Kısa anlamlı hikaye

500 Lira

500 Lira

Maliye nazırının kürklü paltosu, teşrifatta nazırdan sonra, müsteşardan evvel gelir.

Palto, Hacı Kehyanın kollarına yaslanarak, devlet adamı edasile odadan ağır ağır çıktı; nazır makamına oturdu.

Dağıstanlı hoca – Maliye nazırının üç kıt’ada tek dostu -bir köşede sessiz evrad okumakla meşguldü : dudağında bir ses iskeleti kımıldıyor; uzun sakalı duanın şedde ve meddine takılarak aşağı yukarı inip çıkıyor, kalın kaşlarının altında gölgelerde dolaşan tarih ve masal adamlarının iri gözlerile nazıra bakıyordu.

Nazır:

— Bu mübarek Ramazan günü yine saraydan geliyoruz; bu-, nunla üçüncü gün hocam, dedi.

Hoca eğlendi:

— Yani Kanbur Mahmudun torunundan!

Dağıstanlı Hoca Sultan Hamide bu lâkabı vermediği zaman «Deli İbrahim’in Torunu» derdi.

Nazır sevindi: Hocayı kızdırabilecekti.

Dağıstanlı Hoca için saraya sövmekte, göğsünü rahat etti ren maddî bir lezzet var. Fakat, o, Sultan Hamide göğsünder değil, karnından söver ve vücudunun en derin yeri rahatlardı.

Maliye nazırı Abdülhamidin vükelâsından olduğu halde na musludur. Yalnız kaldığı zaman zulme kızar, yanında kims< yoksa memlekete acırdı, ve Dağıstanlı Hocayla – bu emniye ettiği tek adamla – konuşurken, kendisinin Babıâlide ve saray da kalan sadakatini, hocayı kızdırmak için kullanırdı. Bu sefe! de sahte ciddiyetle:

— Sultan Mahmudu Saninin hafidinden geliyorum! dedi.

Ve Dağıstanlı Hocan^ı çıldırmasını bekledi. Hoca, paşanu

muzipliğini bilirdi, fakat sırası geldiği için kızdı:

— isterse Süleymanın oğlu olsun, ne çıkar? Kanunî, at sır tında öldü; seninki kadın üstünde can verecek; dedi ve Abdül hamidi düşünerek :

— Be adam, Sarı Selim kadar da mı olamıyorsun? O hi< olmazsa ne küçük padişah olduğunu bildi de Sokulluya, Piya leye. Kılıç Aliye, Sinan paşaya dayandı; ayakta yaşadı, ayakt; öldü. Sen bir Mithat Paşaya tahammül edemedin; dedi. Sonr: nazıra döndü; söylendi :

— Sen de bu adama Mahmudun torunu diyorsun; tutalın ki Yavuzun oğlu olmuş; ne çıkar? Herif tahtının altında kap lumbağa gibi!., yüzünü yerden kaldıramıyor.

Nazır :

— Dil uzatma molla! Fatihin tahtında oturuyor.

Hoca, haykırdı :

— Fatihin tahtında tahtabiti gibi, oturuyor ama.

Hocanın öfkesi biraz daha artarsa odadan taşabilirdi. Nazı

yaptığı münasebetsizliğe pişman oldu; gözlerini yumdu, içindeı salâvat getirmeğe başladı. Dağıstanlı Hoca kisık, mahrem ses le çıkıştı :

— Senin Fatihin torunu Buharîyi [*] geçende Çemberlita, hamamının külhanına attırdı; hadisleri odunlar gibi yaktırdı

duymuşsundur tabiî… Frenk gömleği hikâyesini bir düşün, bir de hadis yaktırmayı!

Bu frenk gömleği hikâyesini, nazır ve hoca, bir hafta evvel bir mabeyinciden bu oda da dinlemişlerdi :

Abdülhamidin çamaşırlarını satın alan bu mabeyinci bir gün

– frenk gömleği de alayım mı? diye sormuş; Abdülhamit kızmış; «Halife frenk gömleği giymez; halifeye kolalı gömlek satın alınır.» demiş [*].

Mabeyinci bu vak’ayı Abdülhamidin ne kadar dini bütün olduğunu göstermek için anlatırken biliyordu ki dalkavukluğun en muvafakıyetlisi insanın gıyabında yapılanıdır. Fakat bunu Dağıstanlı hoca bilmiyordu; frenk gömleği giymek dinine do-kanan adamla din kitabını yaktıran aclamı yanyana koydu; coştu; yerinden fırladı, odanın ortasına hücum etti; sonra birdenbire durdu; siyah cübbede boyu uzuyor, havaya kaldırıp indirdiği siyah kollarının geniş yenlerinden yarasalar uçuyordu.

Nazır zile bastı; hemen giren hacı Kehyaya :

— Hacı, sen kapının önünde dur; yanında bir adamla mek-tupçu bey gelecek; onlar kapıya yaklaşmadan hızlı hızlı öksiys; dedi . ,

Artık, oda kapısından korkmıyarak Dağıstanlı hocaya takılabilirdi :

— Hoca, birgün seni ben jurnal edeceğim; dedi ve alayla teşbihini çekiyor; gözlerinin gizli taraflarile hocaya bakıyordu.

Dağıstanlı hoca, sarığını, cübbesini göstererek:

— Yastığı başında, yatağı sırtında: Dağıstanlı nerede olsa yatar! dedi.

Sonra böyle iddialı lâkırdılar söylemeğe kendini mecbur ettiği için Nazıra kızdı:

— Paşa, cenaze büyüktür; dokuz on nazır onu kaldıramaz; vahanı Muhammedin naşı gibi öldüğü yere gömeceksiniz! dedi.

Nazır gözlerini büsbütün yumarak yüksek sesle selâvat getirmeğe başladı. Hoca da köşeye oturdu: pencereden bakıyor, sessiz, evradını okuyordu. Abdülhamidin zalim olduğunda bugün ittifak edememişlerdi; biribirlerine dargındjlar.

Dağıstanlı Hoca, Fatihteki sarıklılardan ayrı adamdır. Baş açık namaz kılar. Dostları ona «ayran içen lüter» derler. Mahallesinde de adı çıkmış: Bakkalın, kasabın «gâvur hoca» sidir. Sultan Hamidi Darüşşefakadaki- ders kürsüsünde 3 kere fetva vererek kendi kendine hal’etti. Sırtı, göğsü sırmalı kazaskerlere «Haccaci Zalimin kavasları» der. Bir tek oğlu var; kendi tabinle : «Abdülhamidin kanı ile abdest alsa, oğlunun cenaze namazını kılmağa razı» dır.

O, zulme kızdığı zaman çok şirindi. Memleket adaletle idare edilseydi, simasını kaybeder, umumileşir, bakkal mânalı, soğuk bir adam olurdu. Kaşını zulme çattığı vakit yüzü en kuvvetli çizgisini buluyordu. Abdülhamit olmasa Hocanın asabî sesi, âsi sakalı kaybolacak ve ortada siyah bir adam kalacaktı: Çenesinden çirkin bir saç sallanarak!.. Maliye nazırının onu ara sıra böyle kızdırması adeta bir sanat eseri kadar güzeldi. Nâ-zır, ağır ağır gözlerini açtı :

— Dargın mıyız hocam? Kokla, sinirlerin yatışır; dedi; enfiye kutusunu uzattı. Hoca, barışmış yanaklarla «Koklayalım» dedi. Nazır:

— Saraya üçtür, neden çağırıldık? Sormuyorsun.

Maliye nazırı mezar kadar sır saklıyan Dağıstanlı hocaya emniyetle içini döker, bu sayede rahatlar ve başkalarına karşı ketum kalabilirdi. Ve hocayla böyle biraz dertleşecek, sonra kızına edebiyat okutmak için Hidayetin gönderdiği Adnan isminde, Darüşşefekadan ve Hukuktan çıkan gencin nasıl adam olduğunu Dağıstanlı Hocadan öğrenecekti.

Hoca, nazırın saraya üç defa niçin gittiğini soracaktı. Hacı Kehya, koridorda, öksürdü. Nazır ve hoca gözlerini kapayarak biri salavat getirmeye, öteki evrad okumaya başladı.

Eşikte mektupçu ve Adnan durdu. Hoca:

— Bana izin Paşa; Beyazıt camiinde buluşuruz, dedi, kifyı-ya doğru gitti.

Nazır :

— Unutmadın ya; akşama iftara bizdeyiz» camide mutlaka beni bekle; dedi. Hoca, kapıdan, asi bir sesle Adnanı tavsiye etti

— Bu çocuğa teveccühünü isterim paşa!

Memleketin gencine, ihtiyarına yaşlarile mütenasip küfürler «den Dağıstanlı hocanın Adnanı beğenmesi maliye nazırının iıoşuna gitti: Demek ki bu edebiyat hocası namuslu çocuktu.

Mektupçu, içiçe selâm kavislerile odaya girdi, sandalyeye •oturdu. Adnan, – yalnız kravatı yeni olan adam – gözlüğünün camına yapışan şaşkın gözbebeklerile odanın ortasında ayakta ¿kaldı.

Mektupçu, nazırın odasına mahsus sesile: «Hidayet Beyefendi Hazretlerinin tavsiye buyurdukları edebiyat hocasını» tak-‘dim etti. Yanlış bir yere girmiş gibi ayakta hayretle duran Adnanı nazır yanına çağırdı. Adnan paşayla yanyana oturunca &u maliye nazırına <çok namuslu» diyenleri haklı buldu.

Adnan, nazırın Bozdoğan kemerindeki konağına gidecek, &ızile oturacaktı. Namus pnütaleasile dolu olan konağa gjrecek «lan delikanlıya çok dikkatle bakmak lâzımdı. Fakat maliye nazırı bir bakışta Adnanın ırz yankesecisi olmadığını anladı: Paşa, bol fesi, bol setresi olduğu halde aptal değildi. Yalnız hiç ■namaz kılmadığı halde namaz kılıyor zannettiren bir hali vardı, fakat, o, hayatın tatlı taraflarını bir vakitler .tanımış, kevserlere, 3ıurilere cennette kavuşacak kadar sabretmemişti; ve gençliğinde .şimdi sakalının, hiç hatırlatmadığı irili, ufaklı bir takım günahlara girmişti. Anladı: Kızma, bu adamın (İktitaf) ı [*] okutması -tehlikeli değildi; zaten konağın namusunu bu edebiyat hocasının ihlâl etmiyeceğini Hacı kâhya da yerinden öğrenmişti.

Ders günlerini, Adnan mektupçu ile konuşacaktı. Nazır, bunu Adnandan bir nevi sesle rica etti; sonra artık kalkıp gitmesini anlatmak için Adnana «müşerref» olduğunu söyledi; biraz öksürdü; bir şey daha söyliyecekji,’ kapı açıldı; içeriye saray kâtibi ve reji komiseri Nuri bey, [**] arkasındanda elinde şap-kasile, uzun boylu bir adam girdi: Nazır «Kendilerini 3 gündür iradei seniye ile bekliyor du.[*] O tarihte Ata beyin çıkardığı bir Antologi dir.
[**] Nuri beyin anası, Sultan Hamidi büyüten ve analığı olan Sultan Mecidin dördüncü karısile akrabadır; Nuri beyin anası ve babası’küçük .ya^ta ölmüş ve akrabasından olan Sultan Mecidin karısı Nuri beyi saraya malmış Nuri bey sarayda Abdülhamitle beraber büyüdü.

Temizlikten beyazmış gibi bir süt sakal; ayda ancak birkaç kere giyilen buruşuk bir fes: Nuri bey. O, Abdülhamid’in süt kardeşi ve Namık Kemal’in arkadaşıdır; Sultan Aziz devrinde-ki yeni OsmanlIlardandır; hürriyet rüyasından Namık Kemal Magosa’da, Nuri bey Akâ’daki zindanlarda uyanmıştı. Şapkalı adam: Reji Müdürü Ramber’dir. Osmanlı imparatorluğunun devlet esrarını sadrazamla beraber haber alan şimendiferci Hüg’-nen, Düyunu Umumiyeci Komandan Berjegibi bu da bir ayağ? Babıâlide, bir ayağı sarayda duran İsviçrelidir.

Demin üşenerek konuşan ve sanatkâr öksürüklerile yaşına yirmi yıl zammeden maliye nazırı yerinden bir delikanlı olarak fırladı; Nuri beyle Ramber’i dipdiri karşıladı. Bu heyecan Nuri beyin namusuna ve Ramber’in şapkasına hürmetti.

Odaya biri girerken, nazırın daima önüne bakan gözleri, şakaklarında kımildıyarak Nuri beyi Adnanın elini sıkarken gördü: edebiyat hocasının çapkın olup olmadığını, nazır, Nuri beyden de öğrenebilecekti; sevindi.

Nuri bey anlatıyordu: JRamber Karadenizde teftiş seyahatine çıkmış, bu sabah dönmüş, onun için mâliyeye bugün gelebilmişler.

Nazırın âdetidir; istediği şeyi söylemek için, evvelâ istemediği şeyi söyler. Bir kâğıda yazılırsa tehlikeli olmıyacak birçok lâkırdılar söyledi: Asıl maksada damdan düşmeyip, kapıdan girmek için misafirlerin odada eskimesi lâzımdı; bu lâflar bunun içindi.

Fakat ikisi de bunları konuşmak için karşı karşıya oturmamışlardı. Bunu kendileri de biliyorlardı. Nihayet nazır, saraym biraz borç para istediğini anlattı,

Reji Komiseri Nuri bey (felâket) i Ranbet’e tercüme edecekti. Bu tercümeye, – ve bütün bu tercümelere – hiç lüzum yoktu. Nazır Fransızca, Ranber Türkçe bilmedikleri halde ikisi de tercümanı dinlemezler, birbirlerinin yüzlerine bakarlardı; ve Ranber daima nazırın rejiden Türkçe borç istediğini, nazır da daima Ranber’in bu borcu fransızca vermiyeceğini – birbirlerinin suratlarından – anlarlar; ve tercüman boş yere yorulur, iks dilde kuvvetli kelimeler arardı. Şimdi borcun fransızcasın! din

lemeden, Ranber, istenilen paranın nekadar olduğunu Nuri bey den, o da nazırdan sordu: Na2ir, küçük diline dolanan bir sesle cevâp verdi:

— Beş yüz lira!

Nuri bey sakalına kadar sapsarı oldu. O gün devlet hâzinesinde 500 lira yoktu; Osmanlı İmparatorluğu 600 senelik sa-kalile dileniyordu [*].

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir