İkinci Abdulhamid Han’ın Aşiret Politakası
Bu aşiretlerin mensupları Dîn-i Mübîn-i Muhammedi’nin kudsi-yetini ve halifeye itaatin farz oluşunu anladıkça sahranın ziraat yapılması mümkün olan mahallerinde yerleştirilip ziraat ve çiftçiliğe başlayarak yerleşik hayata geçeceklerinde ve kendilerinden gelecekte beklenilen faydanın tamamen meydana çıkacağında şüphe yoktur. ”
bulunduklarından yol ve yordamına göre tebliğ edilen dinin hükümlerini büyük memnuniyetle dinleyip kabul ederek dinin hakikatlerini yavaş yavaş öğrendikçe bu ana kadar cehalet içinde, merhametsiz ve duygusuz bir halde yaşadıklarından dolayı üzüntülerini bildirmekte ve padişahımız sayesinde dinin hükümlerini öğrenmek gibi büyük bir nimete nail oldukları için padişahımıza başlarını açarak duâ etmektedirler.
Bu aşiretlerin mensupları Dîn-i Mübîn-i Muhammedi’nin kudsiyetini ve halifeye itaatin farz oluşunu anladıkça sahranın ziraat yapılması mümkün olan mahallerinde yerleştirilip ziraat ve çiftçiliğe başlayarak yerleşik hayata geçeceklerinde ve kendilerinden gelecekte beklenilen faydanın tamamen meydana çıkacağında şüphe yoktur. Ama çölde yaşayan bu insanlar arasında âdet haline gelmiş olan ‘gazve’ ortadan kaldırılmadıkça bahsolunan fayda sağlanamadığı gibi hoca efendilerin harcamakta oldukları ve gelecekte de harcayacakları mesainin ve yapılacak masrafların dahi hiçbir faydası
Aşiretlerin Eğitimi
Aşiretlerin eğitilmesi ile alakalı, Mehmed Şakir Bey tarafından 3 Ağustos 1900 tarihinde padişaha sunulan bu rapor şöyledir:
“On sene önce Suriye vilayeti dâhilinde yeniden kurulan Kerek Sancağı sınırları içerisindeki çöllerde yaşayan Arap aşiretlerine dîn-i mübîni öğretmek maksat ve gayretiyle, geçen sene çıkmış olan padişahın iradesine uygun olarak Şeyhülislâm’ın o tarafa göndermiş olduğu hoca efendilerle Hicaz tarafından dönüşüm sırasında Maan’da görüştüm.
Bahsi geçen hocaların çöllerde yaşayan bu aşiretler hakkındaki düşüncelerini padişahımızın yüce makamlarına aşağıdaki şekilde özetle arz eylerim.
Şöyle ki;
Bu Arap aşiretleri son derecede cahil ve inançları bozuk kimseler olmakla beraber gayet akıllı ve zekî
bahsedilmektedir. Bu aşiretler kendi aralarında “gazve” dedikleri ve tamamen gayrimeşru bir şekilde birbirlerine saldırıp mallarını ve canlarını gasp ediyorlardı. Devlet bu durumun oralarda yaşayan insanların cahilliğinden kaynakladığını görüp onları eğitmek için İstanbul’dan oraya âlimler göndermişti.
Devlet tarafından çok iyi bir şekilde yetiştirilerek her yönüyle kâmil bir insan olmalarına ihtimam gösterilen bu âlimler, Bâb-ı Fetvâ tarafından yetiştirilmekteydiler ve gittikleri yerlerdeki aşiretlere İslâmiyet’in gerçekte neleri emredip neleri yasakladığını anlatarak, onları içinde bulundukları cehaletten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Vesikada, Suriye ve genel olarak Hicaz bölgesindeki urbanın (çöllerde yaşayan Arap kabileleri) devlete itaatten tamamen habersiz olduğundan bahsediliyor. Devamında da Islâm dininin hükümleri ve itaatin farz oluşu kendilerine anlatıldıktan sonra bu insanların o zamana kadarki yaşayışlarından çok pişman olup padişaha minnetle dua ettikleri bilgisi yer alıyor.
Diğer taraftan, Suriye’den Hicaz’a uzanan bölgede yaşayan bütün aşiretlerin itaat altına alınabilmesi için, aşiret mensuplarının tamamına Islâm dininin hakikatlerinin güzel bir şekilde anlatılarak yanlış inanç ve itikatlardan kurtarılmasının lüzumuna işaret ediliyor.
Raporda, bölgeye gönderilecek memurlarda bulunması gereken vasıflar hakkında ise şöyle denmekte: “Bir de aşiretlere, devlet tarafından görevlendirilen her türlü memurların dinine bağlı, haram yemekten kaçman, kötü içeceklerden ve sarhoşluktan sakınan kimselerden seçilmesi lüzumludur; zira yiyip içip eğlenmeyi huy edinmiş olan, halleri birbirine benzer kimseler, henüz dinin kurallarını yeni öğrenmek üzere bulunan aşiretler nezdinde nefrete yol açmakla beraber pek ziyade kötü tesire dahi sebep olmaktadır.”
Tarihe bahhğımızda
görürüz ki meydana gelen hadiseler karşısında çözüm yolları bulmak, kişilere ve devletlere göre farklılıklar göstermektedir. Bu da daha ziyade o hadiseye hangi gözle bakıldığına bağlı bir durumdur. Mesela bir memleketin insanları açlıktan ve kıtlıktan birbirlerinin hakkına riayet etmediklerinde ve bir karışıklık ortaya çıktığında, o memleketin idarecileri bu durumu terör saldırısı olarak değerlendirirlerse elbette çözüm zor olacaktır. Fakat doğru bir şekilde anlayıp da ona göre tedbirler alırlarsa insanlar arasındaki bu karmaşa sona erip mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayacaklardır.
Tarih bizlere bu tarz hadiselerin nasıl meydana geldiğini ve ne gibi tedbirlerin alındığını öğretmektedir.
Osmanlı Devleti’nin altı asır hüküm sürmesinde de halkının ihtiyaçlarını çok iyi bir şekilde görüp yerinde ve zamanında gerekli tedbirleri almasının büyük payı vardır. Memleketlerinin refahı ve halkının huzuruna çok önem veren Osmanlı idarecileri bunu temin için büyük gayretler ortaya koyup birçok yolları denemiştir. Mesela aynı bölgede yaşayan ve birbiriyle anlaşamayan iki aşiret olduğunda onlardan birini başka bir yere nakletmiştir. Bunun yanı sıra halkın maddi ihtiyaçlarını karşılarken manevi ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Devletin sınırları içinde bulunan ilim adamlarına ve âlimlere sahip çıkıp onları el üstünde tutarak bulundukları yerlerdeki halkın eğitimi ve manen terakkileri için büyük gayretler sarf etmişlerdir. Nitekim yine tarih bize göstermektedir ki, maneviyatı kuvvetli olan küçük ordular kendilerinden kat kat fazla ordulara karşı galip gelmişlerdir.
Bahsettiğimiz bu durumu Osmanlı Arşivlerinden ulaştığımız ve Sultan ikinci Abdülhamid Han devrine ait bir vesikada müşahhas bir şekilde görmekteyiz.
1900 yılına ait bu vesikada Suriye çöllerinde yaşayan ve devlet idaresinden uzak kalan aşiretlerden
“Bu aşiretlerin mensupları Dîn-i Mübîn-i Muhammedi’nin kudsi-yetini ve halifeye itaatin farz oluşunu anladıkça sahranın ziraat yapılması mümkün olan mahallerinde yerleştirilip ziraat ve çiftçiliğe başlayarak yerleşik hayata geçeceklerinde ve kendilerinden gelecekte beklenilen faydanın tamamen meydana çıkacağında şüphe yoktur. ”
bulunduklarından yol ve yordamına göre tebliğ edilen dinin hükümlerini büyük memnuniyetle dinleyip kabul ederek dinin hakikatlerini yavaş yavaş öğrendikçe bu ana kadar cehalet içinde, merhametsiz ve duygusuz bir halde yaşadıklarından dolayı üzüntülerini bildirmekte ve padişahımız sayesinde dinin hükümlerini öğrenmek gibi büyük bir nimete nail oldukları için padişahımıza başlarını açarak duâ etmektedirler.
Bu aşiretlerin mensupları Dîn-i Mübîn-i Muhammedi’nin kudsiyetini ve halifeye itaatin farz oluşunu anladıkça sahranın ziraat yapılması mümkün olan mahallerinde yerleştirilip ziraat ve çiftçiliğe başlayarak yerleşik hayata geçeceklerinde ve kendilerinden gelecekte beklenilen faydanın tamamen meydana çıkacağında şüphe yoktur. Ama çölde yaşayan bu insanlar arasında âdet haline gelmiş olan ‘gazve’ ortadan kaldırılmadıkça bahsolunan fayda sağlanamadığı gibi hoca efendilerin harcamakta oldukları ve gelecekte de harcayacakları mesainin ve yapılacak masrafların dahi hiçbir faydası
Aşiretlerin Eğitimi
Aşiretlerin eğitilmesi ile alakalı, Mehmed Şakir Bey tarafından 3 Ağustos 1900 tarihinde padişaha sunulan bu rapor şöyledir:
“On sene önce Suriye vilayeti dâhilinde yeniden kurulan Kerek Sancağı sınırları içerisindeki çöllerde yaşayan Arap aşiretlerine dîn-i mübîni öğretmek maksat ve gayretiyle, geçen sene çıkmış olan padişahın iradesine uygun olarak Şeyhülislâm’ın o tarafa göndermiş olduğu hoca efendilerle Hicaz tarafından dönüşüm sırasında Maan’da görüştüm.
Bahsi geçen hocaların çöllerde yaşayan bu aşiretler hakkındaki düşüncelerini padişahımızın yüce makamlarına aşağıdaki şekilde özetle arz eylerim.
Şöyle ki;
Bu Arap aşiretleri son derecede cahil ve inançları bozuk kimseler olmakla beraber gayet akıllı ve zekî
yaşayanların ne yerleşmeleri ve ne de şehir hayatına geçmeleri mümkün olmayacağı bellidir.
Bir de aşiretlere, devlet tarafından gönderilen her türlü memurların dinine bağlı, haram yemekten uzak, kötü içeceklerinden ve sarhoşluktan sakınan kimselerden seçilmesi lüzumludur; zira yiyip içip eğlenmeyi huy edinmiş olan, halleri birbirine benzer kimseler, henüz dinin kurallarını yeni öğrenmek üzere bulunan aşiretler nezdinde nefrete yol açmakla beraber pek ziyade kötü tesire dahi sebep olmaktadır.
Padişahımız sayesinde bütün Osmanlı memleketlerinin her tarafında, en ücra köşelerinde bile çeşitli yenilikler icra olunduğu ve bilhassa mübarek Hicaz kıtasında büyük tren hattının inşa ve uzatılmasına teşebbüs edildiği şöyle bir sırada çöldeki aşiretlere evvelce birtakım hocalar gönderildiği gibi diğer aşiretlere de dîn-i mübîni öğretmek ve bilhassa şu gazve meselesinin mevcudiyetini ortadan kaldırmak, göçebe olarak çöllerde yaşayanları medenileştirmek ve yapılacak tren hattının güzelliklerini kendilerine
anlatmak için Arap lisanını iyi bilen bir miktar daha hocaların gönderilmesi çok iyi olacaktır. Ve bazı aşiret reislerine ve bilhassa bu babda pek çok hizmeti görülmüş olan Maan şeyhine dördüncü rütbeden nişanlar verilmesinin gelecekte pek büyük güzelliklere sebep olacağı padişahımız tarafından bilindiğinden, bu hususta ve her halde ferman padişahımız efendimizindir.”
Fî 6 Reblülâhir sene 1318 ve Fî 20 Temmuz 1316 (3 Ağustos 1900)
Kâtib-i Hazret-i Sehriyârî, Abd-i Memlûkları Mehmed Şakir
Suriye Halep’ten genel görünüm
Mısır, yerli halk, 1911
Kaynak: BOA, Y.PRK.SGE, 9/2.
olmayacağında şüphe yoktur.
Çöllerde yaşayan insanlar arasında âdet haline gelmiş olan ‘gazve’ ise şudur ki; aşiretlerden biri kendi halinde işiyle gücüyle meşgul olup dururken bir gece vakti diğer bir aşiret birdenbire üzerlerine hücum ile hayvanlarını ve eşyalarını gasp ve yağma, kızlarını zincirle bağlayıp esir etme ve vakit bulup da müdafaaya kıyam edenleri öldürme ve idama kadar cesaret ederek çıkıp gitmekten ve işbu yağma edilen aşiret dahi bir müddet sonra bir fırsat gözeterek sırf intikam ve mallarını geri alma sebebiyle yağma eden aşirete hücumla kendilerine yapılan aynı muameleyi belki daha fazlasıyla yaptıktan sonra ganimetlerini alıp geri dönmelerinden ibarettir. Ve aşiretler arasında helal kabul edilen işbu gasp muamelesi, aşiretler arasında hayat devam ettikçe bu suretle sürer gider.
Gazve adı verilen işbu vahşi misillemenin, inanıldığı gibi helal olmayıp bilakis kesin hükümlerle haram olduğu ve haramı helal kabul edenlerin ise dinen küfürlerine hükmolunduğu hoca efendiler tarafından anlatıldıkça biçare insanların bu ana kadar işledikleri gazvelerden ve bunları helal kabul ettiklerinden dolayı ne suretle pişman olduklarını ve tövbe ettiklerini tarif mümkün değildir.
Çöllerde yaşayanlar işbu gazvenin haramlığının kendi aşiretlerine anlatıldığı şekilde diğer aşiretlere de anlatılmadıkça hiçbir vakit bunların taarruzundan korunamayacaklarını ve saldıranlara karşılık vermezlerse kendileri için çöllerde yaşamanın mümkün olmadığını
söylüyorlar. Ve Osmanlı saltanatı tarafından kendilerine gönderildiği gibi diğer aşiretlere de birer din muallimi tayin edilerek bu hakikatlerin onlara dahi öğretilmesi ve anlatılması lüzumuna işaret ediyorlar.
Çöl ahalisinin pek doğru ve haklı olan bu düşünceleri ve önemli iddiaları göz önüne alınarak gereken yapılmadıkça Arabistan çöllerinde
Osmanlı hanedanını seven bir asker ve yönetici olarak memleketlerine dönmesi idi.
Yatılı olan mektebin masrafları devlet tarafından karşılanıyor, talebelere ayda 30 kuruş harçlık veriliyordu. Talebeler 2 senede bir husûsî vazifeliler nezâretinde memleketlerine izne gönderiliyordu. Bu mektepte, Kur’ân-ı Kerîm ilimleri, Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, matematik, coğrafya, usul-i defteri, mâlûmât-ı mütenevvia, Islâm ve Osmanlı Târihi, resim, hıfzus-sıhha, ayak tâlimi (yürüyüş) vb. dersler okutuluyordu. Mektepte müdür ve muallimlerden başka, doktor, eczacı, imâm, muhâsebeci, dâhiliye zâbitleri vazîfe yapıyordu. Rüşdiye – îdâdî (lise) seviyesindeki bu mektebi bitirenler, Harbiye ve Mülkiye Mekteplerine girebiliyorlardı.