Eshâb-ı kiramın
büyüklerinden ve meşhurlarından.
Silsilet-üz Zeheb diye bilinen “Altun
silsilenin” (Büyük veliler silsilesinin) ikinci
halkası. Aslen Iranlı olup, Isfehan
yakınında bir köyde doğup, büyüdü. Genç
liğinde mecûsi iken, hıristiyan rahipleriyle
tanışıp, mecûsiliği terketti. Kiliseye girip
hıristiyan oldu. Çok ilim öğrenip âlim oldu.
Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı.
Nihayet Medine’ye gelip Peygamberimiz
(s.a.v) hicret edince maksadına kavuşup
müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı.
Müslüman olmadan önce, ismi Mabeh idi.
Müslüman olunca, Peygamberimiz (s.a.v),
O’na Selman ismini verdi. îran’lı olduğu
için de Fârisi denildiğinden ismi Selman-ı
Fâriâ olarak meşhur olda Nesebi ise; Mabeh
bin Buzahşâh bin Mursilân bin Behbudah bin
Firûz’dur. Lakâbı Selman-ül Hayr, künyesi
ise Ebû Abdullah’tır.
Ebû’l-Ferec (r.a) buyurdu ki: Abdullah
îbn-i Abbâs’ın (r.a) yanında idim. Bana
Selmân-ı Fârisi’nin bir gün hayatını şöyle
anlattı:
Selman dedi ki: “Ben Fâris (îran)’ın,
tsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam
köyün en zengini olup, arâzimiz ve malımız
çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni
herkesten çok severdi. Bunun için beni kız
gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi.
Babam mecûsi (ateşperest) olduğu
için mecûsililği de bana evde tam bir şekilde
öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz
ona tapar secde ederdik. Babamın malı ve
mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya
çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm
zaman bu malların sahibi sen olacaksın,
onun için git mallarını ve arazilerini tanı”.
Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaş
tım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde
bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların
seslerini işittim, gidip baktım ki, içerde ibâ
det ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey
görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin
ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona
secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir
Allah’a ibâdet ediyorlardı ve kendi ken-V
dime dedim ki, vallâhi bunların dîni haktır^
ve bizimki bâtıldır. Onun için akşama
kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim,
akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu
dînin aslı nerededir?” Bana, “Bu dînin aslı
Şam’dadır” dediler, “Peki dedim. Ben de
Şam’a gitsem beni de bu dine kabul ederler
mi?” “Evet kabul ederler” dediler. “Sîzlerden
yakında Şam’a gidecek kimseler
varmıdır?” diye sordum “Bir müddet sonra
bir kervanımız Şam’a gidecektir.” diye
cevap verdiler (İsfehan’daki bu hıristiyanlar,
Isfehan’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayı
lan da az idi.)
Ben bunlarla meşgul olurken vakit geç
oldu. Babam benim dönmediğimi görünce,
beni aramak için adam göndermiş. Beni
aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklannı
babama söylemişler. Tam bu sırada,
ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana
kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız
yer kalmadı” dedi. Ben de “Babacığım ben
bu gün tarlalan dolaşmak için yola çıktım,
fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi
çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri
ve herşeye hâkim ve kâdir olan bir
Allah’a imân ediyorlar. Onlann ibâdetlerine
şaşdım kaldım. Akşama kadar onlan
seyrettim. Anladım ki onlann dîni haktır.”
dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşü
nüyorsun senin babalannın ve dedelerinin
dîni, onlann dîninden daha doğrudur. Onlann
dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma,
inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım
onlann dîni bizimkinden daha hayırlıdır
ve onlann dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik)
ise bâtıldır.” dedim. Babam buna çok kızdı
ve beni el ve ayakalnmdan bağlayıp eve hapsetti.
Ben daha önce kilisede hıristiyan
rahiplere; bu dînin aslının nerede olduğunu
sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu
söylemişlerdi. Ben evde hapis iken devamlı
Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim.
Nihayet hıristiyan rahipler Şam’a gidecek
kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber
almca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım
ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim.
Buralarda duramayacağımı anlattım. O
kervanla beraber Şam’a gittim. Şam’da
hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum.
Bana bir âlimi tarif ettiler, Onun
yanına gittim. Ona durumu anlattım.
Onun yanında kalmak istediğimi, ona hizmet
edeceğimi söyleyip, Ondan bana nasrâniliği
öğretmesini, Allahü teâlâyı
tanıtmasını rica ettim. O da kabul etti.
Ben de Ona hizmet etmeye, kilisenin işlerini
yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye
başladı. Fakat sonradan Onun kötü
kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların
fakirlere vermesi için getirdikleri
sadaka altın ve gümüşleri kendine alır,
fakirlere vermezdi. Böylece şahsına yedi
.küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu
benden bşşka kimse bilmezdi. Bir müddet
sonra o âlim vefât etti. Nasrâniler onudefnetmek için toplandılar. Onlara “Neden
buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete
lâyık bir insan değildir.” dedim. “Sen
bunu nerden çıkarıyorsun” dediler ve bana
inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların
yerini bildiğim için onlara gösterdim. Nasrânîler
yedi küp altım ve gümüşü çıkardı
lar ve “Bu, defne ve teçhize lâyık bir kimse
değildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla
kapattılar. Sonra onun yerine başka bir
âlim geçti. Çok âlim zâhid bir kimse idi.
Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete
tâlib bir kimse olup, hep ahiret için çalışı
yordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu
çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım.
Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve
de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı
geldi ve ona “Ey benim efendim, uzun
zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok
sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine
itaat ediyorsun ve men ettiklerinden
kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne
yapayım. Bana ne tavsiye edersin” diye
sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları
ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen
seni ifsâd ederler. Fakat Musul’da bir zât
vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi.
“Ben de peki efendim” dedim. O zât vefât
edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif
ettiği zâtı buldum, başımdan geçenleri
anlattım. Beni hizmetine kabul etti. O da
diğer zât gibi çok kıymetli zahid,âbid bir
kimse idi. Onun vefât zamanı aynı sorulan
ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir
zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben
de derhal Nusaybin’e gittim. Bahsedilen
kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi
söyledim. İsteğimi kabul etti ve bir müddet
de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da
vefât etmek üzere iken, beni başka birine
göndermesini söyledim. Bu sefer bana
Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan
başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtmdan
sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son
şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir
zaman da O’nun yanında kaldım. Artık O’
nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni
birine havâle etmesini ricâ edince, vallâhi
şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat
âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı.
O Arablar arasından çıkacak, vatanından
hicret edip, taşlık içinde hurması
çok bir şehre yerleşecek. Alâmetleri şunlardır:
Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul
etmez, iki omuzu arasında nübüvvet
mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı.
Yanında bulunduğum son zât da vefât
edince, O’nun tavsiyesi üzerine, Arab diyâ-
rına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile
bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî
Kelb kabilesinden bir kâfile Arap beldesine
gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar
ve koyunlar sizin olsun, beni Arap vilâ
yetine götürün. Kabul edip beni kafilelerine
aldılar. Vâdiyül Kurâ denilen yere gelince
bana ihânet edip, köledir diyerek beni bir
yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu
yerde hurma bahçeleri gördüm. Ahir
zaman Peygamberinin hicret edeceği yer
herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat
kalbim oraya ısınmadı. Bir müddet yahû
dinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle
olarak amcasının oğluna sattı. O da alıp
Medine’ye getirdi. Medine’ye vannca,
sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim,
öylesine ısındım. Artık günlerim Medine’
de geçiyor, beni satın alan yahûdinin
bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik
yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma
kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde
bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum.
Sahibim, yanında biri ile bir ağaç
altında oturup konuşmakta idi. Bir ara
dediler ki, Evs ve Hazreç kabileleri helâk
olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber
olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri
işitince kendimden geçip az kalsın ağaçtan
yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O
şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim bana
bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki
soruyorsun, sen işine bak” dedi. O gün
akşam olunca bir miktar hurma alıp,
hemen Küba’ya vardım. Resûlullah’m
(s.a.v; yamna girip “Sen sâlih bir kimsesin,
yamnda fakirler vardır. Bu hurmalan
sadaka getirdim” dedim. Resûlullah (s.a.v;
yanında bulunan Eshâba “Geliniz hurma
yeyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi
asla yemedi. Kendi kendime işte bir
alâmet budur. Sadaka kabul etmiyor
dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha
alıp, Resûlullaha (s.a.v) getirdim. Bu hediyedir
dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile
birlikte yediler. İşte ikinci âlamet buduı
dedim. Götürdüğüm hurma yirmibeş tane
kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri
bin kadardı. Resûlullahın (s.a.v) mucizesiyle
hurma artmıştı. Kendi kendime bir
âlameti daha gördüm dedim. Resûlullahın
(s.a.v) yanma ikinci defa vanşımda bir
cenaze defnediyorlardı. Nübüvvet mührünü
görmeyi arzu ettiğim için yanına yaklaştım
. Benim muradımı anlayıp
gömleğini kaldırdı. Mübarek sırtı açılınca
Nübüvvet mührünü görür görmez vanp
öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâ
deti söyleyerek müslüman oldum. Sonra da
Resûlullah (s.a.v)’a uzun yıllardan beri
başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım,
Halime teaccüb edip, bunu Eshâb-ı kirâma
da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı
kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri
bir bir anlattım..”
Selmâni Farisî imân ettiği zaman Arap
^”lisanını bilmediği için tercüman istemişti
Gelen yahûdi tercüman, Selmân-i FarisîResûlullah (s.a.v) altını tekrar Selmân-ı
Farisî’ye verip, “Bu altını al borcunu
öde” buyurdu. Selmân-ı Farisî, “Yâ Resû
lallah, bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta
değil” deyince, Resûlullah (s.a.v; o altını
alıp, mübarek dilinin üzerine sürdü. “A l
bunu! Allahü teâlâ. bununla senin borcunu
eda ed er” buyurdu. Selmân-ı Farisî,
“Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen
miktarda geldi. Götürüp onu da sahibime
verdim. Böylece kölelikten
kurtuldum” dedi.
Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı
kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir
buyurulunca, Hz. Ebû Derda ile kardeş
oldu. Hendek savaşından itibaren bütün
gazâiara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından
sonra, Medine üzerine üçüncü defa
yürüyen müşriklere karşı nasıl bir
savunma yapılması gerektiği istişare ediliyordu.
Bütün müşriklerin birleşerek hücum
ettiği bu savaşta Selmân-ı Farisî, Resûlullaha
(s.a.v) hendek kazmak suretiyle
savunma yapmayı söyledi. O’nun bu tekliü
kabul edilip, hendek kazıldı. Bu sebeple
• • , « Unnrlpk Savaşı denildi. Selmân-ı
rtPtk etmesini bu savaşa, nende Huzeyfe binyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân
(r.a) “Hayır niyet ettim gideceğin yere
kadar götüreceğim” dedi ve adamın evine
kadar götürdü. Selmân (r.a) böylesine de
tevâzû sahibi idi.
Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı
Farisî, Hz. Osman devrinde hastalandı. Bu
sırada kendisini ziyârete gelen Sa’d bin Ebî
Vakkas’a artık dünyadan ayrılacağını ve
bütün servetinin bir kâse (tas), bir leğen, bir
kilim ve bir hasırdan ibâret olduğunu söyledi.
Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı
kirâm nasihat isteyince, onlara hasta
olduğu halde devamlı nasihatde bulunuyordu.
Bu hastalığı neticesinde Medayin’
de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli
yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).
Selmân-ı Farisî, Peygamberimizden
(s.a.v) altmış civarında hadîs-i şerif rivâyet
etmiştir. Bunlardan otuz kadarında
Buhâri ve Müslim ittifak edip, kitaplarına
almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi.
Çok âlim yetiştirmiştir. Ebû Said elHudri,
îbn-i Abbâs, Evs bin Mâlik, Onun
talebeleri arasında idi. Ebû Hureyre ondan
hadîs-i şerif rivâyet etmiştir. Tâbiînin
büyüklerinden ve o zaman Medine’de
Fukaha-i Seb’a denilen, yedi büyük âlimden
biri olan, Kasım bin Muhammed de
Selmân-ı Farisî’nin talebelerindendir. O’
nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle
gelmiştir.
Selmân-ı Farisî, Resûlullahın (s.a.v)
huzurunda ve sohbetlerinde kemâle geldi.
Zâhir ve bâtın ilimlerinde çok yüksek derecelere
kavuştu. Eshâb-ı kirâmın hepsi de
böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan herkes,
kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar
feyz alırdı. Hz. Ebû Bekir’in kavuştuğu
derecelere hiçbir Sahâbi kavuşamadı.
Selmân-ı Farisî (r.a), Resûlullahdan (s.a.v)
sonra Hz. Ebû Bekir’in sohbetinde ve hizmetinde
de çok bulunarak, O’ndan da feyz
aldı.
Hanımı anlatır: Vefatına yakın bana:
“Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve
başımın etrafına saç, insan ve cin olmayan
kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir”
dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı çıktım.
Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allahın
velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir
ses duydum. İçeri girdiğimde ruhunu teslim
etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.
Said bin Müseyyeb, Abdullah bin
Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı
Fârisî bana: “Ey kardeşim, hangimiz evvel
vefat edersek, vefat eden kendini, hayatta
olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün
müdür? dedim. “Evet, mümkündür.
Çünkü mü’minin rûhu bedeninden aynhnçg,
istediği yere gidebilir; kâfirin ruhu SiccintJt’
habsedilmiştir” dedi. Selmân (r.a) vefat
etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında
uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm.
Selâm verdi. Selâmına cevap verdim.
Yerini nasıl buldun diye sordum. “İyidir.
Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve
üç kere tekrarladı.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a) ilmi ile fazileti
pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hz. Ali
“Selmân-ı Fârisî evvelkilerin ve sonrakilerin
ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir
denizdir” buyurmuşlardır. Resûlullaha
(s.a.v) sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshâb-ı
kirâmın seçkinleri arasına Resûlullah
(s.a.v) tarafından dahil edildi. Muhacirlerle
Ensâr arasında, Muhacirlerden mi yoksa
Ensârdan mı meselesinde ihtilaf çıkınca
Peygamberimiz (s.a.v), “Selm ân bizdendir,
ehl-i beyttendir” buyurdu.
Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Cennet üç kişiye müştaktır (Yani
şevkle onları beklemektedir) AliyyülM
urtâza, A m m âr bin Y â ser ve
Selmân-ı Fârisî.”
“Dört kişi fazilette öne geçmiştir.
B en Arabları, Süheyl Rumları, Selm
ân F a r s la r ı, B ilâ l H a b e ş île ri
geçmişiz. ”
“Ey Selmân, hastanın duâsı kabul
olunur. Duâ et ve anlıyarak duâ yap!
S en duâ et, ben de âmin diyeyim!”
“Ey Selm ân K u r’ân-ı kerîm i çok
oku!”
Ebû Hureyre (r.a) Onun iki kitabı da
bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi İncil
diğeri de Kur’ân-ı kerimdir.
Buyurdu ki:
“Mü’min, doktoru yanında olan hastaya
benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı
bilir. Hasta, kendine zararlı bir şeyi
isterse, mâni’ olur ve yersen ölürsün der.
Mü’minin hâli budur. O birçok şeyleri arzular,
ama Allahü teâlâ mâni’ olur, tâ ölünciye
kadar. Sonra Cennete gider.”
“Şaşılır şu kimseye ki, dünyaya hırsla
sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş
ama unutulmuş değildir. Güler, ama
bilmez ki, Rabbi ondan râzı mıdır, yoksa
değil midir?”
“Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar;
ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu
halde, dünyalık peşinde olan kimselerin
hâli, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu
halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek
olan kimseler ve Rabbinin kendinden
râzı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız
dolusu gülen kimselerin hâli.”
Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine
daha ziyade yemesi için ısrar edilince,Peygamberimizin
(s.a.v) kendisine; “İnsanların
a h irette çok açlık çek e c ek
olanları, dünyada doyuncaya kadar
yem ek yiyenlerdir.” buyurduğunu haber
verdi. Çok cömert olan Selmân (r.a) günlük
gelirinin çoğunu dağıtırdı ve el emeği ile
geçinirdi. Fakirleri daima doyurur, onlarla
beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu
hâlde kendi işini kendi görürdü. Bir şey
taşırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır,
eşyâlannı biz taşıyalım derler, onlara;
“Hayır yerine kadar kendim götüreceğim”
derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.
Buyurdular ki; “İlim çoktur fakat ömür
kısadır. O hâlde önce dinde zarûrî lâzım
olan ilimleri öğren!” “Kalb ile bedenin hâli
kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör
bir ağacın altına gider, fakat onda meyve
olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi
görür fakat alamaz. İlâhi nimetleri
kalb bilmeli, inanmalı, beden de onunla
âmil olmalı ki âhıretteki sonsuz ni’metlere
kavuşmak nasib olsun.”
“Sizler mümkün olduğu kadar sabah
çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen
olmayınız. Çünki bu iki vakit şeytanlann
harp ettikleri zamanlardır.”
“Mü’minler de çok şeyler arzû ederler.
Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları
yaratır, zararlı olanları yaratmaz. Mü’
minler bu şekilde vefat ederler. Ve Allahü
teâlânın Cennetine girerler.”
“Bir kimse Allahü teâlâya açık günah
işlerse; tevbesi açık, gizli olarak günah
işlerse tevbesi gizli olur. Tevbe ettikten
sonra: “Yâ Rabbi bu tevbe ile günahımı
affet” diye duâ etsin.”
“Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi,
Resûlullah’ın (s.a.v) vefatı. Bu ayrılığa
dayanamadım ve durmadan ağlıyorum.
İkincisi, kabirden kalktığım zaman halim
ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum.
Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği
zaman Cennetlik miyim Cehennemlik
miyim bilemiyorum. O zaman halim ne
olur, bilemiyorum, onun için ağlıyorum.”
Selmân-ı Fârisî (r.a; bir gün bir vesk (bir
deve yükü = 250 litre ı nafaka satın aldı. Bir
kimse onu gördü ve “Yâ Selmân bu kadar
nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek
kadar ömrün olduğunu biliyor musun?”
diye sordu. Selmân (r.a;; “Nefis nafakasını
aldığı zaman insan mutmain (rahat; olur.
Ondan sonra nafaka ve başka bir şey
düşünmeden Allahü teâlânın zikri ile meş-
gûl olabilir, insan nafakası tamam olunca,
ibadetler ve vesveselerden emin olur.” dedi.
Selmân-ı Fârisî (r.a/ arkasından bir
kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman,
“Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için
fenâdır” buyurur, hiç kimsenin arkasından
yürümesini istemezdi.
“Bir zenginle arkadaş olduğun zaman,
onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan
kendisinden bir şey isteme. Çünkü
istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir
lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin
gözünde büyük ve ona karşı makamını
korumuş olur.”
“Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle
derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin
hâli, sermayesi elinden çıktığı (iflas
ettiği; hâlde kâr peşinde koşan bir tüccarın
hâline benzer.”
“Mü’minin ölüm zamanında alnının
terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin
kabarması, Allahü teâlânın rahmetine
nâil olduğunun alâmetidir.”
Kur’ân-ı kerimi tilâvet eden bir kimseden
Hicr sûresindeki, “Şüphesiz ki o
azgınların hepsine vadolunan yer;
Cehennem dir.” âyetini işitince, feryâd
etti ve başını iki eli arasına alıp, çıkıp gitti.
Üç gün kendine gelemedi. Ne yaptığını
dahi farkedemiyordu.
Medâyin’de iken Ebû’d-Derdâ’ya (r.a.;
yazdığı mektubta, “Hastalan tedavi etmek
için tebâbete başladığını öğrendim. Gerçek
tabib isen nasihata devam et. Çünkü sözün
şifâdır. Yok eğer hakiki tabib değil isen
Allah’dan kork, müslümanlann kanına
girme” buyurdu.
“Namaz bir ölçekdir. Kim dolu dolu
ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve
mükâfata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse
(adabına uygun kılmazsa Allahü teâlâ’nın
buyurduğu Veyl’i (Cehennemi; hatırlasın”
Ebû Vail diyor ki: Bir arkadaşımla
Selmân’ın (r.a) ziyaretine gittim. Bize bir
miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi.
Arkadaşım “Şu tuzun yamnda biraz da sağ-
ter (kekik gibi bir ot) olsaydı” dedi. Bunun
üzerine Selmân (r.a) matarasını rehin vererek
o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım,
“Bize verdiği ni’mete kanâat ettiğimiz,
Allahü teâlâ’ya hamdederiz” dedi. Selmân
(r.a.): “Eğer kanâat etseydin, benim
matara rehin olmazdı” buyurdu.
“Eline geçmediği halde geçmiş gibi
nimetlere şükr edip râzı olan, eline geçmiş
hükmündedir” buyurdu.
Kendisine hakâret edip, kötü sözler söyleyen
birisine “Eğer ahirette günahlanm
ağır, sevaplanm hafif gelirse; senin söylediğinden
çok daha kötüyüm. Yok günahlanm
hafif, sevablanm ağır gelirse; senin
sözlerinin bana bir zaran olmaz” diye
cevap verdi.
“Dünyada Allah için tevâzû ediniz.
Dünyada tevâzû’ sahibi olanlan Allahü
teâlâ kıyamet günü yüceltir”
“Cehennemin zulmeti ve azâbı, dünyada
iken insanlann kendilerine ve başkalanna
yaptıklan zulümdür.”
Kendisine niçin yeni güzel elbise giymiyorsun
diyenlere buyurdu ki: “Kölenin
güzel ve iyi elbise ile ne münâsebeti olabilir.
Azâd olduğu (Cehennemden kurtulduğu;
zaman hiç eskimeyecek ve çok güzel elbise_V5r
kendisine giydirilecektir.”
– ” Sa’d’a (r.a), nasihatında “Bir şeyi yapmaya
niyet ettiğin zaman niyetinin, azminin üzerinde Allahü teâlâ’dan kork (harâm
ve günah olan bir şeye azmetme)” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî (r.a) ölüm döşeğine yattığı
vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan
ayrıldığım için ağlamıyorum.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v) “Dünyadan
ayrılırken sermayeniz bir yolcunun
yol azığından fazla olmasın” buyurmuştu.
İşte buna ağlıyorum” dedi. Halbuki
öldüğü vakit bıraktığı malın kıymeti on
dirhem civannda idi.
Bir gün yanında misafiri olduğu
halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı.
Yolda karınlan acıktı,yiyecek bir
leri de yoktu. Orada geyikler vardı ve
süvari atiyle dahi onlara yetişemezdi Kuş
lar vardı. Fakat avcılar onlan vuramazlardı.
Zira uzaktan hemen kaçarlardı.
Selmân-ı Fârisî (r.a; bir geyik ile bir kuşu
yamna çağırdı, ikisi de yanlanna geldi.
Onlara “Bu kimse benim misafirimdir. Sizi
ona ikrâm etmek istiyorum” buyurdu.
Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onlan
kesip yediler. O zât bu işe çok hayret etti ve
“Ey efendim, geyik ve kuşu çağırdınız hiç
kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret
ettim” dedi. Selmân (r.a) buyurdu ki
“Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir
kimse Allahü teâlâ’ya itaat eder ve O’na
hiç günah işlemezse, her şey ona itaat
eder.”’“Allahü teâlâ mü’minin hastalığını ona
keffâret yapar ve gtinahlannın affına sebeb
olur. Fâsıkın hastalığı ise, sahibi taraflından
bağlanan devenin hali gibidir. Daha
sonra salındığında niçin bağlandığını ve
neden salındığını bilmez.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a), Peygamberimizden
rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden
ba’zılan şunlardır
“İnsanlar ilim öğrenip, ameli terk
ettikleri, dil ile sevişip kalbten düş
manlık besledikleri ve sıla-ı rahmi
(akraba ziyâretini; terk ettikleri zaman,
AUah onlara lânet eder, kulaklarım
sağır (hakikati dinlemez;, gözlerini kör
(doğruyu göremez; ed er.”
“Allahü teâlâ’nın yüz rahmeti vardır.
Bunlardan yalnız birini dünyaya
indirdi. İnsan ve cin, kuş ve bütün hayvanlar,
bu bir rahmetin tesiriyle birbirine
acır ve birbirlerine merhamet
ederler. D iğer doksandokuz rahmeti
âhirete bıraktı. Onlar ile de kullarına
merhamet edecektir.”
“Muhakkak ki sizin Rab biniz hayâ
ve kerem sahibidir. Kullan, ellerini
kaldırıp kendisinden birşey istedikleri
zaman, onlan boş çevirmekten hayâ
eder.”
Selmân (r.a) “Resûl-i Ekrem (s.a.v),
bizde olmayan şeyi misafir için almak sûretiyle
külfete girmememizi ve mevcûd ile
yetinmemizi bizlere emretmiştir” demiştir.
“Dünya malından nasibiniz, yolcunun
azığı gibi olsun”
“Malıyla Allahü teâlû’ya itaat eden
ve malının zekâtını veren mal sahibi,
kıyamet günü serveti ile beraber gelir.
(Sırat köprüsünden geçerken) h er ne
zaman Sırat önüne dikilirse, malı,
“geç, geç zira sen Allahü teâlâ’nın
bende olan hakkım ödedin” der.
Sonra da malındaki Allahü teâlâ’nın
hakkını ödem eyen gelir. Malı yanında
Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal,
“ Yazık sana, neden Allahü teâlâ’nın
bende olan hakkını ödem edin?” diye
onunla alay ed er durur. Tâki adam
“ Vay bana, ben n e yaptım” deyinceye
kadar. Sırâtı geçip Cennete kavuşamaz”
“M isafir için külfete girm eyin;
misafir buna üzülür. Kim ki misafiri
küstürürse, Allahü teâlâ’yı küstürmüş
olur. Allahü teâlâ’yı küstür en e de
Allahü teâlâ buğz ed er.”
“Dünyada iyilik işleyenler, ahirette
yaptıkları iyiliklere kavuşurlar.
1) Sahih-i Buhâri cild-6, sh. 63
2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-3513) el-lsâbe cild-2, sh-62 •
4) el-lstiâb cild-2, sh-56
SELMÂN-I FÂRÎSl (r.a),
15
Şub