Peygamberimize şerefli bir gecede bahşedilen ilâhı tecellilerin,
hitapların ve iltifatların herbiri sonsuz bir kıymeti
haiz olmakla beraber, dinin direği olan namazın bunlar
arasında ayrı bir yeri vardır. Zira; “Namaz mü’minin
mi’râcıdır”.
Mi’râc lügatte; “yükseğe çıkma aracı” demektir. İsrâ
ise, “gece yolculuğu” manasmdadır.
Mi’râc mucizesi, Hicretten birbuçuk yıl evvel Mekke’de,
geceleyin vuku bulmuştur. Peygamberimiz, bir gece Mescid-
i Haram’dan alınarak Mescid-i Aksâ’ya kadar götürülüp
oradan göklere çıkarılmış, İlâhi âyet ve mucizelerden
en büyüğü kendisine gösterildikten sonra alındığı yere
getirilmiştir. Resulullah’m (s.a.v.) Mescid-i Haram’dan
Mescid-i Aksâ’ya olan yolculuğuna İsrâ; oradan semaya
uruç edişine Mi’râc denir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu mucize şöyle anlatılır: “Eksiklikten
uzaktır O (Allah) ki; geceleyin kulunu Mescid-i
Haram’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i
Aksa’ya yürüttü. Ona âyetlerimizden bir kısmmı
-145-
gösterelim diye (böyle yaptık). Gerçekten O, işiten,
görendir”1
Bu mucizeye ait haberleri rivayet eden sahabiler arasında
şunları görüyoruz: Ebu Zerr-i Gıfâri, Abdullah b. Abbas,
Enes b. Mâlik, Ebu Hureyre, Câbir b. Abdullah, Abdullah
b. Mes’ud, Ebu Said-i Hudri.
Mezkur sahabilerin rivayetlerine göre; Peygamberimiz
(s.a.v.) bir gece Kâbe’nin Hatim kısmında; diğer rivayete
göre Ümmühânî’nin evinde yatarken Hz. Cebrail gelir,
Peygamberimiz (s.a.v.)’e mi’râc edeceği müjdesini verir.
Aşığın mâ’şukuna kavuşması demek olan bu en büyük
vuslata veya seyre Resulullah’ı maddeten de hazırlamak
gerekirdi. Nitekim, Fahr-i Kâinât (s.a.v.)’m mübarek kalbleri
Hz. Cebrâil tarafından yarılır, Zemzem ile yıkanarak
en büyük tecellinin şeref vereceği mekân haline getirilir.,
Burak hazırdır. Allah Resulü’nü (s.a.v.) gören Burak,
sevincinden şaha kalkar! Hz. Cebrâil, bunu itaatsizlik kabul
ederek derhal müdahale eder: “Kendine gel ya Burak!
Yemin ederim ki, Haşir sabahına kadar Muhammed Mustafa
(s.a.v.) gibi şerefli bir insan senin sırtına binmemiştir
ve binmeyecektir.” Rivayete göre, Burak utanır, tatlı bir
mahcubiyetle terler içinde kalır. (Burak; iki uyluğunda -birbirine
çarparak- ayaklarını hızlandırmaya yarayan iki
kanadı bulunan, katırdan küçük, merkepten büyük ak bir
hayvandır -İbni Sa d). Burak, maneviyat aleminden de
gelmiş olsa neticede bir hayvandır. Onun gösterdiği bu
edebe karşılık, Hakk’ın tecelligâhı olan insanın edebde nasıl
tavır takınması gerektiğini takdirlerinize sunarım…
Resulullah (s.a.v.), Burak’ın sırtında, Hz. Cebrail ise o
mukaddes hayvanın yularını tutmaktadır. Burak’ın yıldırımdan
hızlı gelişinden sonra Allah Resulü (s.a.v.), mü’min
lerin ilk kıblegâhı olan Mescid-i Aksâ’ya misafir edilir.
Kâinatın Fahr-i Ebedisi, Allah’ın (c.c.), bu aziz mekânında
bir bayram şenliği içinde Peygamber ve meleklere imam
olarak iki rekât namaz kıldırmışlardır.
-146-
Söz Mescid-i Aksa’ya gelmişken, onun hakkında
birkaç cümle serdetmeden geçemeyeceğiz. Hiçbir renk ve
ırk ayırımı yapmadan şunu ifade edelim ki; Mescid-i Aksâ,
mü’minlerin ilk kıblegâhı olması münasebetiyle bugün
de Müslümanların elinde olmalıydı. Mescid-i Aksa’nın
Yahudilerin tahakkümü altında oluşu, İslâm davasının
harim-i ismetine saplanmış bir oktur.
Bugün Yahudiler, ya Hz. Musa’nın getirdiği dini tamamlayan
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanıp İslâm şerefi ile
müşerref olmalı veya inanca saygılı olup, Mescid-i Aksa’-
yı sahiplerine teslim etmeli. Eğer onlar bu vazifeyi yapmazlarsa,
‘artık çıkar yol yoktur’ deyip Müslümanlar vazifelerini
yapmalıdırlar…
Burak’ın vazifesi bittikten sonraki yürüyüş, yine manevi
bir vasıta ile olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Cebrail
ile ‘yedi kat gök’ü geçmiş,’ bu seyir esnasında birinci kat
semâda Hz. Adem, ikinci kat semâda Hz. İsa ve Yahya,
üçüncü kat semada Hz. Yusuf, dördüncü kat semada Hz.
İdris, beşinci kat semada Hz. Harun, altıncı kat semada
Hz. Musa, yedinci kat semada Hz. İbrahim (a.s.) ile
mülâkat etmişlerdir.
Öyle bir fezaya çıkarıldı ki, Resulüllah (s.a.v.) orada
kaderleri yazan kalemlerin cızırtılarını duyuyordu. Ve nihayet
Allah Resulü (s.a.v.)’nün önüne Sidre-i Müntehâ sahası
açıldı. Maddenin noktalandığı, mananın ise mekan kazandığı
bir bölge olan Sidre-i Müntehâ, Zât-ı Bâri ile Muhammed
(s.a.v.) arasında bir perdedir. Belki de bu saha; varlıkların
müsebbibi olan Hz. Muhammed (s.a.v.) için halk
edilmiş, sadece Peygamberimiz (s.a.v.) için bir defaya, mahsus
olarak kullanılmıştır. Onun için bundan öteye geçmek
Cebrail’ in de haddine değildir. O, ‘ben buradan bir parmak
ucu ileri geçecek olursam yanarım’ diyerek orada durakladı.
Sözü bundan öteye Mevlid-i Şerifin müellifi Süleyman
Çelebi (Kaddesellâhu Sırrahu’l-aziz) Hz.lerine verelim:
- 147-
“Geldi Refref önüne verdi selâm,
Aldı ol Şâh-ı Cihan’ı ol zemân,
Sidre’ye gitti ve götürdü hemân… ”
Sidre-i Müntehâ’dan öteye yolculuk Refref le olmuştur.
Esasen zaman ve mekan kabuğunu delen sır da Refref
de gizlidir. Zira Refref, muhabbetullahdır. O, bu seyirdeki
vasıtaların da zübdesidir, özüdür. Madde planında
ona verilen şekil, ‘yeşil bir perdedir diye tarif edilir. Resulüllah
(s.a.v.)’m müşahede ettiği Refref de budur.
Sidre-i Müntehâ’da Peygamberimize sır perdeleri açılmış,
birçok hakikati müşahede etmiştir: “… Peygamberin
gözü; akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı o
manzaradan ne şaştı, ne de öte aştı. And olsun ki O,
Rabb’ınm ayetlerinden en büyüğünü gördü”2.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mi’râc gecesi İlâhi tecellilere,
hitaplara ve iltifatlara mazhar olmuştur. Ahmed b.
Hanbel’in Müsned’inde Abdullah b. Mesud’un rivayet
ettiği bir hadis-i şerife göre; Mi’râcda Peygamberimize: .
• Bakara Suresinin son âyetleri verildi.’
• Muhammed Aleyhisselamın ümmetinden, Allah’a
(c.c) hiçbir şey şerik koşmayanların yarlığanacakları
müjdelendi.
• Her gün beş vakitte kılman namaz emredildi.
Peygamberimize bu şerefli gecede bahşedilen İlâhi tecellilerin,
hitapların ve iltifatların herbiri sonsuz bir kıymeti
haiz olmakla beraber, dinin direği olan namazın bu emirler
arasında ayrı bir yeri vardır. Zira, “Namaz mü’minin
mi’râcıdır.” Bu noktaya gelmişken namaz hakkında şöyle
bir bilgi vermenin lüzumuna inanıyoruz:
“Yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah(c.c.)’ı zikreder”
- Bu âyet-i kerimeye göre, mahlukatm her cinsinin
Allah’ı (c.c.) teşbih ettiği gerçeği ile karşı karşıya geliyoruz.
Nitekim dağlar, jkıyam (ayakta), hayvanlar rüku ve ağaçlar
- 148-
da kökleriyle secde hallerinde Cenab-ı Hakk’ı zikrederler.
Ve yine Peygamberimiz, Mi’râc gecesi semanın tabakalarında
seyrederken meleklerin kıyam, rüku ve secde halinde
Allahı (c.c.)’ı zikrettiklerini müşahede etmiştir. Bu ilahi ge^
çeği Süleyman Çelebi, şöyle dile getirir:
“Kimi kıyamda, kimi kılmış rüku,
Kimi H akk’a secde kılmış bâ-huşu. ”
Kısaca, ifade etmek istediğimiz husus şudur:
Canlı ve cansız bütün mahlukâtın, meleklerin, cinlerin
ibadetlerindeki şekil (kıyam, rüku ve secde halleri) namazda
cem’edilmiştir. Yani namazı kılmakla mü’min, meleklerin
ve bütün mahlukatın ibadetini de yapmaktadır.
Mi’râc-ı Nebi’den sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz
(s.a.v.) kâfirlere birçok mu’cizeler göstermekle beraber bu
olayın mevcudiyetini de ispat etmiştir.
Mi’râc hakkında birtakım soruların cevaplarının bakış
açılarına göre değiştiği muhakkaktır. Biz bunlardan sadece
birini cevaplandırmakla şimdilik mevzumuzu hülâsa etmiş
olacağız.
Soru: Allah (c.c.)’m mekânı mı var ki, Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) O’nunla görüşsün?
Cevap: Cenab-ı Hakk’m (c.c.) mekânı yoktur. O, mekânın
mekânı, zamanın da zamanıdır. Durum bu olunca,
zamandan ve mekândan münezzeh olup, her an hâzır ve
nâzırdır. O halde, Cenab-ı Vacibü’l-Vücud’suz bir mekân
ve zaman da tahayyül edilemez. Cenab-ı Hak her yerde ve
her zaman dilediği şekilde tecelli eder, kendini müşahede
ettirir. O’nun kendini dilediği mekânda müşahede ettirme
si; O’na mahsus bir mekânın olduğunu değil, yukarıda
mezkur fikirler istikametinde olduğu gibi, sadece o mekânda
varlığını tecelli ile izhar etmesidir. Mesela; Hz.Musa’ya
(a.s.) Tür Dağı’nda, dağdan tecellisini göstermesi ve yine
Mukaddes Vadi’de ağaçtan tecelli edip onunla konuşması,
-149-
Cenab-ı Hak (c.c.)’m tecellisi için mekân seçmesi O’na bir
mekan tayin ve tahsis edilmesine sebep olmaz. Hal böyle
olunca, Mi’râcdaki tecelli neticesinde Fahr-i Kâinat’ın
(s.a.v.) Cenab-ı Hak (c.c.) ile konuşmasında Allah (c.c.) için
bir mekân sözkonusu olmaz.
Zaman ve mekanın aşıldığı bu mucizenin, bütün insanlığın
“Âlem-i Süfli’den ‘Alem-i Lâhut’a mi’râcma vesile
olmasını Cenab-ı Hakk (c.c.)’tan niyaz ederim.#