PEYGAMBERİMİZİN Mekke’deki ilk yıllan, müşrikleri
fert fert, cemaat cemaat İslâm’a dâvetle geçti. Öyle ki, bulduğu
her fırsatı dâvet ve tebliğ için değerlendiren Efendimiz,
bu hususta hiç bir tehlikeden çekinmez, hiç bir zorluktan
yılmazdı. Bu zor günlerinde cereyan eden bir tebliğ
vak’asına göz atalım isterseniz. Görülecektir ki, Resû-
lüllah’ın dâveti sadece İlâhî emirlerin tebliği ve izahından
ibarettir. Müşriklerin mes’elesi ise, bir takım maddî imkânlar
elde etmeyi, dünyevî kazançlan hedef almaktır. Nitekim
bu istekleri aşağıdaki konuşmalarda açıkça görmekteyiz.
Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe, Şeybe,
Ebû Süfyan, Esed, Ebûl-bahterî, Esved, Zem’a, Velid, Ebû
Cehil, Abdullah bin Ümeyye, Ümeyye bin Halef, Âs bin Velid,
Haccac bin Sehemiyye’nin oğulları Nebih ve Münebbih
toplanmışlar, Kâbe’nin yakınında konuşuyorlardı. Böylesine
geniş bir topluluk, ancak, ciddî bir mes’ele için biraraya
gelebilirdi. Düşündükleri şeyi teklif de ettiler:
– Şu Muhammed’e birimiz gitmeli, kızdıracak sözler
söylemeli, bu vesile ile de artık O’nu bertaraf etmeliyiz.
Olmazsa buraya çağırmalı, konuşmalıyız. İşlerimiz gittikçe
bozuluyor.
İçlerinden biri öne atıldı:
– Ben gidip O’nu kızdırayım. Kızmazsa buraya çağırıp
konuşturalım, dedi.
Giden müşrik, Resûlüllah’ı kızdıramayacağını anlayınca
şöyle dedi:
– Kureyş büyükleri toplanıp geldiler, seni dinlemek istiyorlar.
Kâbe’nin etrafında bir konuşma yaparsan fırsatı
değerlendirmiş olursun.
Resûlüllah Hazretleri isimleri söylenenlerin fikirlerini
değiştirmiş olabileceklerini düşünerek, bunların İslâm’a
girmeleri halinde Mekke’nin çehresinin hemen değişeceğini
hatırlayıp bahsedilen yere istekle geldi.
Bir de gördü ki, bütün inatçı müşrikler gizli niyetli
halleriyle toplu halde bekleşiyorlar.
Sözcüleri olarak Ebû Cehil konuşmaya başladı:
– Ya Muhammedi Şimdiye kadarki kötü hareketlere
sabrettik. Ama artık sabrımız bitti, mani olmak için seni
buraya çağırttık. Şu putlarımıza hürmetsiz söz söylemekten
uzak kalmalısın. Senin yaptığını şimdiye kadar hiç bir
arap yapmadı, içimize böylesine ayrılık sokmadı.
Resûlüllah Hazretleri bu tehdidi, cevaba değecek bir
sual değerinde bulmadı. Bu defa bir diğeri söze başladı:
– Şayet bunları yapmaktan kasdın zengin olmak ise,
aramızda para toplayıp seni en zenginimiz yapalım. Reis
olmayı düşünüyorsan seni kabilemize reis yapalım. Bunların
hiç biri değil de seni cin çarpmışsa haber ver, servetimizi
ortaya koyup seni tedavi ettirelim. Aksi halde senin
yaptıklarına mani olmak için elimizden geleni arkamıza
koymayacak, seni bertaraf etmeye mecbur olacağız!
Burada söz kesilmiş, herkes birbirinin gözüne bakmaya
başlamıştı. Verilecek cevabı merakla bekliyorlardı.
Resûlüllah Aleyhisselâm müşrikleri şöyle bir süzdükten
sonra söze başlayarak aynı kesinlikte açık ve net karşılık
verdi:
– boyiediKierınızın nıç Din oenae yoKtur. tsenım size
tebliğiyle vazifeli bulunduğum din, Allah’ın dinidir. Onunla
kendime menfaat sağlamam söz konusu olamaz. Reislik
arzu etmem. .Toplayacağınız servetle sizin zengininiz
olmam akla bile gelmez. Sözün özü şudur: Allah beni size
ve bütün insanlığa Peygamber olarak gönderdi. İndirdiği
Kitabıyla da emirlerini bildirdi, doğruyu anlatmamı istedi.
Benim vazifem size, iyi hareketlerinizden dolayı müjde
vermek, kötü tutumlarınızdan dolayı da azaba uğrayacağınızı
bildirmektir. Eğer sözlerimi dinlerseniz bu sizin
dünya ve âhiretteki en güzel nasibiniz olur. Dinlemezseniz
aramızda Allah’ın emri hâkim olur. O ne emrederse öyle
hareket ederim.
Kureyş’in ileri gelenleri bu sözlerin derinliğini düşünmeye
başladılar. Birbirlerinin gözlerine bakıyor, ne diyeceklerini
kestirmeye gayret ediyorlardı. Bu defa sözü konuşmayanlardan
biri aldı:
– Eğer senin söylediklerin doğru ise senden şunları
tahakkuk ettirmeni istiyoruz. Bahsettiğin din ile seni gönderen
Allah’ına söyle, bizi fakirlikten kurtarsın, şu dağları
öteye itiversin, genişleyelim. Şam ve Irak tarafındaki nehirleri
bu tarafa akıtsın, kuraklıktan kurtulalım. Ölen
atalarımızı diriltsin, sözlerin hak mı, bâtıl mı onlara soralım,
doğruluğunu te’yid ederlerse hemen uyalım. Bunlar
olursa biz de seni tasdik ederiz. Allah’ın Peygamberi olarak
geldiğine inanırız.
Bu mânâsız tekliflere tebessüm eden Resûlüllah, şöyle
cevap verdi:
– Benim vazifem bunlardan hiç biri değildir. Ben size
Allah’ın dinini tebliğ ediyorum. Düşünür, kabûl ederseniz
bu sizin, dünyadan da, âhiretten de en güzel nasibiniz
olacaktır. Kabûl etmezseniz neticeyi yine Allah bildirecektir.
O’nun emri gelinceye kadar ben beklerim.
Müşrikler yine müsait bulacakları bir cevap alamayınca.
bu defa da sövle teklifte bulundular:
– Öyle ise bahsettiğin Rabbinden bir melek göndermesini
iste. Ondan sonra bahçeler, bağlar, hazineler yapmasını,
göz alıcı köşkler bina etmesini niyaz et. Böylece sen
de bizim gibi çarşı pazar dolaşıp da zahmetli hayat yaşamaktan
kurtul. Şayet böyle olursan senin bahsettiğin
Rabbin indinde bir derecen olduğunu kabûl ederiz.
Hazret-i Resûlüllah beklemeden cevap verdi:
– Bu söylediklerinizi hiç isteyemem. Çünkü ben bunlar
için gönderilmedim. Allah’ım beni iyiliklerden dolayı
müjdeleyip, kötülüklerden dolayı da korkutucu olarak
gönderdi. Şayet beni böyle kabûl ederseniz kurtulursunuz.
Etmezseniz siz bilirsiniz. Allah aramızda hüküm verinceye
kadar ben beklerim. Bu işin sonu sandığınız gibi
basit değildir.
Bu cevaplara kızan bir müşrik atıldı
– Allah’ın senin iddia ettiğin gibiyse haydi şu semâyı
üzerimize uçursun da görelim.
Resûlüllah:
– Rabbim dilerse bunu da yapar. Ama dilemesine bağ
lı.
Bir diğer müşrik atıldı:
– Bilmiyor mu sanıyorsun bizi? Sen bu söylediklerini
hep Yemenli Rahman’dan alıyorsun. Bunu bildiğimiz halde
susuyoruz. Şunu iyi bil ki, ya sen bizi, ya da biz seni
yok edeceğiz bu gidişle. Hem sen bizi ibâdet etmez mi sanıyorsun?
Bizler meleklere ibâdet ederiz. Melekler Allah’ın
kızlarıdırlar!…
Bundan sonra her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
Müşrikler bunca kalabalığı topladıkları halde konuşmalardan
bir netice alamamış, sözle de olsa muhataplarını
bir köşeye sıkıştıramamışlardı. Resûlüllah Hazretleri kalkıp
evine doğru yürüyünce peşinden halası Atike’nin oğlu
Abdullah bin Ebî Ümeyye geldi. Tenha bir yere gelince o
da daha ters ve değişik şekilde itirazda bulundu. Diyordu
ki:
– MeKKe mn ııerı geıenıen sana ne Kaaar ç o k leKiıııerde
bulundular, hiç birini yerine getirmeye cesaret edemedin.
Bundan sonra ben senin göğe merdiven dayayıp da
oradan Kur’an sayfalan getirdiğini bizzat görmedikçe, getirdiğin
o sayfalara da dört tane melek şahid olmadıkça
sana inanmam. Eğer bunları yaparsan o zaman düşünü
rüm!
Resûlüllah Hazretleri büyük topluluğun böyle neticesiz
dağılışından dolayı üzüldü, söylediklerini anlamayışlanndan
dolayı da elem duyup Allah’a yalvardı:
– Ya Rab, ben zayıfım, âcizim. Bana sen kuvvet verecek,
sen kudret ihsan edeceksin!
* * *
Aradan zaman geçti. Müşrikler Resûlüllah’ı, Mekke’de
durdurmayıp Medine’ye hicrete zorladılar. Medine’de tam
sekiz sene gibi bir zaman geçtikten sonra dâvetine icabet
eden Müslümanların çoğalması üzerine Mekke’nin fethine
çıktı. Vaktiyle kendisini anlamayan, anlamamakla da kalmayıp
Mekke’de ikametine dahi müsaade etmeyen müş
rikler, şimdi birer birer sığınacak yer arıyor, Resûlüllah’m
iltifatını bekliyorlardı. Nitekim bekledikleri iltifata da nâil
oldular.
Hepsini de geniş müsamahası ve şumüllü affının içine
almak isteyen Allah’ın Resûlü, korkan müşriklere şöyle
hitap ediyordu:
– Bugün Mescid-i Haram’a giren affedilmiştir. Hattâ,
evlerinin içine girip de kapıyı kapayanlar dahi affedilmiş
tir.
Böyle bir umumî aftan sonradır ki, bir çoklarının akılları
ancak başlanna geldi, putçuluğun saçmalığına kani
olup imana gelmek ihtiyacını duydular. Sabnn sonunun
selâmet olduğu bövlece açıkça meydana çıktı