wiki

M ÂLİK BİN DİNÂR

Meşhûr âlim ve velî­
lerden. Künyesi Ebû Yahyâ’dır. Doğum
tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 131 (m.
748; senesinde Basra’da vefât etti. Babası
bir rivâyete göre Sicistân diğer bir rivâyete
göre Kâbil esirlerindendi. Mâlik bin Dînâr
(r.a*.;; Enes bin Mâlik, Ahnef, Hasen-i Basrî,
İbn-i Şîrîn, Ikrime ve daha birçoklarından
hadîs rivâyet etmiştir. Kardeşi Osman
Hâriş bin Vecih, Abdüsselâm bir. Harb, Ca’
fer bin Süleyman Ed-Dâbî ve başkaları da
ondan hadîs rivâyet etmiştir. İlmi Hasen-i
Bâsrîden (r.a.; öğrendi ve O’nun sohbetinde
kemâle geldi. Hattatlık yaparak geçimini
temin ederdi. Gençliğindeki sefih (kötü)hâline tövbe edip, dîne uyma hususunda
son derece titiz davranmış ve yükselmiştir.
Duâsı kabul olanlardandı. Kerâmetleri ve
menkıbeleri meşhûr olan bu zâta, Mâlik i
Dînâr (Dînâr sâhibi) da denilmiştir. Bu
ismin verilmesinin sebebi şöyle rivâyet
edilmektedir: Bir defasında gemiye binmişti.
Gemi ilerleyince gemici ondan ücret
istemiş, o da parasının olmadığını söyleyince,
bayıltıncaya kadar dövmüşlerdi.
Ayılınca, ücreti vermezsen seni denize atacağız
diyerek tutup kaldırdıklarında, suyun
yüzünde bir çok balıkların ağızlarında birer
dinâr (altın; olduğu halde gördüler. Bunuri
üzerine o, balıkların ağzından iki dinâr alıp
gemicilere vermiştir. Gemiciler bu hâli
görünce onun evliyâ olduğunu anlayarak
özür dilemişler. O ise bu hâdise üzerine
gemiden inip, deniz üzerinde gözden kayboluncaya
kadar yürüyüp gitmiştir.
Buyurdular ki: “Hasta olduğum bir
zamanda kimsem yoktu. Ba’zı şeylere ihtiyâcım
vardı. Yürümeye takatim olmadığı
halde, sıkıntı ile yavaş yavaş yürüyerek çarşıya
çıktım. Bu sırada şehrin ileri gelenlerinden
birisi geçiyordu. Bekçiler bana
kenardan yürü diye bağırdılar. Takatim
olmadığı için yavaş yürüyordum. Biri geldi
omuzuma şiddetli bir kamçı vurdu. Ertesi
gün o adamın elinin kesildiğini duydum.”
“Din bakımından faydalanmadığın
kimse ile dostluğu terket. Amellerin en
güzeli ihlâsla yapılan ameldir.” “Âlim, bildiği
ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının
yalçın kayadan kayması gibi va’z
ve nasîhatı gönüllerden silinir gider.”
“Bahar yağmurlan yeryüzünü yeşillendirdiği
gibi, Kur’ân-ı kerim de kalbin yağ­
murudur ve onu canlandınr.” Yine buyurdu
ki; “Şu üç şey dünyâda en güzel kazançtır.
Birincisi; Allahü teâlânın sevgili kullannın
sohbetinde bulunmak ve din kardeşleri ile
sohbet etmek. İkincisi; geceleri teheccüd
namazı kılmak ve doya doya Kur’ân-ı kerim
okumak. Üçüncüsü de; Allahü teâlâyı hiç
unutmayıp, O’nu zikretmek.”
Buyurdu ki; “Şu beş şey bedbahtlığın
alâmetidir: Birincisi, gözün yaşarmaması.
İkincisi, kalbin katı olması. Üçüncüsü,
hayâsızlık. Dördüncüsü, dünyâya düşkün
olmak. Beşincisi, dünyâ için canından
endişe etmektir. Mü’min olan kimse Allahü
teâlâdan korkar, boş sözlerden dilini korur.”
“Üç şey gönlü öldürür: Çok yemek, çok
uyumak, çok konuşmak.”
Mâlik bin Dînâr bir yıl hacca gitti. Haccını
tamamladığı gece rü’yâsında bir ses
işitti. Şöyle deniyordu:
“Yâ Mâlik hacca gidenlerden Muhammed
oğlu Abdurrâhman affedilmedi.”
Sabahleyin çevresinde Muhammed oğkı
Abdurrahmân’ı aramaya başladı. Sorduklan
kimse ona: “Aradığın kimse Kuy’ân
ehlidir. Her yıl hacca gelir” dediler. Araya
araya onu bir köşede Kur’ân okurken buldu.
Abdurrâhman O’nu görünce bir ah çekip
bayıldı. Daha sonra şöyle dedi:
“Beni rü’yânda gördün. Bana, Allahü
teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin
değil mi?”
Mâlik bin Dînâr çok şaşırdı. Ona hayret
edip sordu:
“Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok
merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin
affetmiyor. Ne günâh işledin?”
“Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki
içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam
beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni
çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir
gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ
etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı
büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki
küplerini yok ettim. Kölelerimi azât ettim.
Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim.
Her yıl böyle hacca gelir duâ ederim.
Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rü’
yâmda: “Allah seni affetmedi” diye söyler.”
Tekrar ağlamaya başladı. Onun bu
hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup
yerini öğrenerek onun yanına gitti. Babası
o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı: Hoşgeldin yâ Mâlik!”
“Beni nasıl tanıdın?”
“Bugün Allahü teâlâya duâ edip, seni
görmeği dilemiştim.”
“Seni ziyaretimin bir sebebi var.”
‘‘Buyurun bir isteğiniz varsa hemen
yerine getiririm.”
“Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun
Abdurrahmân’ı tutup Cehenneme götürü­
yorlar. Onu bu hâlde görsen üzülmez
misin?” Bunu duyunca babası ağlamaya
başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki:
“Sen şâhit ol ki, oğlumun kusurunu affettim
ve ona hakkımı helâl ettim.”
Daha sonra Mâlik bin Dînâr, ondan izin
alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi:
“Baban senin suçunu bağışladı. Biraz
sonra seni görmeye gelecek.” Bunu
duyunca Abdurrahmân ağlayarak tekrar
bayıldı. Bu sırada babası geldi. Mâlik bin
Dînâr’a ricâ etti. “Oğlumu affettim, öbür
âleme göçeceği yakın zannediyorum. Şehâ-
det getirip rûhunu teslim etsin.” Mâlik hazretleri
Şehâdeti telkin etmeğe başladı.
Fakat Abdurrahmân cevap vermiyordu.
Nihâyet gözlerini açıp, karşısında babasını
görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki:
“Babacığım ne olur, gel sende benim
gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!” “Ey
gözümün nûru! Ben suçunu bağışladım.
Senden râzı oldum.”
Bu sırada Abdurrahmân iki defa şehâ-
det getirdi.
Mâlik bin Dînâr ona sordu:
“Hâlin nasıldır?”
“Baygın halde iken başucumda elinde
topuz olan bir melek durup bana: “Baban
senden râzı değil! Bu topuzla senin başına
vuracağım” dedi. Az sonra, başka bir melek
gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını
sildi ve dedi ki: “Şehâdet getir! Baban ve
Allahü teâlâ senden râzı oldu” dedi.
Bunlan söyler söylemez rûhunu teslim
etti.
Birgün Basra vâlisi Mâlik bin Dînâr’a
(r.a.ı der ki: “Ey Mâlik, bize karşı bu kadar
ağır konuşabilmen için sana cesaret veren
ve bizi mukabele etmekten âciz bırakan şey
nedir biliyor musun? Dünyâya hiç değer
vermemen ve bizden beklediğinin
olmamasıdır.”
Yanına bir köpek gelip oturduğu zaman
ona birşey yapmaz ve kovalamazdı. Buyururdu
ki; “Bu köpek, kötü arkadaşdan daha
iyidir, kişinin iyi insanlan yanında bulup
da doğru yola gitmemesi, şer (kötülük/ olarak
kendisine yetişir.”
Rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’
zılan: “İki haslet vardır ki, bunlar bir
m ü’minde bulunmaz. Bunlar kötü huy
ve bahillik (cimrilik) tir.” “Allah korkusu
h er hikmetin başıdır ve vera’ da
(şüphelileri terk etmek) am ellerin seyyi>
didir.”
Endülüs Emevileri’ne ait bir tabak.
Buyurdular ki:
“Kimin gözü ve gönlü, fânî hayattan
bâkî hayat hakkında iyi bir ibret dersi
almamış ise, iyi bilinmeli ki o adamın kalbi
perdeli, ameli de azdır.”
“Her kim dünyâya evlenme teklifinde
bulunursa, dünyâ ondan nikâhının bedeli
olarak dîninin tamamını ister.”
Mâlik bin Dînâr’a (r.a.) sormuşlar “Yâ
Mâlik, bu gün nasıl sabahladınız?” O da
cevâbında: “Öyle bir halde sabahladım ki;
ömrüm kısalıyor, günahlarım ise artıyor!”
“Kulun lüzumsuz ve boş şeylerle vakit
geçirmesi kalbi karartır, bedeni zayıflatır,
geçim sebeplerini de zorlaştırır.”
“İnsan, kendisi sâlih olmadığı halde
sâlihlerin şeref ve haysiyetine dil uzatacak
olursa, başka günahı olmasa bile bu ona
yeter!”
“Şu zamanlarda insanların kardeşliği,
aşçının çorbasına benzedi. Kokusu güzel
fakat tadı yok.”
Mâlik bin Dînâr kirâ ile bir ev tutmuştu.
Komşusu Yahudi idi. Bu evin güney tarafı
yahudinin evinden yana idi. Yahudi yaptığı
pisliği bu duvara atarak devamlı kirletmeyi
âdet haline getirmişti. Uzun bir
zaman geçmesine rağmen bir şikâyet gelmediğine
hayret eden Yahudi, Mâlik bin
Dînâr’a gelerek, “Halâdan, pis kokudan
rahatsız olup olmadığını sordu. Mâlik bin
Dînâr ise rahatsız olduğunu, fakat yıkayıp
temizlediğini bildirdi. Yahudi hayret içinde
bu sıkıntıya niçin katlandığını sorduğunda,
cevâben; “Allahü teâlâmn nzâsı için.”
Çünkü o buyurdu ki: “ Ve öfkelerini
yutup insanları affedenler.” (Âl-i İmrân
134 ı. Yahudi bunun üzerine “Ne iyi bir din
ki, Allahın dostu, Allahın düşmanının verdiği
eziyetlere katlanmakta, aslâ feryâd
etmemekte, kimseye söyleyip şikâyet
etmemektedir” diyerek müslüman oldu.
Birgün hasta ziyâretine giderken Mâlik
bin Dînâr (r.a.) durumu şöyle anlatıyor:“Hastanın hâlinden, ölüm durumunun
yakın olduğu anlaşılıyordu. Kendisine
Kelime-i şehâdeti telkin etmek (söyletmek;
için uğraştım. Fakat ne kadar uğraştımsa
da söylettiremedim. O durmadan on, onbir
diyordu. Sonra kendisine gelip bana, “Ey
Üstâdım! Önümde ateşten bir dağ var! Ne
zaman şehâdet kelimesini söylemeye çalış­
sam, bu ateş bana hücûm ediyor” dedi.
Bunun üzerine mesleğini sorduğumda;
malını ribâya veren, fâiz yiyen, ölçü ve tartıda
hîle yapan biri olduğunu anladım.”
1) Vefayât-ül-a’yân cild-4, sh-139
2) Miftah-üs-seâde cild-2, sh-23, 24
3) Tehzîb-ul esmâ ve’l-luga cild-2, sh-80
4) Tehzib-üt-tehzib cild-10, sh-14
5) el-A’lâm cild-5, sh-260
6) Hilyet-ül-evliyâ, cild-2, sh-357
7) Mîzân-ül-i’tidâl cild-3, sh-426
8) Meşâhir-u eshâb-ı güzin, sh -lll
9) Risâle-i Kuşeyri sh-287
10) Kamûs-ul-a’lâm cild-6 sh-4123
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1034
12) Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh-199

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir