R Â B İA -İ A D V İY Y E ; Tâbiîn devrinde yetişen
büyük hanım evliyâlardan. Dünyâya düşkün olmaması
ve ibâdetleriyle meşhur zâhide bir hanımdır.
Basra’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.
752 (H.135)de Kudüs civârında vefât
etti. Tûr Dağı üzerine defnedildi.
Babasının adı îsmâil olup, üç kızı vardı. Bir kızı
daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu ve
ismi böyle söylendi. Babası çok fakir olduğundan,
o doğduğu gece evinde ihtiyaç olan şeylerden hiç
biri yoktu. Annesi çok ağlayıp mahzun olmuştu. O
gece uyuduğunda Peygamberimizi (sallallahü aleyhi
ve sellem) gördü. Rüyâsmda kızının büyük bir
kimse olacağı müjdelenip, Basra Beyine, bir kâğıda;
“Her gece Resûlullah’a yüz salevât getirdin.
Dün gece unuttun, bunun için bu kâğıdı getiren
kimseye dört yüz dînâr ver” diye yazıp götürmesi
söylenildi. Bunun üzerine babası böylece yazıp,
Basra Beyine götürdü. Basra Beyi memnuniyetle
on bin kızıl altm verip, her ne ihtiyacınız olursa
söyleyin yardımcı olayım, dedi. Bundan sonra rahatlayıp
kızlarını büyüttüler.
Râbia Hâtûn, biraz büyüyünce annesi ve babası
öldü. Basra’da kıtlık başgösterdi. Kız kardeşleri dağıldı.
Râbia-i Adviyye de bir ihtiyara hizmet ediyordu.
Çok sıkıntılı günler geçirdi. Günlük hizmetleri
yanında, hergün oruç tutardı. Gecelerini de
ibâdetle geçiriyordu. Bir gece efendisi uykudan
uyandı. Pencereden baktı. Onu secdede gördü ve
şöyle yalvardığını duydu. “Yâ Rabbî! Biliyorsun
ki benim arzum senin emirlerine uymaktır. Eğer iş
benim elimde olsa, sana ibâdetten bir an geri kalmazdım.
Fakat ihtiyara hizmet ettiğim için, sana
gereği gibi ibâdet edemiyorum.” Ayrıca Râbia’nın
başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir
yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o
kandilin nûru ile aydınlandığını da gördü. İhtiyar,
sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca Râbia’yı
çağırıp bir miktar para vererek serbest bıraktı.
O da oradan ayrılıp, küçük bir eve yerleşti.
Bütün vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı.Kefenini dâimâ yanında taşırdı. Namaz kılacağı
zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni
yanında olmadan gezdiğini, kefenini berâberine almadan
konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî
ve Hasan-ı Basrî, Râbia Hâtun’dan feyz alırlardı.
752 senesinde Kudüs civârında vefât etti.
Birgün iki kişi Râbia-i Adviyye’yi ziyârete
geldiler. İkisi de açtı. “Yemeği helâldir.” diye içlerinden
yemek yimek geçti. O anda kapıya biri
gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia
hazretleri evde mevcut olan iki ekmeğini buna
verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra
bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.
Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek
vardı. Dedi ki: “Ekmekler yirmi olsa gerektir.”
Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki
ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular:
“Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik,
önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene
verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu
söyledin!” Cevâbında: “Siz ikiniz gelince
karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım
o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü
teâlâdan bu iki ekmeğin misâfirlerin karnını
doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini
istedim. İki ekmek yerine 2 0 ekmek geleceğini
bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu
söyledim.”
Râbia-i Adviyye bir gece evinde geç vakitlere
kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya
kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı,
çalacak birşey bulamadı.
Giderken “Girmişken boş çıkmayayım” diyerek,
Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü
aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı.
Geri dönüp örtüyü aldığı’yere bıraktı. Bu sefer
rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar
geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı.
Bu hal yedi defâ tekrarlandı.
Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle
bir ses duydu:
“Ey kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize
ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma gücü yok
iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün
müdür? Git yorulma, boşuna uğraşma.” Bu hâdiseden
korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip,
bu kötü huyundan vazgeçti.
Hazret-i Râbia, çok oruç tutardı. Bir defâsmda
bir hafta hiç yiyecek bulamadı. Sekizinci gece
açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini düşünürken
birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi.
Hazret-i Râbia yemeği alıp yere koydu. Mum
getirmeye gitti. Gelince bir kedinin yemeğini dökmüş
olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti,
mum söndü. Su içmek isterken bardak düşüp kırıldı.
O da “Yâ Rabbî bu zavallı kulunu imtihanediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum.”
diyerek bir âh çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı.
Bir ses duyuldu: ”Ey Râbia, istersen dünyâ
nimetlerini üstüne saçayım. Fakat gamımı alayım.
Çünkü benim gamım ile dünyâ bir arada bulunmaz.”
Bu sözü işitince şöyle duâ etti: ”Yâ Rabbî,
beni kendinle meşgûl eyle ve senden alıkoyacak işlere
beni bulaştırma.”
Adamın birinin; “Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını
aç.” diye duâ ettiğini işitince, Râbia-i Adviyye:
“Ey câhil, Allahü teâlânm rahmet kapısı
kapalı mı idi de şimdi açmasını istiyorsun?” Rahmetin
çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapısı
olan kalpler, herkeste açık değildir. Bunun
açılması için duâ edilmelidir.” dedi.
Tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki, “Gök tunç olsa,
yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese,
yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün
insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemin
ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime
gelmez, çünkü Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini
bildirmiş ve üzerine almıştır.” derdi.
Buyurdu ki:
“Muhabbet sâhibi olan kişi, muhabbetinde öyle
sâdık olmalı ki, gönlünde O’nun için olmayan
hiçbir sevgi bulunmamalı.”
“İşlediğiniz günâhları gizlediğiniz gibi, yaptığınız
iyilikleri de gizleyin.”
“Sabır insan olsaydı çok kerîm olurdu.”
“Mârifetin alâmeti, her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”
“Kul, Allahü teâlânm sevgisini tattığı zaman,
Allah o kulunun kusurlarını kendisine gösterir de,
başkalarının kusurlarını göremez olur.”
RÂBİA -İ ADVİYYE
22
Eki