MÜŞEBBİHE; Allahü teâlâyı cisim ve varlıklara benzeten, Kur’ân-ı kerîm’deki müteşâbih âyetleri zâhir (görünüşteki) mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el, yüz gibi organlarının olduğunu iddiâ eden sapık fırka. Bid’at fırkalarından biri olan müşebbihe, esasta ikiye ayrılır. Birincisi, Allahü teâlânın zâtını insana benzetenlerdir. İkincisi ise, Allahü teâlânın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına benzetenlerdir. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn; Kur’ân-ı kerîm’deki Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili âyet-i kerîmelerin İlâhî kelâm olduğuna hükmederek ona îmân etmişler, teviline, yorumuna girişmemişler, bununla berâber teşbihi de-düşünmemişler; “O âyetleri nasıl geldiyse öyle okuyunuz. Yâni onların Allah katından geldiklerine îmân ediniz. Tevîl ve tefsirine girişmeyiniz. Çünkü bunların imtihan için gelmiş olması mümkün olduğundan, orada durmak ve boyun eğmek gerekir.” demişlerdir. Cenâb-ı Hakk’m kendisine nisbet ettiği sıfatların mâhiyetini, hakikatini insan aklının idrâkten âciz olduğunu îtirâf etmiş, sıfatların zâhirine îmân etmişler, bu sıfatların aslını karıştıran, sorup soruşturanlara karşı şiddet göstermişlerdir. Hicrî birinci asrın sonundan îtibâren Müslümanları içerden parçalamak isteyen ve Müslüman gözüken münâfıklar ile Kur’ân-ı kerîmen âyetlerine kendi akıllarına göre mânâ vermeye kalkışanlar oldu. İçlerinden bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmde geçen; “Yed=er, “Kadem=ayak”, “Vech=yüz” gibi kelimelere zâhir mânâlar vererek, Allahü teâlânın zâtı hakkında teşbihe yâni benzetmeye gittiler. Mutlak tenzih âyetlerine muhâlif olarak açık bir tec- sîme (Allahü teâlâya cism isnâd etmeye) kalktılar. Bir başka grup da; “Cihet”, “İstivâ”, “Nüzûl”, “Savt”, “Harf” gibi vasıfların zâhirî mânâlarını kabul ederek Allahü teâlânın sıfatlarıyla ilgili teşbih görüşüne sâhip oldular. Böylece müşebbihe ve mücessime denen sapık bir fırka ortaya çıktı. (Bkz. Bid’at Fırkaları) Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbih ve tecsîm fikrini ilk defâ ortaya atan Abdullah ib- ni Sebe ile, hicri birinci asrın sonunda ve ikinci as- nn başlannda yaşayan Hişâm bin Sâlimel-Cevâlikî ve Hişâm bin el-Hakem gibi kimselerdir. Bunların iddiâlarma göre; “Mâbûdları cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk, genişlik ve derinlik sâhibidir. O parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır. Rab, giden-gelen bir cisimdir. Bâzan hareket eder, bâzan da hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi karıştır.” Bu fikirleri hicri ikinci asır boyunca savunan sapıklar oldu. Bu kimselere cevap veren İmâm-ı Mâlik, bir defâsında teşbih fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden ve bid’atçilerden sakındırırım.” buyurdu. “Ey Ebû Abdullah! Bid’atçiler kimlerdir?” denilince, o, cevâben; “Bid’atçılar o kimselerdir ki, Allahü teâlânın isimleri, sıfatlan, kelâmı, ilmi ve kudreti konusunda söz ederler. Sahâbenin ve iyilikte onlara tâbi olanların sustuğu konularda sükût etmezler.” buyurdu. Ez-Zührî, Süfyân-ı Sevrî gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbih ve tecsîm fikrini savunanlara cevap vermişler, Müslümanları onlara aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, üçüncü hicrî asır boyunca devâm etti. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahyâ bin Maîn, İshâk bin Râheveyh gibi Ehl-i sünnet âlimleri mücessime ve müşebbiheye âit fikirleri reddedip mücâdele yaptılar.
MÜŞEBBİHE
18
Eki