Şark odası

Şark odası

Adnan, Hidayetin konağında, merdivendeni çıkarken, arkasından gelen uşağa sordu:

— Beyefendi kalktı mı?

— Evet efendim. Şimdi uyandılar, giyiniyorlar.

— Giyiniyorlar mı? E, tamam!

Hidayeti bir saatten evvel göremiyecekti.

— Başka kimse var mı?

Uşak çevap vermedi, Adnan sebebini anlamak için başını çevirdi. Uşağin da maksadı zaten buydu, cevap verirken yükünün manidar olduğunu Adnanın görmesini istiyordu ve manalı yüzle:

— Sacit Bey var efendim, dedi, ve Adnan sormadan ilâve «tti:

— Sacit Bey de şimdi uyandı efendim.

Adnan uşağın bu lafını anlamaya üşendi.

Başka kimse yok demek?

— Süleyman Bey de burda efendim,

— O da mı uykudan yeni kalktı?

— Hayır, efendim, o, sabahtan beri salonda, yazı yazıyor.

Bu iki adamın adına Adnanın canı sıkıldı.

Hidayetin, Sacit, hususî kâtibidir; Süleyman da kıdemli dalkavuğu ve eski Contürk, Adnanın bu konakta sevmediği birçok «damlardan biri Sacittir, biri de Süleyman.

Ve Süleymanı görmemek için salona girmedi; Şark odasına gidiyordu.

Uşak :

— Salona buyurmaz mısınız? Süleyman Bey sizi görmek istiyordu. Hattâ birazdan size gelecekti efendim.

Adnan cevap vermedi. Şark odasına girdi.

— Beyefendiye söyle, ben burdayım.

— Süleyman Beyle…

— Sen dediğimi yap,

Hidayet, Adnana, üç. gün eWel bir iş bulmuştu: Erkânıharp Müşürünün kızına tarih dersi vermek ! Fakat bu adamın kızma hocalık, mı etmek? Adnana, bunu, Hidâyet nasıl teklif ediyordu? Adnan o gün Hidayete sert sert bakmış, susmuştu.

Hidayet, pişkin adamdı, «Bir düşün; Adnan. Bana bir cevap ver.» Demişti. Ve o gün bu teklife sinirlenen Adnan, Erkânıharp müşirinin hafiyeliğinden ve başka şeylerinden tarih hocasının şerefine ne zarar geleceğini Moizle çok düşünmüşlerdi; sonra, bunu, Adnan Raife de sormuş, Raif cevap vermemiş, kısa sakahnı sinirli sinirli çekmiş, başını sallamıştı. Bu baş hareketi hem kabul, et! Hem etme! manasına gelebilirdi. Adnan bu kafa şifresini birinci manaya almıştı ve bu gün bu hocalığı evvelâ reddedecek, Hidayet ısrar edecek, nihayet o da kabul edecekti.

Antika koltukların satılacakmış gibi karmakarışık konduğu bu konakta Adnan, yalnız bu Şark odasını sever. Bir cigara yşktı. Sırtı sedirdeki Üsküdar çatmasında; papuçları Gördüs seccadesinde; gözleri, tavandaki Selçuk oymasından Süleymani-ye mangalına sarkan Acem kandilinde.,, daldı. Babasının şehit olduğu günden bu âna kadar geçen hayatını düşünüyordu: Ne tuhaf tesadüftür: Adnan hukuka yazıldığı gün Hidayetle btr şark odasında tanışmıştı. Demin maariften diplomasını almış ve mektepten çıktığı bugün yine hu odada Hidayetle görüşecekti.

O, zaten, hayatında yalnız tesadüfe inanıyordu : Ailesinin, memleketinin, mektebinin Allahlarını‘birer birer atarak kendine bir put yaratmıştı : Tesadüf!.. Yüzü karanlıklarda kaybolan bu putun karşısında ödü kopardı.

Teyzesinin veremden ölüşü, anasının verem olması, babasının şehitliği, kendisinin gittiği mektepler, hepsi tesadüftü.

Hiç unutmaz: İngiliz Sait Paşanın hâtıralarında okumuş ve Paşşnın oğlundan da dinlemişti: 1294 mayısının 8 inci bir pazartesi günüydü; Sait Paşa Moskof baş tercümanile Sultan Ha-midin huzurundaydı; tercüman huzurdarç çıkacak ve Sait Paşa, Adnam Galatasarayma koymak için iradesini alacaktı. Tam o

anda Çırağanda tüfekler atılmış, Suavî vak’ası olmuştu; Abdül-hamit hareme koşar, selâmlık üniformasını giyer, silâhlarını takıp at üstünde Suavile muharebe etmiye hazırlanırken [1] Sait Paşa, Adnan’ın mektep iradesini alamazdı ve alamamıştı. On-dan~ sonra da, SuavI vakıasında çok telâş etmedi diye, Sait-Paşayı Abdülhamit sürüyor ve Adnan Darüşşafakaya giriyordu. Adnanın tabiriyle «Suavi beş dakika sonra çıldırsaydı» Adnan Sultaniye girmiş çıkmıştı. Beşiktaş muhafızının sopayla öldürdüğü Suaviyi düşündükçe Adnan: «Süpürge sopasile bastırılan gülünç ihtilâl!»a kızıyordu.

İnsanların taptığı şeylere bile başka türlü inanıyordu: Fazilet, tesadüftü; namus, insanı rahat ettiren manevî konfordu.

Şair Raif, her zaman kısa sakalını sinirli sinirli çekip « namus! » diye inledikçe, o da içinden acı acı gülüyor: «Namus ve namussuzluk, görmediğimiz bir çocuğun Oynadığı yazı mı, tura mıdır» diyordu.

Abdülhamit bile tesadüftü. Yalnız, 25 milyon tahammülün tesadüf olmasına inanmıyordu.

Şark odasının kapısı açıldı; gözünde tek gözlük, yakasında çiçek, genç ve buruşuk derisile töbekâr bir orospuya benziyen bir adam girdi: Süleyman.

Süleyman:

— Nerelerdesin a Adnan ? Müjdem var; şimdi sana kalkıp gelecektim. Neyse… Mademki sen geldin; beyefendi, müjdeyi kendisi versin.

Süleyman insanları kendisile beş-dakika meşgul etmek için böyle müphem lâkırdılar söyler, sonra altından mânâsız bir malûm çıkardı.

Öyleyken, Adnan^ «müjde» ye merak etti. Süleyman:

— Muzip oğlan, arkandan seni ne kalayladım bilsen! Beyefendiye Buckle’in kitabını tavsiye etmişin. Saraya yine lâyi-‘ ha yazacak; o kitaptan bana üç ğündür tercümeler yaptırıyor; Allahtan bul!

Adnan: — Sacide, neden tercüme ettirmiyor; kâtibi değil mi?

Süleyman: —«Sacidin adı kâtip! Onun ası} işi…» lâkırdısını

bitirmedi. Odaya Hidayet girdi. Sedef rahlenin üstündeki deve: çanmı çaldı; uşaklar, tabiî duymadı; iskarpinin ucile parkedeki elektrik zilmip düğmesine bastı* uşağa: «Açık-arabayı hazırlasınlar!» dedi.

Hidayet girince Süleyman odadan kaçmıştı. Adnan, Tarih hocalığını kabul etnjek için Hidayetin İsrar etmesini bekliyordu. Halbuki Hidayet «Erkânıharp müşürünün kızına bir tarih hocası bulmuşlar.» Dedi, Adnan bozuldu; geçen günkü teklifle bunu kabul etmediğine pişmandı. Sahte sesle: «Q hocalığı, dedi, ben zaten kabul edemezdim!»

Hidayet daha sahte sesle cevap verdi: «Kabul etmiyeceğini ben daha o gün anlamıştım !»

Adnan azledilmiş bir tarih hocası kadar mahzundu; ve «sa* bık tarih hocası» içinden Süleymana kuduruyordu. «Müjde» bu muydu? Süleyman, onunla eğlenmişti demek!.. Hidayet;

— Fakat sana başka bir şey söyliyeceğim; Sevineceksin. Maliye nazırı Sıddık Paşa yok mu hani? (.Sabah) gazetesinde yazılarını okumuş; kızma seni edebiyat hocası yapmak istedi. Ben senin ^tarafından kabul ettim. Yarın seni nezarette bekliyor; git mektupçuyu gör, dedi.

Adnan: «Buna sevinmişti. Maliye nazırı namuslu adamdı. Onun kızma, o, parasız da ders verirdi!»

Şark odasının kapısında, uşak, bir şey söylemiyerek, durdu. Araba, hazırdı. Hidayet:

— İngiliz sefirine iadei ziyarete gidiyorum Adnan; beni bekle; şimdi geleceğim.

Oçyıl evvel İngiliz elçisi bu konağa bir defa gelmişti. Hr5 dayet, bu tek ziyareti bununla 4 üncü defa iade ödiyordu; Adnan gülecekti; Hidayet sofadan döndü; edebiyat hocasına aylığının nekadar olduğunu söyledi. Ve edebiyat hocası, sevinmek için şimdi yalnız kalmak istiyordu.

Artık odada kendi kendineydi. Bir cıgara yafctı; kimseden çekinmiyerek rahat rahat seviniyordu. Cıgarayı cıgaradan yakarak akşamı etti. Duvarlar kararıyor, tavan, Bağdat köşkündeki ceylân derisi kubbenin nakışlarile akşam karanlığında tut-tuşmuş bir ipek kumaşa benziyor, kırmızı büklumlerile kıvrılıyordu. Sultan İbrahimin sünnet odasındaki pencere kenarların dan kopye edilen çını musluklardan hayalin en berrak suyu akıyor; alçı kafesli pencerelerin renkli halkalarında sokağın akşam aydınlığı bir gözün kirpiklerile edebiyat hocasının saadetine bakıyorlardı.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*