insan Kaynağı Bitiyor’
“Özellikle son 200 yıldır bize ‘gelişme-kalkınma’ diye tanıtılan, anlatılan modeller, esasında tam da anladığımız gibi değilmiş.
Çünkü bu modellerin sonunda içtiğimiz su, soluduğumuz hava ve kullandığımız toprak kirlendi. Evet, bir gelişme var. Ancak bu ilerleten değil, bilakis gerileten bir gelişme. İnsanoğlunun hayatını sürdürmesini sağlayan hava, su ve toprak gibi temel elementleri yok eden bu süreci ‘Öldüren gelişme’ diye tanımlamak daha doğru olur.”
Mesdd-i Aksa’nı tahribini gösteren bir tablo.
Demirkent, Işın, Haçlı Seferleri, İstanbul 2004, sayfa 57. 12 insanvehayat / Mayıs 2011
ürkiye ekonomisine yön veren ilk 3 aileden birisinin başında bulunuyor. Grubunun bünyesine kattığı yeni markalarla 3 yıl içinde Avrupa yapı ürünleri sektöründe ilk 3’e girmeyi hedefliyor. Reklam olmaması için adım veremeyeceğim işadamı, her ekonomi aktörü gibi sürekli büyümeyi planlıyor. Enerjisiz büyülemeyeceğini bilen işadamı, “Nükleer enerji olmadan hedeflerimizi gerçekleştirmemiz mümkün değil. Ancak Japonya’da yaşanan nükleer felaketten sonra nükleerle de yapmamız mümkün gözükmüyor. Bu nedenle gerekirse nükleer konusunda referandum yapalım.” diyor.
Bu sözlerin bir benzeri Almanya’da, Fransa’da da dile getiriliyor. Hatta bazı santrallerin faaliyetlerinin durdurulması tartışılıyor. Bütün bunlardan, nükleer enerjiye karşı olduğumuz anlaşılmasın, insanlığın karşı karşıya kaldığı bir ikileme dikkat çekmek istiyoruz. İnsanlık iki arada bir derede kalmış durumda. Ekonomik büyüme için daha fazla enerji ve hammaddeye ihtiyaç var. Fakat dünyadaki her şeyin bir sınırı bulunuyor.
Öte yandan ekonomik aktivitelerin sonucunda ortaya çıkan karbon salınımıyla dünyanın iklim dengesi bozuluyor, bu da doğal afetlere sebep oluyor. Bardaktan boşanırcasına yağmurların yağması ve İstanbul’u da basan seller gibi… Dolayısıyla özellikle son 200 yıldır bize ‘gelişme-kalkınma’ diye tanıtılan, anlatılan modeller, esasında tam da anladığımız gibi değilmiş. Çünkü bu modellerin sonunda içtiğimiz su, soluduğumuz hava ve kullandığımız toprak kirlendi. Evet, bir gelişme var. Ancak bu ilerleten değil, bilakis gerileten bir gelişme. Insanoğlu’nun hayatını sürdürmesini sağlayan hava, su ve toprak gibi temel elementleri yok eden bu süreci ‘Öldüren gelişme’ diye tanımlamak daha doğru olur herhalde…
Peki, bu ‘Öldüren gelişme’ ne zaman başladı, nasıl gelişti ve şu anda bütün insanlığı tedbir alamaz bir duruma nasıl getirdi? Esasında son bin yıllık tarih, bu maceranın hikâyesidir. Bu Truva deşifre edilmeden bugün insanlığın karşılaştığı açmazı izah etmemiz mümkün gözükmemektedir. Tarihçilerimiz konuya bir de bu açıdan bakmalıdır. Biz şimdi bunun satır başlarını hatırlatmakla yetinelim:
Ganimete hücum seferleri
Bugün Libya’ya atılan bombanın gerekçeli ve ilk organize fikri 1090’larda ortaya atılmıştı. Papa 2. Urban, bütün Avrupa’yı gezerek halkı doğuya hücuma yönlendiriyordu. Bunun için iki şeyi kullanıyordu: Din ve doğunun zenginlikleri… Çünkü doğuyu gören herkes özellikle tüccarlar, oradaki zenginliklerden söz ediyordu. Zaten ipek ve Baharat Yolları’yla hemen her şey de doğudan geliyordu.
Dinin bir kamuflaj olduğu daha ilk Haçlı seferinde ortaya çıkmıştı, ilk gönüllülerin hiçbir savaş yapma yeteneği olmayan ve çok az servete sahip veya hiç serveti bulunmayan köylüler olması dikkate değer bir durum. ilk seferden sonra birbiri ardına diğerleri sıralandı. Hepsinin bir yağmacı güruhu olduğu tarihi kayıtlarda sabittir. Öte yandan sadece İslam memleketlerini değil, kendi dindaşlarını da yağmalamışlardı. Nitekim 1099’da Haçlıların o zaman bir Bizans şehri olan İstanbul’u yağmalamaları, batılı hafızalarda bile yer edecek kadar vahşet doludur. Hadisenin görgü tanığı Batılı yazarlar bile, dehşete düşmüşler, eserlerinde, duydukları utancı açıkça dile getirmişlerdir. İstanbul, bu yağma sonunda bütün ihtişamını, zenginli-
ğini ve sanat eserlerini kaybetmiştir.
Tarihçi Geoffroi de Villehardouin, İstanbul’un yağmalanmasını şöyle anlatır: “Dünya kurulduğundan beri hiçbir şehirden bu kadar çok ganimet elde edilmemiştir. O üç günde ne kadar çok yağma yapıldı, kimse he- saplayamadı altın, gümüş sofra takımları, değerli taşlar, saten, ipek ve en güzel kürkler… Bu kadar serveti gören Haçlılar çılgına döndü. Din adamlan da bu çılgınlığın dışında kalmadı.
Fransa’dan gelen başrahip Martin, kutsal emanetlerin yerini açıklamadığı takdirde, Pantokrator Kilisesi’nin yaşlı papazım öldürmekle tehdit etti. İhtiyar papaz demir bir sandığı açtı ve Martin, ihtirasla titreyerek iki elini birden sandığa daldırdı. Kendisi ve yardımcısı yağmaladıkları eşyaları eteklerine doldurdular… Gemilere doğru koşarlarken onu tanıyanlar, ‘Bir şey topladın mı?’ diye sorunca, başrahip gülerek, ‘iyi iş yaptık’ dedi.” Bu acıları unutmayan İstanbul halkı, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşatınca Papadan yardım isteyen Sultana, şu unutulmaz sözleri söylediler: “İstanbul’da katolik külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız.”
Böyle geldi, fakat gidemiyor
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi ve torunu Kanuni Sultan Süleyman’ın Akdeniz’i bir ‘Türk gölü’ haline getirmesi, bugünkü global ekonomik yapıyı analiz etmek açısından ikinci önemli aşamayı oluşturmaktadır. Çünkü bu tarihten sonra Haçlılar, Kutsal Kudüs kamuflajını bir kenara bırakıp tamamen gerçek amaçları için yeni yollar aramaya başlamışlardır.
Bunun sonucunda Coğrafi Keşifler yapılmış ve doğu daha organize bir biçimde yağmalanmıştır. Sanayi devrimi ile birlikte yağmalama daha sistematik hale gelmiştir.
Hatta sadece doğal kaynaklarla yetinilmemiş, özellikle Afrika’dan insanlar da köleleştirilmiş, kaynak haline getirilmiştir. Osmanlı’mn tarih sahnesinden çekilmesiyle de bu mekanizmayı bütün dünyaya yaymalarının önü açılmıştır. Haçlılar yağma için sürekli doğuya giderken Osmanlı’mn yüce bir ideal için batı- ya yönelmesi bu açıdan okunmalı.
Osmanlı’mn mücadelesindeki amacı Fatih, Trabzon seferi sırasında çok güzel açıklamıştır. Tarihi kayıtlara göre Osmanlı ordusu çok zor şartlar altında Erzincan ile Trabzon arasım 25-30, bazı kaynaklara göre 40 günde aşabilmiştir. Çekilen zorluklar karşısında Fatih’i bu seferden alıkoyabilmek için Sâra Hatun’un: “Ey oğul Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki? dediğinde, Padişah hışımla: “Hey ana bu zahmet din yolundadır. Zira bizim elimizde İslam kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmesek bize Gazi demek yalan olur.” cevabını vermiştir.
İşte bu anlayışın ‘Görünürdeki temsilci’si fiilen tarih sahnesinden çekildiği için bugün bütün insanlık bir ikilemle karşı karşıya bulunmaktadır. Bunun farkında olanlar, şimdi de ‘Sürdürülebilir büyüme’ gibi daha sempatik kavramlarla çıkıyorlar karşımıza. Fakat böyle sürmesi de mümkün değil. Çünkü hayatın ekseni kaymış durumda. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi içtiğimiz su, soluduğumuz hava ve kullandığımız toprak hayatımızı tehdit eder duruma gelmiştir. Bunun temel nedeni, her şey insan için yaratılmışken, her şeyin merkezinde insan varken onun kaynak yapılmasıdır. Bu yüzden biz ‘insan kaynak değil, kıymettir’ diyoruz. Hayatı olması gereken eksenine oturtmak, herkese sürdürülebilir bir gelecek oluşturmak için yola çıkmış bulunuyoruz. Bu yazımızla konuya makro bir giriş yaptık. Kısmet olursa ilerleyen sayılarda mikro detaylara gireceğiz.©