Kanser Hastasından | Mânânın Avucundaki Beden
Onk.Dr. Halûk Nurbâki
İnananların inanmayanlara sağladıkları üstünlüklerden biri de, şüphesiz maddenin, dolayısıyla bedenin ardındaki gerçek gücü sezmeleridir. İlâhî sırları taşıyan ruha gerçek mânâda inanmak, yeri geldiğinde maddeyi aşabilmenin anahtarıdır. Bu hikmeti, yurdumuzun pek çok yöresinde hâlâ canlı olan “Al-peren Destanları ”nı dinledikçe daha iyi anlarsınız.
Fahr-i Kâinat Efendimizden (S.A.V.) aldığı mânevî emirlerle Anadolu’da akıl almaz kahramanlıklar sergileyen Battal Gazi’den sonra, özellikle onikinci yüzyılda yoğunlaşan şanlı Islâm mücahidle-rinin arasında, şehitliklerini başları be-
denlerinden ayrıldıktan sonra da kılıç sallayarak tamamlayanlar bile vardır. Bu yüzden Alperenlerin birçoğu “kesik-baş” olarak yâd edilir. Milletimiz,, başları kesildikten sonra bile bir süre savaşan bu velîlere içten bir inanç taşır.
Bedenin, yani maddenin herşey demek olmadığını ortaya koyan bu örnekler, Ulubatlı Haşan’ın surlara Türk bayrağını dikmesinde de adım adım yaşanmıştır. Ne üzerine dökülen kaynar yağlar; ne de vücuduna ardarda saplanan oklar, onun hayatına son vermemiş, aksine o mânânın; bedeni avuçlarında tutan gücünü teşkil etmiştir.
Ben kırk yıllık bir kanser uzmanı
olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış olan bir olayı size nakletmek istiyorum:
Kanser Hastahanesinde başhekimken, Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap’ ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allah’ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’m da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için İzmir’e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat karda mahsur kalmış. Bu yüzden hastalık, dönüşünden kısa bir süre sonra, kemik ve akciğerlerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki metastaz (başka organa sıçrama) dolayısıyla yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerlerindeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes olmak zorunda kalıyordu.
Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
-Doktor bey, dedi. Ben… size… dargınım.
-Niçin? diye sordum.
-Siz… dindar… bir… insanmışsınız… Niçin… bana… da, Allah’ı… ölümü… ve âhireti… anlatmıyorsunuz?
Dinî inançlarının çok zayıf olduğunu
bildiğim için, bu teklifi karşısında oldukça şaşırmıştım. Onu üzmemeye çalışarak:
-Doktorlara ulaşmak kolaydır, dedim. Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak imân tedavisi için gönülden istek duymalısın…
Konuşmaya mecâli olmadığından “ben o isteği duyuyorum” mânâsında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanısıra, ebedî hayatın ve saadetin reçetesi olan imân tedavisi başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için
bu dersler, “hızlandırılmış öğretim” e dönüşmüştü.. Anlattığım imân hakikatlerini bütün ruhuyla mezcediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatına bir hafta kadar kala: -Doktor bey, dedi. Ben… ölürken… ne … söylemeliyim?
-Senin durumun çok özel, dedim. Kelime-i şehadet getirmek sana uzun gelir. O anı farkedince “Muhammed” (S.A.V.) de yeter.
O haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.
Çok ıstırabı olduğu için Serap’a sürekli olarak morfin yapıyor ve onu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde, annesi telefon ederek:
-Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor, dedi. Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.
Hemen evine gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.
-Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son ttefeste “Muhammed” diyemezsem?
işte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben, hiç âdetim olmadığı halde Cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine olacak ki, Salı gününe kadar yaşayacağına dair bir işaret sezdim.
Ertesi gün ona:
-Hiç korkma, dedim. İğneyi vurdura-bilirsin.
Ve serap, bir vedâ niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu sordu: -Doktor bey… Azrail… bana… nasıl… görünecek?
-Kızım dedim. O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.
Salı günü Serap ın ağırlıştığı haberini alınca hemen evine gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam mânâsıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
-Doktor bey, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı, dedi ve devam etti: -Serap, bir saat önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkânsız” denmesine rağmen kalkarak gusül ab-desti aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve ke-lime-i şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-Doktor bey’e söyleyin, dedi. Azrail onun söylediğinden de güzelmiş.
Serap, son yolculuğunu işte böyle tamamladı.
Bu hâdiseyi, aile fertleriyle birlikte kaleme aldım ve onun son andaki mucizevî hallerini, bir zabıt halinde tesbit ettim.
Serap’ı rahmetle anarken, sizlere soruyorum:
Doğduğu andan itibaren “Ümmetî, ümmetî” diyen ve ümmeti için her zorluğa katlanan Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.), O’nun ismini söyleyebilmek için korkunç ıstıraplarına rağmen morfin yaptırmayan bir insanı, son nefesinde yalnız bırakır mı hiç?