İBADET ve KÜLTÜR

İBADET ve KÜLTÜR
İbadet ve kültür, insan hayatının değişmez ikı’ana unsurudur. Ve her ikisi de bir inancın gereğidir. Toplum hayatına hangi inanç hakimse, o inancın ibadet ve kültürü toplum gündemini meydana getirir. Meselâ, Hristiyan inancının hakim olduğu Avrupa toplumunda ibadet ve kültürün kaynağı da Hristiyanlıktır. Kiliseler, kilise âyinleri, nikah merasimleri, özel günler, bayramlar, vaftizler ve daha niceleri hep mevcut Hristiyanlık inancının bütün Hristiyanlar tarafından yerine getirilen ibadetler; cümlesindendir. Ya-hudilerin de ibadetleri, kültürleri hatta her zamanki zulüm ve ifsatları tamamen inançlarının neticesidir. Müslümanların da ibadet ve kültürü, tamamen inancının bir gereğidir, neticesidir. Toplumun fertleri tarafından yaşanan çok basit bir olayda bile, onun bağlı bulunduğu inancın izlerini bulmak mümkündür.

Dolayısıyla; topluma mal olmuş, toplum fertleri tarafından benimsenmiş herhangi bir şeyi kabullenmek veya reddetmek, esasen o toplumun inancını kabul veya red manasına gelir. Bir de; ‘din ve vicdan hürriyetine’, ‘temel hak ve hürriyetlere’ evet veya hayır manasına gelir. Bu genel

kaidenin dışına da hiçbir fert ve hiçbir devlet çıkamaz.

Durum bu olunca; bir ferdin, toplumun, milletin inancını, ibadet ve kültürünü kabul etmenin, hoş görmenin hem insani hem de hukukî yönü vardır. İnsanî yönü vardır; çünkü her insan, doğuştan bir takım haklara ve hürriyetlere sahiptir ki, bu hak ve hürriyetler tamamen kendisine aittir. Yani başkasının ikramı veya lutfu değildir. Bu meselenin bir de hukukî yönü vardır. Çünkü; ferdin temel hak ve hürriyetlerine, vicdan ve din hürriyetine müdahale hukuken suçtur, cezâî müeyyideyi gerektirir.

Bir de şöyle bir netice ortaya çıkıyor: Bir dine inanmak ve gereğini yapmak, onun kültürünü yaşamak bir ferdin kendi tercihine kalmıştır. Tercihini hangi noktada kullanmışsa, artık toplumun ve devletin vazifesi, kişinin tercihi istikametinde ona yardımcı olmaktır. Toplumun ve devletin diğer bir vazifesi de; kendi insanının inancına zarar verecek başka kültürlere müsamaha etmemektir. Bu, hem devlet olarak kendi geleceği, kendi bağımsızlığı, hem de fertlerinin temel hak ve hürriyetlerini koruması bakımından şarttır.

Diğer bir husus; tarihî bir gerçektir ki; millet, ibadet ve kültürünün mücadelesini yabancılara, düşmanlara karşı verir, kendi milletine karşı vermez. Halbuki; bizde vatandaş, kanunların teminatı altında olan din ve vicdan hürriyetinin mücadelesini kendi aydınına, kendi bürokrasisine, kendi yöneticilerine karşı vermek zorunda bırakılmıştır. Böyle bir mücadele ortamını, hangi bahane ve gerekçe ile olursa olsun ortaya atmak, millet ve devlet bütünlüğü için en büyük tehlikedir. Hatta değil böyle mücadeleye sebep olmak; din ve vicdan hürriyeti, temel hak ve hürriyetler en açık ve net olarak teminat altına alınmalı ki hiçbir güç, o mahrem konuya gayr-i ciddi bir mantıkla yaklaşmasın. Yoksa, nasıl olur da bir millet kendi inancına ibadet ve kültürüne ters düşer, küfreder, ceza verir. Tabii ki bunun sebebi; o toplumda insanların inancının münakaşa edilir duruma düşmesi, başka milletlerin inançlarına ait kültürün

toplumu istilâ etmesi, tahakkümü altına almasıdır.

Esas olan, doğru olan; bir milletin bütün fertlerinin kendi inancıyla, ibadetiyle ve kültürüyle bir bütün olmasıdır. İdarî, siyasî, İlmî kariyer sahipleri, halk tabakasının tamamının devraldığı tarihî emaneti -ki o da inançtır, ibadettir, kültürdür- aynen muhafaza ederek kendisinden son ra gelen nesillere tekrar emanet etmesidir. Bu da; onu yaşamakla, yaşatmakla, okumakla, okutmakla olur.

Bütün bunlardan sonra deriz ki; bir millet kendi inancıyla, onun gereği olan ibadet ve kültürle ters düşmeye başlamışsa; bazıları, bazı kurumlar, güçler milletin inancının, ibadetinin, kültürünün aleyhine düşmüşse; bu husustaki faaliyetlerini planladığı şekilde zamanlamasını yaparak icraata koyabiliyorsa bunun hukukla, hürriyetle izahı yapılamaz. Burada millet iradesine, inancına çok açık bir tahakküm vardır. Bu tahakküm, herhangi bir hata neticesinde değil; tamamen bir kastın, ihanetin neticesinde yapılmaktadır. Bu noktada millete sahip çıkmayanlar, milletin yanında yer almayanlar, milletle bütünleşmeyenler en azından karşı tarafa prim vermektedirler. Bu da, dolaylı bir ihanetten başka birşey değildir. •

MADDİ vc MANEVİ YARDIMLAŞMA
Aile ve cemiyet hayatının gerçekleşmesi, bir mana kazanıp bütünleşmesi için maddî ve manevî yardımlaşma şarttır. Fertlerin, gerek aile ve gerekse cemiyet içerisinde bir bütünü meydana getirebilmeleri için birçok yönden birbirlerine bağlı ve bağımlı olmaları gerekir. Sıhhatimiz, gücümüz ve imkânlarımız ne kadar çok olursa olsu» yalnız olarak yaşamak, ihtiyaçları karşılamak mümkün değildir. Hayatı, bir bünyeyi meydana getiren uzuvlar gibi disiplinli bir organize içerisinde yaşamak zorundayız. Bütün fertlerin, bu cemiyette bir yeri ve vazifesi vardır. Binbir çeşit ihtiyacın karşılanmasında, herkes bir hizmeti ister istemez gerçekleştirmektedir.

Hayatın maddî cephesinde bu böyle olduğu gibi inanç ve fikir cephesinde de durum aynıdır. İnanç, fikir, ibadet ve ahlâk sahasındaki ihtiyaçlarımızı da yalnız başımıza karşılayamayız. Yani, hiçbir meselede fert kendi kendine yeterli değlidir. Dolayısıyla, kişiler istemeseler veya farkında olmasalar bile birbirlerine maddeten ve manen yardım etmektedirler, etmeye mecburdurlar.

Ancak, kişilerin ve toplumların, yanlış yönlendirilmesi neticesinde -bencilliğin, nemelâzımcılığm, hasedin ve kinin insanı kendinden uzaklaştırması münasebetiyle- daha çok kendi menfaatlerini gözeteceği bir gerçektir. Hem bu tip rahatsızlıklara düşmemek ve hem de cemiyet hayatında arzu edilen huzuru, birliği, dayanışmayı gerçekleştirmek için maddî ve manevî yardımlaşmaya ihtiyacımız vardır. Ayrıca bu husus, insan hayatında sevgi ve merhametin de ifadesidir. Hiç şüphesiz, sevgi ve merhamet de imandandır.

İşte bu noktada rahmet, mağfiret ve kurtuluş ayı olan Ramazan ve mübarek gün geceler mü’minler için hatta bütün insanlar için bir fırsat-ı ilâhiyedir.Kendimize, ailemize ve çevremize en faydalı olabileceğimiz zamanlardır. İnancımızı, fikrimizi, düşüncemizi aile fertlerimize, akraba ve hısımlarımıza, öğrencimize, işçimize, memurumuza, meslektaşlarımıza tavsiye etmenin tam zamanıdır. Farz, vacip, sünnet, müstehab olsun bütün ibadetlerle hayatımızı Rab-bimize adamalıyız. Konuşabildiğimiz herkese tavsiye ve telkin etmeleyiz. Manevî yardımlaşmadan maksat budur. Cenâb-ı Hak, Asr Sûresinde bunu; “Birbirlerine hakkı tavsiye edenler” diye haber veriyor. Mâide Sûresinde de; “iyilikte ve takvada yardımlaşmak hususunda yarışınız” buyurulmaktadır.

İnsanlar manevî yönden, bilgi yönünden çok farklı oldukları gibi, maddî imkânlar bakımından da birbirlerinden farklıdırlar. Öyle ki, kimisinin servetini saymaya ömür yetmez; kimisi de saymaya birşey bulamaz. Kimisinin anası, babası, çocukları, akrabaları, çevresi bir hayli geniştir ama diğeri yapayalnızdır. Yani, Cenâb-ı Hak çeşitli sebep ve hikmetlerden dolayı kişileri farklı şartlarda, farklı nimet ve külfetlerde yaratmıştır. Bu farklılığın sulha veya zulme sebep olmaması için karşılıklı hak ve vazifeleri de yine Ce-nâb-ı Hak emir ve tavsiye buyurmuşlardır. Fakirin, yetimin, kimsesizin, muhtacın, âcizin, komşunun gözetilip korunması âyet ve hadîslerle mükâfaat ve ceza çerçevesi

içerisin de ele alınmıştır.

Madem ki insanlar aile, akraba, hısım, komşu, mes-lekdaş, hemşehri vb. bakımlardan birbirleriyle içiçedirler, o halde karşılıklı hak ve vazifelerin olması tabiidir, zaruridir.

Bu hak ve vazifelerin kimisi mecburidir, kimisi de ihtiyarîdir. Zekât, farz; kurban, vâcib; diğer hayır ve hasenât kabilinden yapılan işler ihtiyaridir. Fakat ihtiyarî olarak kabul edebileceğimiz işler, bazen şartların gereği bizzat mesuliyetimizin dahiline girebilir. Zaten mü’min, mükâfaat ve cezayı da kendi dar kalıpları içerisinde düşünmeyip dünya ve ahiret bütünlüğü inancıyla ele aldığından, hep Cennete-Cemâlullaha tâliptir. Kendisi, bir kulun o ihtiyacını karşıladığı zaman, Cenâb-ı Hakk’ın onun daha büyük bir ihtiyacını karşılayacağına kesin olarak inanır ve güvenir.

Yine mü’min, dünyanın ve nimetlerinin fâniliğine, Cennet nimetlerinin enginliğine, sonsuzluğuna kesin bir mana ile inanmaktadır. Bu bakımdan mü’min, Allah’ın kendisine verdiği bu geçici imkân ve nimetlerden ne kadar ikram ve ihsanda bulunursa; onlarca, yüzlerce, binlerce katının kendisine verileceğinden şüphe etmez.

Bütün bunlardan anlaşılan odur ki; gerek içinde bulunduğumuz tabii ve fıtrî şartlar, gerek beşerî münasebetler ve gerekse ilâhî emirler açısından insanların, ailelerin ve cemiyetlerin şerde değil hayırda, maddeten ve mânen birbirleriyle yardımlaşmaları icab etmektedir. İhtiyaç, hastalık, düğün, doğum, ölüm, hülâsa; her an bir ve beraber olmak; hep yardımlaşmak; sevgiyle, merhametle yaklaşmak; kusur ve suç aramadan önce binlerce vazifemizin ve mesuliyetimizin olduğunu unutmamak, hem insan olmamızın hem de mü’min olmamızın gereğidir.

Hayatın bütünü içerisinde ibadetlerimiz ve bütün meşguliyetlerimizi bu ölçüyle tekrar ele almakta fayda vardır. Fakirlerimizi, yoksullanmızı, kimsesizlerimizi biz himaye edeceğiz; biz yedirip giydireceğiz; biz okutup eğiteceğiz;

dinini, örfünü biz öğreteceğiz veya birinci derecede biz yardımcı olacağız.

Ben, sen, o değil; biz yapacağız. Ben insanım diyen, ‘inandım’ diyen herkes yapacak. Zira “Mü’minler ancak kardeştirler”. Mü’minler birbirlerinin yardımcıları, velileridirler. Mü’minler, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Mü’minler, ahirete yakînen inanırlar

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*