Kısa anlamlı hikaye

Kazasker Konağı

Kazasker Konağı

Yenicamide, oruç keyfile hem yavaş yavaş geziniyorlar, hem güzel güzel konuşuyorlar: Ratip, birdenbire durdu: — Ay, ay, ay… Bize doğru geliyor; o tarafa bakmayın; mukabele dinliyor gibi yapalım. Sait : — Kim geliyor efendim? Ratip : — Konuşmıyalım ; başka tarafa bakın; Hacı Hulusi Paşa geliyor. Ve Amedi hulefasından Ratip, Dahiliye Şifre mümeyyizi Sait hâfız dinler gibi durdular. Arkalarından, eski Sivas valisi Hacı Hulûsi Paşa bir tehlikeye yakışmıyacak kadar ağır, ağır geçti. Ratip: — Yakalansaydık felâketti; Sivas valiliğini anlatmağa başladı, iftarı camide ederdik. Eski Sivas valisine camiin önünde de rastlamıyacak kadar hâfız dinlediler. Ratip: — Çıkalım Sait Beyefendi, dedi. Balâ rütbeli Ratip, Yenicami merdivenlerinden dümdüz vûcutle inerken mütemayiz rütbeli Sait şemsiyesini ortasından tutmuş, kaşlarını yukarı kaldırarak terbiyeli bir tebessümle mermer basamaklara teker teker basıyordu. Hacı Hulûsi Paşa kayadan su sızar gibi iri göğsünden çıkan çocuk sesile kira arabacısına pencereden bağırdı: Nuruosmaniyeye Sait: — Hulûsi Paşa da Hidayet Beyefendi Hazretlerine gidiyorlar galiba. Ratıp: — Halimiz harap. Sahura kadar Sivas valiliğini dinliyeceğiz demektir. Mazuliyeti uzadıkça eski Sivas valiliğini gündeye bindirdi: «Bendeniz Sivasta vali iken!»; başka lâf yok. Kırk yıllık hukuk var. Bir taraftan da komşulfık… Yoksa bendeha- neye geldiği zaman «yok» dedirteceğim; artık ilâllah… Sait — Kendileri de -Beylerbeyinde mi otururlar efendim? Ratip — Oturmaz olaydı. Evet orda oturur. Hem nasıl oturmak? Burun buruna! Sağda kazasker merhumun konağı; or- tada bendehane; solda da Hacı Hulûsi paşanın köşkü… «Kazasker merhum» Ratible Saidin bu akşam iftarına gittikleri Hidayetin dedesidir. Ratib, bıyığının iki ucu elmacık kemiklerinin hizasında, kafası hareketsiz, vücudu kımıldamadan yürüyor, sokakta rasgel- diklerine rütbelerine göre selâmlar veriyor; mütemayiz rütbeli Sait balâ rütbeli Ratibin yanında, başkasını selâmlamayacak kadar, terbiyeli! Tanıdıklarını görmemezlikten geliyor. Ratib, kazasker deyince, konağını anlatmadan yapamazdı: — O ne konaktı, ne konak! dedi. Ve lâkırdıya « Çubuk odası» ndan. başladı. Fakat, birdenbire durdu; «Said» in gözlerine baktı; belliydi; şifre mümeyyizi ömründe hiç çubuk odası görmemişti. Ratib bu cehalete sevinerek : — Siz genç sayılırsınız. O zamanlara yetişemediniz; bilemezsiniz Sait Beyefendi, dedi. Bu «beyefendi» kelimesi dinleyenden ziyade, söyliyenin kibarlığını anlatan bir nezaketti. Zaten kendisine «beyefendi» de denilmesede, cenaze meraklısı Sait bugün ferik rütbesinde bir cenazeye gittiği için çok memnundu; bu sevinçle Ratibı, isti- yerek dinliyordu.

Ratib: — Eski konaklarda bu Çubuk odaları bir alemdi! dedi. O, söyliyecek fikir bulamadığı zaman (bir âlemdi) derdi. Anlatabileceği az mevzulardan birini ele geçirdiği için “bu âlemi bitirmemeğe çalışıyordu: — Bu odalarda çubuk dolapları, vardı. Üst gözlerde Ortaköy yasemeninden ufkî dizilmiş çubuklar! Alt gözlerde Tophane lülecilerinin ellerinden çıkma lüleler! Kavanozlarda kehlibar sarısı tütünler! Yanında Süleymaniyenin dökme cigara tablaları! Konağın çubukçusu lüleye «civan perçemi» bir tutam tütün koyar; üstüne «mercan kırığı» bir ateş oturtur; misafire doğru yavaş yavaş yürür; birdenbire hızla öyle dönerdi ki çubuğun kehli- bari şıp der, misafirm ağzına girerdi. Ratib, birdenbire gene durdu; karşıki kaldırımdan geçen Adnanı göstererek: — Vay vay, Sait beyefendi, dedi: Galiba bu herif de Hidayet beyefendinin konağına gidiyor; Yanında at hırsızı gibi biri var; kim acaba? Sait de Adnanm yanındaki Moizi tanımıyordu: — Allahü âlem ama; kılığına bakılırsa o da Adnan Bey gibi muharrir olmalı, efendim. Ve Adnan’la Moiz ’in at hırsızına benzediklerinde ittifak ederek gülüştüler. Ratib bu aralık uzaktan geçen, bir arabaya iki çemberli bir selâm verdi; Saide: — Beylikçi beyefendi geçtiler, görmediniz mi? Sait beylikçiyi selâmlayamamıştı, kahırlandı. Ratib şiindi kazaskerin uşaklarını anlatıyordu: bunlar da bir âlemdi: — Kısa saltalar, kumaşlarından üç adama ruba çıkan bol şalvarlar, ayaklarda «serhdlik» 1er! (*) Yalının Mengeneli bir ahçıbaşısı vardı, Kara mahfazalı priyol saati bir âlemdi «Sakız yufkası» ile bir börek açard^, tadı hâlâ damağımda’ Oruç keyfiyle Saidin ağzı sulandı ve dudağındaki tebessüm dudağından midesine kaydı. Ratip hâlâ kazaskerin iftarlarını -anlatıyodu: Saraydarlar [1] kenarlan tirfilli sahnalarla gidiyorlar, Çeşmibülbül hoşaf kâselerile geliyorlardı. Tırnak, necef, sora, kuş gagası, hindistancevizi, boynûz kaşıkları anlatırken -âmedi hulefasından Ratib sahici bir insan kadar sevimliydi; yıkılmış bir dünyanın parçaları gibi vücudunun içindeki bir yer •altı karanlığından şimdi yemek odasının antika tabaklarını çıkarıyor, gösteiyordu. Fakat çok ehmmiyetli, bir meseleyi unut- ınaştu. Yemekten kalkanların ellerini mümessek [2] sabunlarla yıkadıklarını… Onu da söyledi; artık bahtiyardı. Lâkırdı çabuk bitecek diye kendi zekâsına emniyet edemiyor, kendinden korkuyor, yalıyı uzatmak için bütün imkânları hatırlamak istiyordu. Bu yalı ‘bnun hayatını yapan dört şeyden biriydi: Mahalle ’mektebine başlaması, sünnet olması, evlenmesi, bir de bu yalı. Hidayetin konağına ne kadar kaldığını düşünüyordu: Tfol mu, yalı mı daha evvel bitecekti? Binayı oda oda gezecek, ve yalının kapısından çıkarken « o konaklar şimdi Tede? Hey gidi günler hey! » diyecekti, iftara tjaha vakit -vardı: Yaldan çıkmadı ve: — Ya kazasker efendinin odası! dedi; Gül ağacı çekmecenin üstünde, kuka tepsi, onun üstünde de blöblan hcjkka- lar, kalemtraşların envı; Cevrî’nin makta’ları; Vasıt! [3] kamış %alemler ve Bosna îşi murasa kâğıt makasları; sapı «Ya fet- tab» şeklinde. Kazasker efendi merhum iki parmağının ucu- auı çifte “Ya fettah,, daki «ha» ların kâselerine geçirir, bu anakasla kâğdı çizgi gibi keserdi! Ya enfiye kutuları!.. Kazes- 4cer efendi “Loran„ enfiye kutusunun kapağına iki parmağını vurduğu vakit insanın göbek atacağı gelirdi. Ratib kendi söylediği nükteyi gene kendi tuhaf bularak kahkahalarla gülüyordu. Fakat rütbesi müsait olmayan bu kahkahadan utandı; ciddî bir burunla devam etti : — Ya Merhumun enfiye çekişindeki o incelik! Karota en- vîiyesini burnuna götürürken parmaklarındaki o zarafet!..

Bu zarafete bir teşbih aradı, bulamadı; «Bir âlemdi!» dedi. Saidin gıcırdayan kaloşları, sokağın bu tenha noktasında« bir istihza gibi ötüyordu. Ratib bu lâkırdıların artık tadına kanamıyor, şimdi kazaskerin cübbelerini anlatıyordu: — Hepsi de Eyüplüoğlu Artinin elinden çıkmaydı, [1$ Ya kürkleri Elma, nafe, cılkava, [2] erkân kürkü, iç kürkü… Nasıl arzedeyim? Said bıyığından hiç düşmiyen ve dudaklaşan tebessümü ile— Bir âlemdi! dedi. Ratib haykırdı: — Hay Allah sizden razı olsun; evet bir âlemdi ! Ratib, artık, yahnin çitari [3] örtülü döşemelerini, Selimiye kaplı yorganlarını, sonra kazaskerin her gün başı ağrıyan karısının alnına her gün nasıl (kaş bastı) [4] bağladığına anlattı.
Sait: — Tevekkeli değil, Hidayet beyefendi hazretleri bu konakta yetişmişler !… dedi. Ratib bu mütalâayı tamamladı. — Hidayet beyefendinin pederleri kazasker merhumun tek evladı idi, Avrupada elçi iken bir baloda terleyip soğuk aldı» öldü. Hidayet beyefendi, babasız kalınca, kazasker efendi torununu namussuz olur dîye mektebe vermedi, yalısında onan arapaça, acemce göstertti; biraz da yazı dersi verdirdi. Lehli bir gazete muarririnden de biraz frekçe okuttu. Fakat bunların hepsi biraz… Çünkü Hidayet beyefedi için çocuk iken, hekimler, hastalıklıdır, çok yaşamaz diyorlardı. Zaten bu hocalar dan ziyade Hidaet beyefendi asıl mengenli ahçıbaşı ile, Saf- ranbolulu çubukçunun aklıselimlerinden istifade etti. Bu iki emekdar adam çok kıymetliydiler. Ratib arkasına baktı, sesine mahremiye verdi: Sultan Ha- midin adim söyliyecekti:

— Hidayet beyi çocukken amcası, şehzade Abdülhamid efendinin kâğıthanedeki köşküne götürürdü. Şevketmap efendimizin o zaman bir küçük kızı vardı. Bunu büyüyünce Hidayet beyefendiye vermek istiyordu. Fakat bir gün bu kız piyano çalarken annesi bir kibrit çakar, kızın bürümcük elbisesi tutuşur, kız yanarak ölür. Bu izdivaç da kalır. Şimdi zatiâliniz buyuracaksınız ki: «Şevketmeap efendimiz başka bir kerimelerini Hidayet beyefendiye neden vermediler?» Bununda’ sebebi var; çünkü… Ratip, sözünü bitiremezdi! çünkü, Abdülhamid Hidayetin bazı şeylerini ‘duymuş, başka kızını onun için vermemişti. Ratib: — Çünkü, çünkü… dedi; sustu : Fenalık gnçiriyardu. Bu «çünkü» lerden sonra mutlaka aleyhte bulunmak lâzımdı. Saidin yüzü, bu dedikoduya hazırlanmış bekliyor; Ratib, Hidayete sürmek için zararsız bir leke arıyordu. Yanlarında birdenbire bir araba durdu; kapısı açıldı; tek gözlüklü, mak- ferlanlı bir adam uzun bir selâmla Ratib’e sordu: — Galiba Hidayet beyfendiye teşrif buyuruluyor ? Biz de oraya gidiyoruz; zatıâlinizi de aramıza alabiliriz. Ratib, vezir Samih paşanın damadı olan bu tek gözlüklü sefaret müsteşarı Neil’e cevap verecekti. Arabadan bir baş daha uzandı: — Ratib beyefendi, aramıza sıkışabilirsiniz. Konak arabasının lâciver.t karanlığında üniformasının yal* nız sarı düğmeleri görünen bu ataşenaval Naşıt, sefaret müsteşarı tek gözlüklü Nail’in kaimbiraderi idi. Ratib Saidi göstererek arabaya gelemiyeceğini anlattı. Bu sefer, Nail mahzun suratla, Ratib’e baktı: — Felâketi duydunuz mu? Ratib, duyacağı felâkete hazırlanan yüzle rica etti» — Birdenbire söylemeyiniz; zaten asabım bozuk… Nail, birdenbire söyledi: _ Maliye- mektupçusu sîzlere ömür!

Maliye mektupçusu ile Ratib o kadar dosttu ki öldüğünü duyunca gayritabiî şeyler yapması lâzımdı. Gözleri dolmadığına utandı; bu heyecanla yüzü kızardı; çehresinin kırmızı olduğna sevinerek: — Vah, vah, vah… Ne zaman irtihal ettiler? dedi. — Bugün efendim, makamlarında… — Hasta filân değillerdi fakat? — Fücceten efendim. — Cenaze ne vait kalkıyor efendimiz ? — Zannederim yarın beyefendimiz. Yarın kalkacak cenazeye şifre mümeyyizi Saidin ağzının suyu aktı. Bugün, süvari ferikinin tabutu; yarın bâlâ rütbe* sinde bir mektupçu cenazesi… Bu ne saadetti Allahım! Fakat Sait, bu kadar sık saadete inanamazdı: Konak arabasının uzaklaşmasını bekledi; ve Ratib’e sordu : — Bu haber, sakın yanlış olmasın, efendimiz? Ratib, artık Saidi unutmuş, dalmış, kendinden evvel bâlâ rütbeBt alan maliye mektupçusunun iki hafta evvelki telâşını kendi kendine düşünüyordu: Adnan, maliye nazırının kızma edebiyat hocası olunca, bu maliye mektupçusu Ratib’e koşmuş, «Adnan’ın nazıra damat, sonra da mâliyeye kendi yerine mektupçu olabileceğini» söyliyerek fenalıklar geçirmişti. Şimdi Ratib, kendisinden evvel bâlâ olan ölünün o zamanki telâşına tatlı bir hüzünle bakıyordu. Ratibin yanında Said yarın gideceği cenazenin daha ıslak, daha kırmızı yaptığı tebessümle yürürketı bir arabanın tekerleğinden sıçrayan zifos bu tebessümü çamurla doldurdu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir