Niçin Tarih ?
Tarihi, sağlam ve doğru kaynaklardan öğrenenler, doğru bir teşhisle tespit edilen hastalığa yazılan reçeteyi tatbik edenler gibidir.
İnsanın en bariz vasfı, topluluk içinde yaşaması, yani doğumundan itibaren ailede, eğitim ve iş hayatında bir çevre içinde bulunmasıdır. İnsanın en büyük ihtiyacı ise onu bir hedef doğrultusunda yaşamaya sevk edecek kabiliyet ve gayedir. Tek başına kabiliyet bir insanın hayata tutunmasına, huzur ve sağlık içinde yaşamasına yetmez. Dolayısıyla kabiliyeti harekete geçiren gayedir. Gayesiz kabiliyetler, birer yığından ibarettir. Onların ne kendilerine ne de etraflarına bir faidesi beklenemez. Toplulukları ayakta tutan idealleridir, mefkûresidir. Öyleyse, “Kabiliyetini gayesiyle birleştirip hayatlarını devam ettirenlerin neye ihtiyaçları vardır?” diye bir soruya cevap aramalıyız.
Topluluk içinde bir fonksiyon icra ettiği için ferdin, bir hareket noktasına ve tecrübeye ihtiyacı vardır. Tecrübenin en sağlam temeli de tarih kitaplarıdır. Tarih ve tecrübenin ehemmiyeti hakkında büyük ilim adamı ve tarihçi Ahmed Cevdet Paşa şunları söylemektedir:
”Siyasi işlerde maharet ancak tecrübe ile hasıl olur. Bir insanın ömrü her şeyi tecrübe etmeye yetmez ve bir asırlık tecrübe de yine bir insan için kâfi değildir. Dolayısıyla ârif olanlar her şeyi kendi nefsinde tecrübe etmeye kalkışmaz, yaşanmışlardan ibret ve nasihat alırlar. Geçmiş ve gelecek ahvaline vakıf ve belki ezel ve ebed esrarını ârif olmaya, insanda tabiî bir meyil olduğundan, bütün insanlığın bu ilme olan manevi ihtiyacı aşikardır.”
Evet, insanların manevi hayatını takviye edecek, geçmişle gelecek arasında bir köprü kuracak yegâne vasıta tarihtir. Öyle ise insanın geçmişi öğrenip, geleceğini şekillendirmesini temin eden de tarihtir.
Tarihi, sağlam ve doğru kaynaklardan öğrenenler, doğru bir teşhisle tespit edilen hastalığa yazılan reçeteyi tatbik edenler gibidir. Teşhis ne kadar doğru ise ilaç o kadar tesirli olur. Fakat teşhis ne kadar yanlış ise, verilecek ilaçlar da insanın bünyesinde o kadar aksi tesir ve tahrip meydana getirir. Tarihi, mefkûresi bozuk insanların kalemlerinden çıkmış kitaplardan öğrenenlerin fikri ve manevi bünyeleri de aynı derecede tahribata uğrar ki, bu da o insanlar ve içinde bulundukları milletler için çok tehlikelidir.
Son zamanlarda tarih konusunda çok şeyler yazılıp söylenmektedir. Bunlar elbette doğru ve yanlışın ortaya çıkmasına da vesile olmaktadır.
Şunu da ifade edelim ki tarih, herhangi bir kesimin de tekelinde değildir. Yani bir kesim hem iftira atıp, hem de bu sahada tek söz sahibi biziz diyemez. Artık asrımız bilgi, vesika asrıdır ve bunlara ulaşmanın kolaylaştığı bir asırdır. Milyonlarca vesika, tasnife devam etmesine rağmen, esas kaidelerin tespiti bakımından bütün araştırmacılara açıktır. Varsa müspet veya menfi bir belge açıklanır. Yoksa kuru sözlerle karalama ve geçiştirmeyle hiç kimse, kara kalemini eline alıp koca bir tarihi bir kalemde karalayamaz.
İslam tarihinin hemen hemen en her safhası teşhisi yanlış koyan tarihçiler tarafından çarpıtılmaktadır. İslam tarihinin son safhası olan OsmanıI tarihi ise bu çarpıtmadan en çok muzdarip olan bir devirdir.
İslam tarihinin hemen hemen her safhası, teşhisi yanlış koyan tarihçiler tarafından çarpıtılmakta- dır. İslam tarihinin son safhası olan Osmanlı tarihi ise bu çarpıtmadan en çok etkilenen bir devirdir.
Bursa saraylarında, Edirne saraylarında, İstanbul’da ve bilhassa Topkapı Sarayı’ndaki hayatlarında, çoğu zaman aylarca devam eden savaş meydanlarında kurulan çadırlarında devam ettirdikleri hayatlarının her ânı zapdedilmiş olan padişahlar hakkında nasıl oluyor da bir kalemde “Şu padişah şöyle içerdi, bu padişah böyle eğlenirdi, sultanlar geceyi içki âlemlerinde geçirirler, sabah olunca da günahlarına tevbe merasimleri yaparlardı…” denilebiliyor?
Bu noktada, böyle tarihçilere bir soru soracağız. Kanuni Sultan Süleyman ömrünün 46 yılını Osmanlı Devleti’nin padişahı olarak tamamladı. 1494 yılında doğdu 1566 yılında vefat etti. Tamı tamamına 72 yaşında. Hem de ömrüne onlarca sefer sığdırmış, Asya’dan Avrupa’ya uzanan bu uzun ve yorucu coğrafyada at sırtında aylarca, yağmur, çamur, yaz, kış demeden seferden sefere koşmuş. Ve nihayet ömrünü İstanbul’dan hasta ve yaşlı iken gittiği Macaristan’da Zigetvar Kalesi’nde muhasara içinde tamamlamış. İstanbul’dan gidişi, zaman zaman atlı araba ve zaman zaman da tahtırevanla olmuştur. Hastalığının ilerlemesi sebebiyle ata bile binememiştir.
Şimdi tarih tüccarlarına soru şu: Eğer Kanuni Sultan Süleyman, magazin tarihçilerinin iddia ettikleri gibi zevk ve sefasına düşkün ve hatta içki âlemleriyle meşgul bir padişah idiyse, niçin 72 yaşında olduğu halde, ömrünün son günlerini, Sarayburnu’nda, dünyanın en güzel manzara ve havasının bulunduğu bir sarayın bahçesinde eğlence âlemlerinde geçirmek varken, İstanbul’dan binlerce kilometre uzakta bir kalenin kuşatması sırasında tamamladı?