Genel

Telgıraf Ve Sultan Abdülmecid Han

Telgıraf Ve Sultan Abdülmecid Han

Ekran Alıntısı
Sultan Abdülmecîd Han’ın bu davranışı bütün dünya liderleri tarafından duyulmuş ve her biri Mor- se’a hediyeler vermek için yarışmışlardır.
Bu hâdiseyi pâdişâhın huzurunda yapılan test sı- rasında bizzat şahit olup sonra hatıratında nakle- den Amerikalı seyyah Cyrus Hamlin’in kaleminden aktarıyoruz:
Profesör Morse, 1839 yılında mucidi olduğu telg- raf üzerinde çalışmalarını Paris’te sürdürürken ABD’li dostu Bay Chamberlain de kendisine refakat ediyor- du. Chamberlain, elinde bir sürü yeni îcâd edilmiş âletle İstanbul’a çıkageldi, ümidi, önce Türk hüküme- tinden ve sonra Avusturya’dan patent alabilmekti. Elimde bir galvanik pil görünce bunu benim çalışma odamda kurdu ve bizimle berâber birkaç asilzâde de hâdiseyi seyretti. Âletin yapımı hayli kusurluydu, ne gerektiği gibi çalıştı ne de beklenen neticeyi verebil- di. Kâğıda işaretleri geçiren ؟elik uç yerine üçü yan yana dizilmiş sıradan mürekkepli kalem kullanılmıştı.
işaretler kimi zaman silik çıkıyor ve kimi zaman hatta hiç çıkmıyordu. Yine de bu, neler yapılabileceğinin bir göstergesiydi ve sırf bu yüzden oldukça ilginçti. Nihâyet Chamberlain’in Viyana’ya gidip en iyi kafaları bulması ve üzerinde çalışarak bambaşka bir âletle geri dönmesi kararlaştırılmıştı. Böylece işi bittiğinde Türklere daha hoş bir şey sunabilecekti. Koca koca ümitlerle yola çıktı Chamberlain; fakat Tuna’ya açılır açılmaz kayığı akıntıya yakalandı ve beş arkadaşıyla birlikte hayatını kaybetti. Bu elîm hâdise yüzünden Doğu’nun telgrafla tanıştırılması teşebbüsü akim kaldı.
1847’de bir kez daha denendi. ABD’nin Tennessee Eyâleti’nden, birçok İlmî muvaffakiyete imza atan ve bir ara Türk hükümeti tarafından da jeolog olarak istihdam edilen Prof. J. Lavvrence Smith, bir madencilik okulu kurmak gayesiyle ABD’den birçok âlet sipariş etti. Maksadı Dersaâdet’le komşu bir şehir arasında bir telgraf ağı kurmaktı.
Maalesef parçaların bir kısmı eksikti. Bunları da zaman zaman bizzat tadilatla meşgul olduğum küçük atölyede bizler tamamladık.
Bu, Chamberlain’in elindeki kaba saba şeyden çok daha başkaydı. Bir kere bir Amerikan yapımıydı ve bunun bir Amerikalının elinden çıkmış olması ve onun tarafından Türk sultanına takdim edilmesi bizi oldukça gururlandırmış ve memnun etmişti.
Üç gün test ettikten sonra, ben büsbütün hazırlıksız olmama rağmen, sultanın davetiyle saraya gitmek durumunda kaldık. Resmî hiçbir pâyesi olmayan birinin Osmanlı sultanının huzuruna çıkarılması ender rastlanan bir hâdiseydi ve bizim teşrifât âdâbına hassasiyet göstermemiz gerekiyordu.
Amerikan Elçilik Sekreteri J. P. Brown bize tercüman olarak eşlik edecekti.
Saraya varır varmaz başmabeyinci tarafından karşılandık ve kabul odasında sultanın emirlerini bekledik. Dayanılmaz tatlılar, çubuklar ve kahve vs. den sonra huzûr-ı âliye kabul olunduk. Hünkârın makamı sarı renkli ve devasa bir ahşap yapı olan Beylerbeyi Sarayı’ndaydı. Daha sonra burası yıkılmış; yerine küçük ve küçük olduğu kadar da sağlam ve güzel kâgir bir bina inşâ edilmişti. Sultanın odası öyle büyüktü ki ebatları hakkında tahmin bile yapamıyorum.
Sultan, bizim de buyur edildiğimiz karşı köşeden girdi odaya. Yirmi adım ilerleyip gayet alçaktan ve oldukça resmî bir temenna ettik ve sultan başını hafifçe eğerek karşılık verdi selamımıza. Tekrar ilerledik ve aynı usûlle selam verdik. Bu sırada o da bizi karşılamak için hareketlendi; üçüncü selamda huzurdaydık. Bay Brown’a birkaç kelimeyle iltifat buyurdu. Prof. Smith’in gayretlerini övdü, benim kim olduğumu sual etti ve nihâyet şehr-i saâdetlerinde rahat bir mesken bulabilmemi ümit ettiğini söyledi.
Daha sonra Prof. Smith, zât-ı âlîlerine âletleri gösterdi ve kendilerine alfabeyi îzâh etti. Sultan derhal neyin ne olduğunu kavradı ve “Bu, pekâlâ bütün dillere tatbik edilebilir. Ve bizim alfabemiz sadece yirmi iki harf olduğundan bu iş için çok daha müsait.” buyurdu. Âletin işleyişi Zât-ı Şahâne’yi daha da şaşırttı.
Prof. Smith, sultana daha musavver bir şeyler sunabilmek kaygısıyla bizim galvanik cihâzlarımızı da yanında götürdü.

telgraf
Eski bir telgraf cihazı

Prof. Smith dhâzları kurarken Pâdişâh pür-dik- kat onu seyretti ve sorularıyla sık sık araya girdi. Giyimi gayet sade ve hoştu ve bizim rahat hissetmemiz için elinden geleni yaptı. Tavrı tek kelimeyle beyefendiceydi.
Telgrafın biri taht salonunun üst köşesindeydi, diğeri ise sarayın yan odalarından birinde. Biz bu çalışmalara devam ederken sultan, Bay Brown ile konuşuyor; Meksika’da sayıları bizden daha fazla olan düşman kuvvetlerine gâlip gelmemize bir hayli şaşırdığını söylüyordu. Bay Brown ise ona, MeksikalIların câhil insanlar olup, Katolik olduklarını ve tahsilli Protestan- lara karşı koyamayacaklarını ifâde etti. “Gerçekten öyle mi?” dedi, Türklere mahsus bir hayret ve şüpheyle. Sonra ekledi, “Şayet mümkün olsaydı, bir milletler cemiyeti (ilk Birleşmiş Milletler fikri) kurar ve beynelmilel sürtüşmeleri bu yolla hallederdim. Ve artık insan, insanın kanını dökmezdil” Sultanın tazim ifâde eden unvanlarından biri de “Hünkâr”dı, yani Hükümdar! Onun atalarını yâd edişi, sonra “barış havarisi” diye bilinen Kaptan William Ladd’den bahsedişi oldukça hayret vericiydi.
Prof. Smith cihâzların kurulup hazır olduğunu bildirince sultan bir an tevakkuf etti ve sonra profesör-
mmmmm
Sultaıı Abdiilmecîd Han
den diğer istasyona gitmesini istedi. Bu kişiyi uzaklaştırmak ve kolay nüfuz edebileceği benimle yalnız kalmak arzusundaydı. Kâtibi ve Fransızca hocası bana,
٠٠٠٠٠٠
“Majestelerinin huzurunda oturmamalısınız, fakat bağdaş kurmak isterseniz bir yastık getirtebilirim.” dedi. Reddettim ve her şey tamam olduğunda, âlet üzerinde daha dikkatli çalışabilmek için, majestelerinden bir sandalye istedim. “Mettez une chaise! Met- tez une chaise!” (Bir sandalye getirin! Bir sandalye getirin!) diye karşılık verdi gayet açık bir memnuniyetle.
Refakatindekiler emri derhal yerine getirmek için fırladılar, fakat bir frengin bu denli cesaretine ve pâdişâhın bu derece lütûfkâr oluşuna şaşırmış gibiydiler.
Neden sonra Bay Brown pâdişâhtan bir mesaj geçmesini rica etti. O da “Fransız gemisi vardı mı?” ve “Avrupa’dan haberler nedir?” diye not ettirdi. Bir müddet dikkatle yapılanları seyretti, büyük adımlarla yan odadaki istasyona geçti; etrafındakiler؛ çoktan geride bırakmıştı, haberin diğer istasyona ulaşıp ulaşmadığını herkesten önce o görmeliydi. Girer girmez Smith’in okuduğunun ne olduğunu sordu; az önce yazdıklarının aynısıydı! Ve “Mâşâllâh! Mâşâllâh!” dedi.
Cevabi telgrafsa çok daha uzundu ve o hemen tekrar yanıma dönüp mesajın gelmesini bekledi. Ben de bir yandan, sultan okuyabilsin diye, işaretlerin altına denk geldikleri harfleri yazıyordum. Yazılanları okurken, “Burada bir hata yapmadın mı? Bir manası olabilmesi için bu “I” olmalı değil miydi?” dedi ve ekledi, “Anlıyorum, pekâlâ hatalar olabilir, fakat bu manayı zedelemez zannımca”. Profesörü çağırttı, kendisine tebrik ve takdirlerini iletti. Ardından sistemi sarayda ikinci kez ne zaman tecrübe edebileceğimizi sordu. “Zât-ı âlileri ne zaman arzu ederse”, “Öyleyse yarın saat birde bekliyorum.” dedi ve bizler müsâade istedik. Prof. Smith artık mutmain olabilirdi. Sultan üzerinde daha müthiş bir intiba bırakamazdı. Sultan memnuniyetini gizlemiyordu. Ertesi gün, bütün saray erkânının toplanmasına şehadet etmek için vakitlice orada olmaya gayret ettik. Zîrâ en çok görmek istediğimiz manzaraydı bu. Paşaları kabul ile vazifeli muhâfızın giyimi gayet muntazamdı. Fakat paşaların bazısı karadan ve bazısı denizden teşrif buyurduklar.
Morse’a mükâfat verilmesine dâir bir vesika
rından muhâfızın bir anda iki yerde birden bulunması icap ediyordu! Ve onun bu bir kapıyla diğer kapı arasında şaşkına dönmüş halde gidip gelişleri hayli eğlenceliydi. Taht odasına buyur edildik ve az sonra da âlî maiyetinin başında sultan içeri girdi.
Huzurda şeyhülislâm, Rumeli ve Anadolu beyler- beyileri, sadrazam, hâriciye nâzırı, bahriye nâzırı ve diğer erkân hazır bulunuyorlardı. Onlar telgraf hak- kındaki îzâhatı dinlerlerken bizim için de onları izleyebilmek imkânı doğmuştu.
Biz henüz başlamadan sadrazam, Bay Brovvn’a, “Şu kişi dünyayı altüst eden Amerikalı misyonerlerden biri mi yoksa?” diye sordu ve ekledi, “Pek de tehlikeli birine benzemiyor aslında!”
Nihâyet âleti çalışır halde gördüklerinde sadrazam birkaç cümlelik bir şey söyledi ve Profesör de dediklerini aynen gönderdi. Kâğıdın üzerindeki işaretler büyük bir dikkat ve hayretle tetkik edildi. İkinci bir telgrafa gerek kalmadı. Ve şanslı olmalıyız ki, daha sonra tellerden birinin koptuğunu fark ettik. Kuvvetle muhtemeldi ki bu, telgrafın burada tanıtılmasından memnun olmayan kişilerden biriydi.
Sultanın etrafındakilerce her sözüne “Evet efendim” diye karşılık verilmesi, ona gösterilen hürmetin boyutları hayret vericiydi. Sultan Edirne ile İstanbul arasında bir hattın çekilebilmesi ihtimalini ve maliyetini sordu; Smith mümkün olduğunu ve muhtemel fiyatı söyleyince pek ucuz olduğunu söylediler.
Saray erkânı ayrılınca biz de selam verip alt kattaki bekleme salonuna geçmek üzere huzurdan çıktık. Ardımızdan sultan kâtibini gönderdi ve şükranlarını nasıl ifâde edebileceğini sordu; bir kese altın yahut bir nişan? Profesör, kararın elbette sultanın olduğunu ve ne İhsan buyrulacaksa telgrafın mucidi Prof. Mor- se’a takdim edilmesi gerektiğini söyledi. Böylece kendisine Morse adına bir berat ve elmasla müzeyyen bir nişan verildi.
Altı yıl sonra, Kırım Savaşı patlak verince telgraf artık bir zaruretti ve İstanbul bir yığın ağla yalnız Edirne’ye değil, dünyaya bağlanmıştı, imparatorluğun en ücra köşelerinden, Hindistan’dan, Amerika’dan, Avrupa’nın her yerinden İstanbul’a telgraf yağıyor ve bunlar sabah akşam yayınlanıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir