NECİB FÂZIL KISAKÜREK; son dönem şâir, yazar ve fikir adamlarından. 1904’te İstanbul Çemberlitaş’ta, bir konakta dünyâya geldi. Babası hukukçu Fâzıl Bey, annesi Mediha Hanımdır. Ailesi, baba tarafından Kahramanmaraş’ın köklü âi- lelerinden Kısakürekzâdelere dayanır. Yazara verilen Ahmed Necib ismi, dedelerinden birinin adıdır.
1912’de Gedikpaşa’da bir Fransız Mektebine yazıldı. Sonra yine, aynı yerde bulunan Amerikan Kolejine, Büyükdere’de Emin Efendinin Mahalle Mektebine devam etti. Annesinin hastalığı dolayısıyla taşındıkları Heybeliada’da (1915) Nümûne Mektebini bitirerek oradaki Bahriye Mektebine girdi. İlk şiirlerini burada yazmağa başladı. Mektepte arkadaşları arasında lakabı “şâir”di. Bahriye Mektebini son sınıftayken terk ederek, 1917’de Dârülfünûnun Felsefe Bölümüne başladı. İlk şiirleri bu yıllarda dergilerde yayınlanmaya başladı. 1924’te Maarif Vekâleti tarafından Paris, Sorbon Üniversitesine tahsilini ilerletmek için gönderildi ise de, bir yıl sonra geri döndü. Bir müddet Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhâsebe müdürü olarak çalıştı. Bankacılık mesleğinden 1938 yılında ayrılarak 1941 yılına kadar Fransız Mektebinde, Ankara Devlet Konservatuarında, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde, Robert Kolejde, Ankara Dil Târih Coğrafya Fakültesinde hocalık yaptı. Bu târihten sonra, yazar ve şâirliğinin yanısıra gazeteci olarak da basın hayâtına girdi ve siyâsetle ilgilendi. Böylece fikir ve aksiyon adamı olarak hayâtının sonuna kadar sürecek olan bir mücâdelenin içine atıldı. Büyük Doğu hareketi ve 1943’te başlayıp 1972’ye kadar süren Anadolu’yu köşe bucak tarayan, Almanya’ya kadar taşan konferansları bu devrededir. Yine, bu devrede sekiz defâda toplam 3 yıl 6 ay 20 gün hapis yattı. Kesif ve yorucu, mücadeleci bir hayattan sonra, 1972’de evine çekilen yazar, eser yazmaya, dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınlamaya devam etti. 1980 yılında “Sul- tanüşşüara” (Şâirler Sultanı) îlân edildi. 25 Mayıs 1983 günü, çile ve mücâdelerle dolu hayâtı sona erdi.
1922 yılında Yakub Kadri aracılığıyla Yeni Mecmua‘da ilk şiirini yayınlayan Necib Fâzıl, hayâtının sonuna kadar çeşitli dergi ve gazetelerde şiirlerini yayınlamaya devam etti. İlk şiir kitabı, Örümcek Ağı 1925’te, Kaldırımlar ise 1928’de yayınlandı. Kaldırımlar şiiri, onu, şöhretin zirvesine çıkardı ve sanat çevrelerine kendini, şâir olarak kabul ettirdi. Bu ilk şiirlerinde koyu ferdiyetçilik ve derbeder (bohem) bir yaşayışın izleri görülür. 1934’e kadar eserlerine ve sanatına hâkim olan bu durumu, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Ar- vâsî’yi tanıymcaya kadar devam etti. Beyoğlu Ağa Câmiinde ilk defâ tanıdığı bu zâtı, 1943 yılında ve- fâtına kadar, Eyüp’teki dergâhında ziyâret ederek, sohbetlerinde bulundu.
Bu olay, Necib Fâzıl’ın şahsiyetine, fikrine, dünyâ görüşüne büyük etki yaptı. Âdetâ her şeyiyle yeniden doğdu. Bu devreden sonra yazar, kendi tâbiriyle fildişi kulesinden iner, memleketine, insanlarına karşı sorumluluk duyan “Müslüman bir sanatkâr ve münevver” hüviyeti kazanır. Kalemiyle, inandığı, doğru, güzel, iyi bildiği değerleri yaymak, savunmak, tanıtmak gayreti, hayâtının sonuna kadar devam etti. Bu maksatla, şâirliğinin yanısıra, edebiyatın hemen her dalında kalem oynatarak, yüzden fazla eser verir. 1934’e kadar sâdece şâir olarak tanınan ve üç şiir kitabının sâhibi olan Necib Fâzıl, bu olaydan sonra her türde, bilhassa bir fikir ve aksiyon adamı olarak nesir alanında velûd, çok eser veren bir yazar olur.
Gazetecilik ve basın hayâtına atılır. 1936’da, uzun ömürlü olmayan, Ağaç isimli dergiyi çıkarır. İkinci Dünyâ Harbinin başında, Son Telgraf Gazetesinde, “Çerçeve” başlığı altında fıkralar yazmaya başlar. Fıkra yazarlığını çeşitli gazetelerde uzun müddet sürdürdü. Bu fıkralardan seçtiklerini, daha sonra Çerçeve başlığı altında yayınlamıştır. 1 Eylül 1943’te Büyük Doğu dergisini çıkarır. Bu dergi 1978’e kadar fasılalarla yayınını sürdürür. Necib Fâzıl 1935’e kadar daha ziyâde ferdî, beşerî duygulan, kendi iç sıkmtılannı, buhranlarını dile getirir, “sanat için sanat” görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır. Yalnız şiirle meşgul olur.
1935 yılından sonra şâirliğinin yanısıra, daha çok nesir eserleri verir. Bunlar tezli eserlerdir. Ya, “mutlak hakikat” dediği tezini işler, yâhut bu uğurda çektiği acılan, zorlukları, anlatır. Yazar artık “sanat Allah içindir” görüşündedir. Konu ve temalardaki bu değişiklik, daha önce kendini şâir olarak göklere çıkaran sanat çevrelerinin ve üst kademenin Necib Fâzıl’dan uzaklaşmasına ve “sâbık şâir” ilân edilmesine sebep olur. Şiirlerinde dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknik bulunan şâir; bütün şiirlerinde hece veznini kullanmış “şekle” ısrarla bağlı kalmıştır. Modern şiir ölçüleriyle, tekke şiiri tarzında yazmıştır. İnsanın kâinattaki yeri, iç âlemin gizli duygu ve ihtirasları, madde ve ruh problemleri, mânevî duyuşlar… şiirlerindeki başlıca temalardır. Şiiri, günümüz şiirini ve zamanındaki bâzı şâirleri etkilemiştir. Nesir dilinde derinliğe yöneldiği kadar da nükteye, kelime oyunlarına bağlı kalan bir ifâdesi vardır. Öfkeli, polemikçi, tenkitçi bir zekânın fantazi yükleri ve şaşırtıcı nükte buluşları nesrinin başlıca özelliğidir. Eserleri, telif ve sâdeleştirerek yayma hazırladıklarıyla yüzün üzerindedir. Edebî türlerin hemen hepsinde eser vermiştir.
Toplam eseri (8 şiir, 14 piyes, 7 senaryo, 3 hikâye kitabı, 2 roman, 4 hatıra eseri, 17 dînî-tasavvufı eser, 47 siyâsî-târihî inceleme eseri, hitâbe ve konferanslarla, fıkralarının toplandığı kitaplarla berâber) 102’dir. Ayn kitaplar hâlinde yayınlanan şiirlerini, Çile ismiyle tek bir kitapta toplayarak, bunun sonuna şiir sanatı üzerine görüşlerini Poetika ismiyle ilâve eder. Şiirleri daha sonrakilerle birlikte Bütün Şiirleri adlı bir kitapta toplanmıştır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâtını levhalar hâlinde anlattığı 63 bölümlü Esselâm, ikinci şiir kitabıdır. “Mutlak hakikati yaymak için en üstün dokunaklı bir alet” dediği tiyatro sâhasında on dört eser vermiştir. Piyeslerinin bir kısmı filme alınmış ve oynanmıştır. Bir Adam Yaratmak, Nam-ı Diğer Parmaksız Sâlih; Sabırtaşı piyesi birincilik kazanmıştır. Ulu Hakan Abdülhamîd Han, Yunus Emre, Reis Bey, tiyatro eserlerinden bâzılandır. O ve Ben, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Târih Boyunca Büyük Mazlumlar isimli eserlerinde, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden hâtıralar nakleder. Rabıta-i Şerif risâlesini ve Reşehat kitabını sâdeleştirerek yayma hazırlar. Nefehat’tan seçtiği velîler Halkadan Pırıltılar adı ile yayınlanmıştır. Ayrıca Başbuğ Velîler adlı bir eseri daha vardır. Çöle İnen Nur, İlim Beldesinin Kapısı Hazret-i Ali, Benim Gözümde Menderes biyografik eserlerindendir. Doğru Yolun Sapık Kolları’nda ise Ehl-i sünnetin dışındaki bozuk mezhepleri anlatır.
Necib Fâzıl bir İslâm âlimi, eserleri de İlmî eserler değildir. Böyle olmadığını, ilmin ve sanatın sahalarının ayrı olduğunu kendisi de eserlerinde ifâde etmektedir. O, “Efendim” diye bahsettiği büyük bir İslâm âliminin sohbetleriyle sanat hayâtımızda zirve noktalara çıkmış, son yüzyılımızda yetişmiş en büyük şâir ve yazarlarımızdan birisidir. Dînî, mukaddes konu ve temaları işleyerek, düşünen, tefekkür eden genç nesillere faydalı olmaya çalışmıştır.
SAKARYA DESTANI
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda
Sakarya, Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alm yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, târih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinât;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!.
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için,
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbîm isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk târihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal:
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan,
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yûnus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna? .
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar şendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azâbına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayâta çattık ki; hayâta kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağım assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin\ kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolu’nun,
Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, göz yaşıyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünyâ böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tâbuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim. Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya…
(1949)