Cenâb-ı Hakk’ m (c.c.) insanı yaratmasındaki gaye, kendini
ona tanıtmaktır. İnsanın da gayesi; hem Allah’ın (c.c.)
emri olduğu için, hem nimetlere şükür babından, hem de
bizzat kendi kurtuluşuna giden tek yol olduğu için Allah’a
(c.c.) kayıtsız şartsız kul olmaktır.
İnsanlık tarihi boyunca gelmiş geçmiş yüzbinlerce peygamber,
hesabı rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok
sayıda veli ve mürşid, hep insanları Allah’a (c.c.) götürmek
ve kul olmalarını sağlamak için çalışmışlardır. Cenâb-ı Hak
(c.c.) âdeti gereği, her fiile bir sebep halketmiştir; insanların
irşadı ve hidayeti için de peygamberlerini ve velilerini vesile
kılmıştır. Ancak burada şu noktayı aydınlatmak gerekir:
İnsan, Allah’a (c.c.) kul olma yolunda ne kadar çaba sarfederse
etsin, emir ve yasakları ne derece hassasiyetle gözetirse
gözetsin; onun nihai kurtuluşu Cenâb-ı Hakk’m (c.c.)
rahmetinin tecellisine bağlıdır:
Peygamber (s.a.v.): “Amellerinizde mu’tedil olunuz,
doğru olunuz ve biliniz ki, sizden hiçbir kimse (yalnız) ameli
ile kurtulmuş olmayacaktır” buyurdu. Ashab: “Sen de mi
yâ Resulellah”, diye sordular. Peygamber (s.a.v.): “Ben de;
-84-
on ancak Allah (c.c.), rahmet ve fadlı ile beni ihata ederse”
buyurdu.
Allahü Teâlâ, insanların kurtuluşu için dünyada nasıl
nebi ve velileri vesile kılmış ise; mahşerde tahakkuk edecek
nihai ve zorlu hesap gününde de yine nebi ve velileri vesile
kılmıştır. Lügatte; aracılık yapmak, tavassut etmek, vesile
olmak anlamına gelen ‘şefaat’ kelimesi, geniş anlamıyla bu
tavassut müessesesini ifade etmektedir.
Ashab-ı kiramın hayatına bakıldığında onların tavassut
müessesesine ne derece sarıldıkları çok çarpıcı bir şekilde
görülmektedir. O kadar ki, Sahabe-i Kiram, sadece tavassut
müessesesinin piri olan Resulullah’ın (s.a.v.) şahs-ı şahanelerini
vesile ittihaz etmekle kalmamış; O’nun elbisesinden
yırtılan parçayı, vücudundan ayrılan kılı, ağzından çıkan
tükrüğü, su içtiği kabı, su içtiğinde arta kalan suyu… dahi
irşad, hidayet ve kemalât yolunda ilerlemeğe vasıta kubul
etmişlerdir.
“(Bir kere) Nebi sallallahu aleyhi ve selleme bir bardak
(su) getirildi. Resul-i Ekrem bundan (bir miktar) içti. Sağında
ashabın en küçüğü genç oturuyordu. Yaşlılar da solunda
(ahz-i mevki etmişlerdi. Bu vaziyette Resulullah (s.a.v):
-Delikanlı! Bardakta kalanı ihtiyarlara vermeme izin
verir misin?, diye sordu. Genç sahabi:
-Yâ Resulellah! Senden gelen artığımı hiçbir kimseye
ihsan edemem, diye cevap verdi de Resul-i Ekrem bardakta
kalanı bu gence ihsan buyurdu”91.
Sehl İbn-i Sa’d’den (r.a.) rivayete göre, şöyle demiştir:
“Nebi (s.a.v.) bir kere Benî Sâide sofrasına gelmişti ve
bana: Ey Sehl bize su versene! buyurdu. Ben de şu kadehle
onlara su verdim. (Bu hadisin râvisi Ebu Hâzim) der ki: Bu
kadehi Sehl bize çıkarıp gösterdi. Bunun içinden (teberrüken)
su içtik. Sonra Ömer İbn-i Abdulaziz (Medine valisi
iken) Sehfden bu kadehin kendisine hediye edilmesini
-85-
Buhari’de “Resul-i Ekrem’in mübarek saçıyla teberrük”
bahsinde şarih şöyle demektedir: “Ahmed İbn-i Hanbel’in
Müsned’inde İbn-i Şîrîn’den rivayetine göre, Ubeydetü’s-
Selmâni hazretleri; Resul-i Kibriya’ nin vücud-i mukaddesinden
ayrılan bir tüyü, benim nazarımda, yeryüzünde
mekşuf olan ve yer altında medfun bulunan bütün altın ve
gümüş hâzinelerinden daha kıymetlidir ve daha sevimlidir”.
92’a
“Birçok siyer ve tabakat ulemasının bildirdiklerine göre,
Halid İbn-i Velid’in serpuşunda Resul-i Ekrem’in bir kaç
tane mübarek saçından mahfuz imiş. Bu cihetle bu seyf-i
ilâhî hangi gazâya gitse kendisine feth ü zafer müyesser
olurdu… Bu büyük İslâm dilaveri pek iyi bilmişti ki, Resul-i
Kibriya’nın makdem-i nasıyesine münasip olan feth ü zaferidir,
her müşkülün sühunetle iktihamıdır” 92″b.
İşte bu noktada ‘şefaat’ ile ‘tavassut’ arasındaki hassas
noktayı tesbit etmek, bu ikisi arasındaki ‘içiçeliği’ ortaya
koymak gerekiyor. Önce bu konu ile ilgili birçok âyet-i
kerime ve hadis-i şeriften birkaçını nakledelim:
Âyet-i Kerimeler:
“…O’nun izni olmadan kendisinin katında kim
şefaat edebilir”93.
“…O’nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez…”
94.
“O gün, Rahman’ın izin verip sözünden hoşlandığı
kimseden başkasının şefaati fayda vermez”95.
“Onları yaklaşan güne karşı uyar! Zira (o gün)
yürekler, korkudan adeta sökülüp gırtlaklara dayanmıştır;
(kederlerini) yutkunup dururlar. Zalimlerin
ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları varcUr”
96
istedi. O da hediye etti«92
-86-
Hodis-i Şerifler:
“Her peygamberin, Allahü Teâlâ’dan bir dileği
vardı; onu diledi ve Allah indinde icabet ve kabul
olundu. Fakat ben duamı Kıyamet gününde ümmetime
şefaate tahsis ve te ’hir ettim” .
“…Kıyamet günü hulul ettiğinde (umumi surette)
ben şefaat ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbi!
Gönlünde hardal dânesi kadar iman olanları Cennet’e
koy, diye niyaz ederim; bunlar Cennet’e girerler.
Sonra ben : Yâ Rabbi! Hardal danesQinOden az
imanı olanları da koy, diye şefaat ederim”
Bu âyet-i- kerime ve hadis-i şeriflerden, şefaatin hak
olduğu ve mutlaka gerçekleşeceği çok açık bir şekilde görülmektedir.
Şefaatin Kısımları
“Şefaat beş kısımdır:
Birincisi: Peygambere (s.a.v.) mahsustur ki, Kıyamet
gününde durak yerindeki dehşet ve şiddetten rahata kavuşmak
ve hesabın çabuk görülmesi hususundadır.
İkincisi: Bir takım bahtiyarların sualsiz hesapsız Cennet’e
girmeleri hususundadır. Bunun dahi Peygamber e
(s.a.v.) mahsus olduğuna dair hadis vardır.
Uçüncüsü: Cehennerrt’i haketmiş bazı mü’minler hakkındadır.
Bunlara da Resulullah ile, Allah’ın dilediği bazı
zevat şefaat edeceklerdir.
Dördüncüsü: Fiilen Cehennem’e girmiş günahkârlar
hakkındadır. Bunlara Peygamber (s.a.v.), melekler ve bazı
mü’minler şefaat edecekler ve Allahü Teâlâ hazretleri için
‘Lâ ilahe illallah’ diyen mü’minler Cehennem’den kurtulacaklardır.
Beşincisi: Cennetliklerin derecelerini ziyadeleştirmek
hususundaki şefaattir”99.
Cenâb-ı Hak, kimlerin şefaat etmesine izin vermiştir?
“Kıyamet gününde üç grup şefaat edecektir:
Bunlar peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehit-
Ierdir”
Burada ‘alimlerden maksat, ilmiyle amil olan âlimler ve
evliyâ-i kiram olsa gerektir.
“…Mahşer halkı Âdem aleyhi’s-selâm’a gelerek:
-Ey insan nevinin babası! Allahü Teâlâ seni yed-i kudretiyle
yarattı ve sana kendi ruhundan hayat verdi…Başımıza
gelen şu musibeti bilmiyor musun? Âdem Peygamber:
-Rabb’im bugün celâllıdır…başka bir şefaatçi bulunuz…
Onlar da Nuh’a varacaklar ve:
-Ey Nuh,…Allah sana Kur’ân’da: ‘Çok şükreden kul’,
adını verdi. Lütfen hakkımızda Rabb’ine şefaat eyle… Nuh
Peygamber d e :
-Aziz ve çelil olan Rabb’im bugün celâllıdır… Siz başka
bir şefaatçi arayınız… Onlar da İbrâhim aleyhi’s-selâm’a
varıp:
-Ey İbrahim,..hakkımızda şefaat etsen,., diyecekler.
İbrahim Peygamber de onlara:
-Bugün Rabb’imin celâl sıfatı tecelli etmiştir… Siz başka
bir şefaatçi arayınız… Onlar da Musâ aleyhi’s-selâm’a
varıp:
-Ey Musâ,… hakkımızda şefaat et!,… diyecekler, Musâ
Peygamber de onlara:
-Rabb’im bugün celâl sıfatı ile tecelli etti,… İsa’ya gidiniz
diyecek… Onlar da:
-Ey İsa., hakkımızda şefaat et!.. İsa Peygamber de onlara:
-Rabb’im bugün celâl sıfatıyla tecelli etmiştir…Muhammed’e
(s.a.v.) gidiniz, diyecek. Onlarda…:
-Yâ Muhammed (s.a.v.),…hakkımızda şefaat et!., diyecekler.
Bunun üzerine ben, hömen gidip Arş-ı Rahmanın altına
varacağım, Aziz ve Çelil olan Rabb’ime secdeye kapanacağım…
Allah tarafından;
-Yâ Muhammed, başını kaldır, iste, dileğin verilecektir,
şefaat eyle! Şefaatin kabul edilecektir, buyurulur…”101
Buharî’nin şerhinde şarih: “Hadiste buyurulan bu şefaat,
Hâtemu’l-Enbiyâ’nm Mahşerdeki büyük şefaatidir (Şefaat-
i Uzmâ). Mahşer’den halâs olduktan sonra her peygamber
Cenâb-ı Hak tarafından kendi ümmeti hakkında
şefaate mezun olacaktır. Hatta peygamberlerden başka
şühedâ ve evliyânm dahi şefaate me’zun olacakları nasslar
ile sabittir”, demektedir.
Tutulan oruçlar ile okunan Kur’ân-ı Kerim’ler (Kıyamet
gününde) kula şefaat ederler. Hatta Cennet’e girmeye hak
kazanmış mu minlerin, günahkâr mü’minlere şefaat edecekleri
mutemed kaynaklarda nakledilmektedir.
Böylece önemli bir noktaya gelmiş bulunuyoruz:
Cenâb-ı Hakk (c.c.) sünnetullah gereği, gerek maddî, gerekse
mânevî olayları sebeplerle halketmektedir ve dünyada
hidayet, irşad ve kemâlât yolunda ilerlemeğe vesile olan
peygamberler ve veliler, kıyamet gününde de şefaatçi olacaklardır.
Bütün mevcudatın varlık sebebi olan Resul-i
Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, önce kendi ümmetine ve sonra
-sadece ona ait bir şeref olmak üzere- diğer peygamberlerin
ümmetlerine şefaat edecektir. Bizim Peygamberimiz’den
gayri peygamberler ise sadece kendi ümmetlerine şefaat
edeceklerdir. Peygamberlerden sonra irşadla görevli evli-
89-
ya-i kirâm hazeratma gelince, onların da; dünyada çevrelerinde
bulunan, inabelerine yapışan, kendilerini Hakk’a
vuslat için vesile ittihaz etmek suretiyle seyr-i sülük’e devam
eden hakikat âşıklarına şefaat edecekleri âşikârdır.
Görülüyor ki, şefaatin ancak Cenâb-ı Haldun (c.c.) izin
verdikleri tarafından yapılacağı gerçeği ve bu izinliler içinde
mürşid-i kâmillerin ilk sıralarda yer alması, onların mânevî
himayesine girme ve onları kurtuluş vesilesi edinme keyfiyetini,
hayati ehemmiyeti haiz bir duruma getirmektedir.
Çünkü peygamberlik sona ermiştir ve peygamberlerin
vârisleri velilerdir, mürşid-i kâmillerdir.
Bu delilleri yok farzedercesine, günümüzde, ilme ve
İslâmî ölçüler içinde verildiği sanılan, “Allah ile kul arasında
başkasını vasıta yapmak ve ancak o vasıta ile Allah’a
yaklaşmağa çalışmak caiz değildir” gibi ispatı gayr-i kabil
ifadelerle, “vesile haktır, fakat yegâne vesile ilimdir” gibi
inhisarcı görüşlerin kesinlikle İslâm akâidi ve mantalitesi ile
hiçbir ilgisi olamaz.
O halde; her türlü nefsanî, şeytanî ve hatta hakikat
kılığına bürünmüş çağdaş sahte ilmin cahilî perdesini yırtarak;
akl-ı selim, berrak fıtrat ve muhkem nakillerin ışığı
altında ‘insan-ı kâmil’ vesilesine yapışmaktan başka çıkar
yol yoktur. •
VESİLE VE ŞEFAAT
13
Mar