) bozguncuları sevmez.
      [BAKARA(2)/204-205]

      Muhakkak onlar(müşrikler), O’nun(Allah’ın) dışında, dişileri(ilahları) çağırıyorlardı. Onlar, (gerçekte) kovulmuş şeytandan başkasını çağırmıyorlardı.
      Allah, onu lanetledi ve O(Şeytan) dedi ki: “Elbette, Senin kölelerin içinden belirlenmiş bir zümreyi, kendime (köle) edineceğim.”
      “Ve elbette onları saptıracağım, ümitlendireceğim; onlara, hayvanların kulaklarını kesmelerini emredeceğim. Elbette yine onlara, Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim.”Kim, Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, muhakkak o, apaçık bir hüsrana uğramıştır.
      (Şeytan), onlara vaat ediyor, onları ümitlendiriyor. Oysa Şeytan(İblis), onlara aldanmadan başkasını vaat etmez.
      [NİSA(4)/117-120]

      Hilal Nevruzoğlu
      yaklasansaat.com

      Kaynaklar:
      1) Francis Fukuyama, İnsan Ötesi Geleceğimiz, çev. Çiğdem Aksoy Fromm, Odtü Yy, Ankara, 2003.
      2) Jeremy Rifkin, Biyoteknoloji Yüzyılı, çev. Celal Kapkın, Evrim Yy. İstanbul, 1998.
      3) John Brockman, Gelecek 50 Yıl, çev. Nurettin Elhüseyni, Ntv Yy, İstanbul, 2007.
      4) Bill Mc Kibben, Genetik Mühendisliği ve İnsan Doğasının Sonu, çev. Fatma Çolak, Pınar Yy, İstanbul 2006.
      5) Mae Wan Ho, Genetik Mühendisliği Rüya mı Kabus mu? çev. Emral Çakmak, Türkiye İş Bankası Kültür Yy, İstanbul, 2001.
      6) James Shreeve, Gen Savaşları, çev. Özgür Atılım Turan, Doğan Yy, İstanbul, 2007.
      7) Ernst Peter Fisher, Genler ve Genom, çev. Barış Konukman, İnkılap Yy, İstanbul 2005.
      8) Begüm Akman, Taner Tuncer, Yaşamın Şifresi: İnsan Genom Projesi, Odtü Yy, Ankara, 2007.
      9) James D. Watson, İkili Sarmal, çev. Alev Serin, Tübitak Yy, Ankara, 2005.
      10) Atlas dergisi, Alev Belviranlı’nın, John Naisbitt ile yaptığı söyleşi.
      11) biltek.tubitak
      12) istanbul.edu
      13) ttb
      14) Hgalert
      15) yunus.hacettepe.edu
      16) stu.inonu.edu
      17) genbilim
      18) genetiklab
      19) wikipedia

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir