93 Muharebesi
Döndü, baktı: Oda kapısı yine kendi kendine açılıyordu; hem de bununla üçüncü defa.
Zaten, Adnan ne vakit romanını yazmağa otursa mutlaka bir aksilik olacaktı: Ya Aksarayın bütün kedileri damda bir kadın meselesi çıkaracaklardı; ya komşunun kundaktaki çocuğu bir sistem dahilinde ağlıyacaktı; ya karşıki evde karı koca kavgası yine başlıyacaktı; ya sokakta akkâmlar kıyamet koparacaklardı; ya dam akacaktı; yahut ta bugünkü gibi, kilidi tut-mıyacak, şu hınzır kapı muttasıl açılacaktı.
Kalemi attı; öfkeyle yakaladığı kapıyı, içerdeki hastayı u-yandırmamak için yavaş yavaş kapadı; bu sefer arkasından da kilidledi; yazı masasına döndü; romanını tekrar yazmağa başladı.
«Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarile ufukta insanlar koşuyor: Doksan üç muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan bir teviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir. Fakat Moskof atı ve neferinin 6 ayaklı vahşetle kovaladığı Türk muhacirine nisbet başka muhacirler seyyah kadar eşyalı, erzaklıdır.
«93 harbinde üç şeyin hududu yoktu: Hastalığın, açlığın, vatan toprağının!..
«Alevde iki göz, demirde 32 diş: Bu, Moskof ordusu, Moskof süngüsü idi! 93 te ölümün uykudan uyanmış gibi sersem bir hali vardı: Kudurmuş kurt bile, kazalaşan kader bile ölümü bu kadar haksız bir şekle koyamamıştır.. Dünyanın her yerinde aczin muhterem olan dört şekli (çocuk, kadın, hasta, ihtiyar) Moskof bayrağı altında yürüyen ölümün ilân ettiği müsa
vat önünde bir asker gibi demirle öldürüldü. 93 muhacirinin Edirnede gömleği, Ayastafanosta eti, İstanbulda derisi yoktu.»
Adnanm demindenberi yazdığı romandan» «Yıkılan Vatan» adındaki romandan – bu satırlar birinci faslın sonudur. (Yoktu) nun ucuna son noktayı koydu. Bu küçük faslı o kadar düzeltmişti ki. pek az yazdığı halde, bir çok çizdim sandı*. Yazmadığı şeyleri de çizmiş gibiydi.
Noktanın gururile kalktı; aynada müellife baktı. Vatanının ıstırabını yazan san’at adamı kadar yüzü kırmızı ve güzeldi. Yüzündeki heyecana sevinecekti. Fakat veremli anası, öksürüğünün sesile mahzenleşen odasından, kof akislere öksürdü • Ciğersiz ses!., sevincinin içine düşen bu öksürüğü, Adnan, her zamankinden korkunç buldu. Kırmızı adam bembeyazdı. Aynada teessürüne bakmıyacak kadar heyecanla hastanın odasına koştu.
II
Bir Köşkte Batan Bir imparatorluk
«Rumî 1293 yılı Nisanının 11 inci Pazartesi günü bir Moskof, Babıâliye bir mektup getiriyor; Moskof Rus maslahatgüzarıdır [1] . Mektup, ültimatom. İki gün sonra Osmanlı — Rus harbi başlıyor. Bundan 9 gün sonra Sultan Hamit, sulhu Moskovada imzalamanın kolayını Yıldız sarayında bir İngiliz meb’usu ve bir İngiliz amiralile konuşuyor. Ve bundan 9 gün sonra da Sultan Hamit Şeyhislâm kapısının fetvasile gazi oluyor : Mos-koftan kutu kadar küçük Sohum kalesi alındığı için saray imamı Ayasofya Camiinde «Elgazi İbnilgazi Abdülhamit!» diye haykırıyor. O, İstanbulda gazi olurken Moskof çarı cebinden yere düşmüş bir ipekli mendil gibi Erdehanı alıyor ; Moskof ordusu Tunayı haritadaki çizgiden atlar gibi telefatsız geçiyor.
«Nihayet 1924 şubatının 19 uncu pazartesi günü Ayastafanosta bir Ermeninin köşkünde [2] Grandük Nikola ile Hariciye Nazırı Saffet Paşa Osmanlı İmparatorluğunun battığını alaturka
[1] Nelidof.
[2] Dikran Kapamacıyanm Yeşilköyde Çekmece caddesindeki köşkü
saat on birde tasdik ediyorlar: 93 muharebesi bitti; Ayastafa-nos muahedesi imzalanıyor. Aynı yılda 14 Mart salı günü saat ikide Yıldızdan bir araba kalkıyor ; Ayastafanostan da iki vapur hareket ediyor. Arabada Abdülhamit var; galip moskof Başkumandanı Grandük Nikola’yı selâmlamak için Dolmabahçe Sarayına iniyor. Ayastafanostan kalkan iki vapurdan biri de Dolmabahçe Sarayına geliyor. İnsanın sırtında taşıyabileceği kadar sakal ve sırma yığını görgüsünde, Grandük Nikola bu vapurdan çıkıyor. Abdülhamit Dolmabahçe Sarayı merdiveninin taşlarında duruyor ve Osmanlı İmparatorluğunun ayağa kalkan cenazesi Moskof başkumandanını selâmlıyor.
«Ertesi günü Moskof başkumandanı Yıldız sarayındaki akşam ziyafetine alaturka saat on birde davetli. Galip kumandan, ziyafette gecenin dördüne kadar Abdülhamide, gözlerini dikiyor, mağlubu beş saat seyrediyor. Bu gözlerden Abdülha-mid’in bile rahatsız olduğunu tarih yazar.
«Saray Müşiri İngiliz Sait Paşa [1] saraydaki bu inkıraz ziyafetinden ve Moskof başkumandanının gözlerinden, başı göğsüne çarparak ve göğsü sırtına yapışarak kaçtı.
«Sarayda ziyafet verilirken İstanbul sokaklarına sandık, yastık, bohça, muhacir yığılıyordu. Fesli iskeletler; paltosu ile ölenler; iki gözden ibaret yüzler ; bohçalaşan kadınlar… Cami kapılarının meşin perdelerini iterek taşıyorlar. Hergün beş binle on bin arası muhacir geliyor, ve çoğu gömleğinde yatıyor.
«Müşir Sait Paşa, saraydan Kuzguncuğa gelince, yalısına alman 157 muhacirin arasından ona bir kadınla bir çocuk getirdiler. Kadın, Edirnede şehit düşen Lofçalı Miralay Salim beyin karısı Naciye idi. Elinden tuttuğu çocuk-kadm, bu eli paşanın önünde de bırakmadı . sekiz yaşındaki Adnan’dı. Odanın kapı aralığından paşaya bakan çarşaflı ve yakında öleceği belli olan kadın Naciyenin kızkardeşiydi; veremdi; verem ! İnsanların acımağa yakından cesaret edemiyecekleri hasta!.. O-nu, derin ve büyük yalının en uzak odasına yatırdılar.
Adnan, teyzesini hatırlıyarak burada durdu: Romanını» ikinci faslını okuyordu. Dün hukukta son doktora imtihanım* vermiş, dün gece 9 saat uyumuş, bugiin öğle yemeğini bir saat uzanarak hazmetmiş, şimdi bu faslın üstünde düşünüyordu. Romanını bir gün Mısırda bastırırken, bu fasıldaki vak’a şahıslarının isimlerini değiştirecek, anasına ve kendisine başka adlar bulacak; fakat babası öldüğü için onun ismine dokun-mıyacaktı.
Şehit Salim Bey adıyla sanıyla bu romanda ebediyete girmelidir. Adnan sevinerek düşündü* Babası öldükten sonra da mes’ut olabiliyordu!
Karar verdi: (93 Muharebesi) diye yazdığı birinci fasıl artık lüzumsuzdu. Bu ikinci fasılda, 93 Harbinin muhacirlik ıstırabı da var. O halde birinci faslı yırtabilirdi. Bir tarafta» birinci faslı yırtmağa kıyamıyor, bir taraftan da bu ikinci fasılda da muhacirliği yazdığına memnun oluyordu. Halbuki o, Edirneden muhacir olup gelirken yalnız kışın ve Moskofun ne demek olduğunu görmüştü: İngiliz Sait Paşanın sıcak yalısına anası ve teyzesile beraber sığındıktan sonra 93 muhacirlerinin İstanbul camilerinde ve caddelerinde neler çektiklerini görmemişti. Bu görmediği şeyleri müellif olduğu için yazıyordu. Bu yazılar (muhacir) in kelimeleri ve satırlarıydı; muhacirin kendisi değildi. Kâğıttaki muhacirle sokaktaki muhacir arasındaki farkı bilmiyordu; ve hiç görmediği şeyleri yazdığı için çok sevindi. Cigarasını yakarken sokak kapısı çalmdu Saatine baktı. Mademki sekizdi: Şair Mehmet Raif gelmişti… Çünktr insan onunla saatini ayar edebilirdi.
Adnan ona daima yazdığı şeyleri okurdu. ; bu fasıldaki muvaffakiyetini de ona mutlaka göstermeliydi. Bir muharrir için kibirlerin en tatlısı olan gururla faslı okudu. Adnan biliyordu : Günde iki üç defa konuşan Raif, fasıl bittikten sonra bir şey söylemiyecekti. Hakikaten fasıl biteli çok olmuş, o hâlâ susuyordu. Fakat içinden susmuyordu. Çünkü bu Raif te 93 te muhacir olmuştu. Binayı ev yapan merdivenlerin bölmelerin ne kıymetli olduğunu o zaman anlamış, camilerde sathın ne felâket olduğunu hasırlarda yatarak görmüştü
benin başaşağı bir kuyuya benziyen boşluğunda, uyurken bile uzanamıyan muhacirlerin arasında 93 felâketini tanımıştı. Birinin topuğu ötekinin ensesinde durarak uyuyanların vücutlarındaki bin bir şekli onların kollarında, bacaklarında görmiyenler bunu ezberden yazamazlardı. Bunu anlatmak için cami mermerlerinin üstünde denk gibi günlerce durmak lâzımdı.
Şair Raif bir çok düşündükten sonra küçük sakalını kısa kısa çekerek lâkırdı edecekmiş gibi kımıldadı:
— Adnan, gördüğün şeyleri yazmalıydın ! diyecekti. Halbuki Adnan romanını o kadar heyecanla okumuştu ki, bu sesin önünde tenkit hakarete benziyecekti.
Ve Raif demindenberi susuyordu. Onun yalnız gözleri konuşur, dinlediği şeyleri kendi kendine ret, yahut kabul eder, cevap vermeği fazla görür, vereceği cevaplarda kibir, dava bulur, susardı.
Yalnız gözlerile konuşan Raif daha bir kaç saat, kendisini Adnan’la konuşuyor farzedecek, oturacaktı. Fakat sokak kapısında iki atın muntazam ayak gürültüsüyle bir araba durdu. Adnan sarardı. Bu evin önünde başka bir konak arabasının durmıyacağını bilen Raif fenalaştı; hemen fesini giydi; hakaret görmüş gibi, suratı aksileşerek Adnan’a dik dik baktı:
— Yoksa Hidayet mi geldi?
Adnan kabahat işlemiş gibi boynunu büktü : yalvaran gözlerle, Raif’e baktı. Bu:
— Evet!. demekti.
Bir saattir kollarının, bacaklarının odaya girdiği zamandaki ilk çizgilerile oturan Raif birdenbire yerinden fırladı:
4* — Aman herifi görmiyeyim…
Dedi. Ve gecikip te Hidayetle karşılaşmamak için Adnan’ın elini sıkmayarak kaçtı gitti.
Hidayet 27 yaşında, bâlâ rütbeli ve Osmanlı İmparatorluğunun Devlet adamlarındandır. Gündüz saraydan para alır, gece saraya söver.
Cağaloğlundaki antika eşyalarla dolu konağına lâkırdı ederken hususî tavırları olan adamları toplardı. Bir adam hem bir Avrupa dili bilir, hem Beyoğlu terzilerinde giyinir, hem de
padişaha söverse konağında ona antika bir koltuk verirdi. Kendi gibi ehemmiyetli adamları saraya curnal ederdi: fakat bu cur-nallar «lâyihalarım!» dır. Haklıydı: Çünkü bu curnallarda Avrupa mütefekkirlerinin, hukuk adamlarının da adı geçer, ve insan bu kâğıtların bazı yerlerini elile kapayıp yalnız bir kısmını okursa lâyiha sanırdı. Adnanın « Yıkılan Vatan » adında siyasî bir roman yazdığını duyunca Hidayet ona salonlarını açmış, gitgide dost olmuşlardı. Yalnız Adnanın ucuz terziden giyinmesine, Hidayet, bir türlü alışamıyordu.
Hidayet, uşaklarile ağzından, ahbaplarile burnundan konu-şnrdu* Odaya girerken, Adnana bu ikinci sesile:
— Canım, bu Mehmet Raif ne dalgın adam ? dedi ; Kapıdan o çıkıyor, ben giriyorum da görmiyor. Bu şairler hep böyle aptal mı olurlar? Alınma Adnan, çok şükür sen şair değilsin. Fikir adamı başka, şiir adamı başka…
Hidayet, Adnandan İngiliz Sait Paşanın hatıralarını [1] almış, bugün Adnana onları geri getiriyor ; ve Cağaloğlundaki konağına Adnanın haftada iki üç defa yaptığı ziyaretleri iade ediyor.
Hatıralardan «bazı yerleri mühimdi» ; onları Adnana okuyor.
Adnan ezber bildiği bu sayfaları dinler görünüyor, içinden Raifle Hidayeti düşünüyor : Hidayeti nerede görürse Raif atlıyan adımlarla kaçardı ve Adnanın bu adamla dostluğu onun içinde zehirli bir düğümdü. Bir gün bu zehir taşmış; ve Raif, bu curnalcıyla ne diye görüştüğünü Adnana sormuştu. O gün Adnan az kaldı, Raife kırılacaktı. «Hidayet curnalcı?» İşte bu kabil değildi. O, Abdülhamide yazdığı kâğıtları bütün Adnana okurdu. Bunlar ıslahat lâyihalarıydı. Hem Hidayet dünyada tek bir şeyden iğrenirdi: Curnalcılardan!»
Raif o gün « bu kaidedir; insan kendi yaptığı şeye başkasında hücum eder.» Diyecekti; vaz geçmişti. Fakat Hidayetin curnalcılığını Adnan başkalarından da bazan duyuyordu; bu lâflara onun gıyabında inanacak gibi oluyor; sonra onunla yüz
[1] Ingiliz Sait paşa Cülusunda Abdülhamidin saray feriki oldu ve ilk günden itibaren (Curnal) diye bir defter tuttu; sarayım vakalarını günü gününe yazdı . Bu eser basılmadı.
yü e gelince bu adamın dedikleri gibi korkunç olmadığını görüyor, iftiraların önünde onu acıyarak seviyordu. Memleketin felâketlerine her akşam on, on beş misafirin önünde hıçkırık kuvvetinde kelimelerle ağlayan bu adam «curnalcıl» öyle mi? Adnan buna gülerdi. Istanbulda yalnız onun konağında Abdül-hamide yüksek sesle sövülebilirdi. O halde şimdi Hidayet geldi diye Raife karşı Adnan neden küçülmüştü? Bunu kendisinde anlamıyordu: Adnan öyleydi.
Hidayet, kitabı bitirmiş, Adnanın dalgınlığına hayretle ba-kıyordu. Adnan bozuldu.
— Ben de sana romanımı okuyayım; dedi; deminki parçalan okudu.
Hidayet, burnundan inen sesle:
\ — Tebrik ederim Adnan; dedi; Pol dö sen Viktor’dan bir sayfa dinliyorum, sandım.
Gözlerini kapadı, durdu. Ve gözlerini dakikalarca açamadığına çok iyi etti. Çünkü Adnanın yüzündeki can sıkıntısı epeybe. sürdü. Çünkü bu müellifi Hidayetin hiç okumadığım Adnan biliyordu. Sonra da bu müellif romancı değildi.
Zaten bir müddettenberi Hidayetin fikir işlerindeki sahtekârlıklarını Adnan görmemezlikten geliyordu.
Bir gün onunlk Makırköyünün ilerisindeki Sivayüş Paşa kasrına gitmişler, Hidayet yolda vazgeçmiş, Yedikülede- bir tanıdığına uğramıştı. Adnan o gün Hidayetin konak arabasında, kasra tek başına gitmişti* Binayı gezerek aldığı notları sonra ona okumuştu. Artık ondan sonra Adnan salonda yok-sa, Hidayet misafirlerine hep bu Sivayüş Paşa kasrını anlatıyordu: «Koca Mimar Sinanın eseri harap oluyor efendileri Havuzun ortasında fevvare gibi yükselen muazzam köşk! Makır* köyünün kefeke taşından yapılma o nefis cephe!“ ^Şöminesini kucakladımf Mermer hücrelerini öptüaıl»
Halbuki Koca Sinanın eserine Hidayetin yalnız konak arabası gitmişti. Fakat Adnan Hidayetin bu zararsız sahtekârlıklarını onunla yüz yüze gelince unutuyordu.
Ve biraz da alışıyordu.
Hidayet gözlerini açtı.
— Adnan, dedi, romanından okuduğun bu fasılda bir eksik var. Ayastofanostan iki vapur kalkıyor, diyorsun; biri Dol-mabahçe sarayına geliyor,- peki; yâ İkincisi? İkincisi nereye gidiyor?
Adnan :
— İkincisi de Beylerbeyi sarayına gidiyor; içinde iki bölük Rus askeri olarak.
Hidayet: x
— Pekâlâ! O halde onu da yaz; ve Sultan Hemidin Beylerbeyi sarayına gidip Nikolşıya iadei ziyaret ettiğini de oraya koy.
Adnan Hidayete hak verdi.
Hidayet gittikten sonra Adnan o faslı kendi kendine bir kere daha okudu. Hidayetin dediklerini doğru bulmadı. İkinci vapur romana lâzım değildi. Ve bu fasılda yazdığı ıstırabın olgunluğundan memnun, uzun kollarla gerindi. Bu gece hukuk arkadaşlarından Moiz ve Tevfik hocayla Beyoğlunda gidecekleri kadını düşündü: Koridorunda Meryem Ana kandili yanan ev.
Gözlüğünün ilâçlı camları altında* Adnanın sarı gözleri fosforlu iki kedi gözü gibi parladı.
III Siyah V6 Beyaz
Beyoğlunda, İbil sokağındaki bu eve Adnan ve Moiz, Tevfik hocayı bu gece zorla götürüyorlar. Tevfik hocanın evvelâ sarığını çıkarması lâzım geldi. Zaten bu, o kadar iğretiydi ki başından hemen düştü. Yalnız şerefesiz minare gibi sarık-sız cübbesile hoca çok uzun duruyordu; fakat böyle bir eve ömründe ilk defa gittiği için çok toy, çok sevimliydi. İtiraf edilen cehalet – hatta bu türlü bir cehalet bile – güzel oluyor. Yalnız bu güzelliği acaip bir inat azaltıyordu: Kadın denen lüzumsuz mahlûka karşı Tevfik Hocanın inadı! Fakat Moiz ve Adnan karar vermişler; bu ikinci cinsin ne kadar lâzım olduğunu bu gece hocaya mutlaka gösterecekler.
Galatadaki mezesi bol birahaneye girdiler. Adnan mezeye kendini verdi; Moiz ve Tevfik Hoca da içkiye.
Hukuktan yeni çıkan üç adam, hayatta ne olacaklarını ko
nuşacaklardı. Adnan kararını daha mektepten çıkmadan vermişti*. Adliyeye girmiyecekti. Çünkü adliyeye girince onu taşraya müddeiumumi muavini yapacaklardı. Adnan, o zaman, reis ve müddeiumuminin yanında üçüncü adam olacaktı. Onların yanında Adnanm sesi, yüzü daha az, daha eksik olmaya mahkûm kalacaktı. Adnan içki sevmiyordu. Fakat içecek olsa bile üçüncü adam kadar sarhoş olabilecekti. Halbuki Adnan meçmır olmadıkça hükümet o ucda (bir) di; Adnan bu^ucda (bir)!
Avukatlık ta etmiyecekti. Çünkü Adnan (hadise – Adam) dı. İnsan yığınında ayrı duran çehre!, Halbuki memur gibi avukat ta izdihdamda görünmezdi. (Bir) rakamı izdihdamda ken* dini kaybedemezdi. Sonra Adnanın kaleminin ucundan damlamağa hazırlanmış bir isyan edebiyatı vardı. Bu kalemle ayukat lâyihası mı yazacaktı? Adnan tunçtandı. Maden adam, mahkemeye beğendirilecek lâkırdı arıyamazdı. Heykel’in bükülmeğe tahammülü yoktu. Terbiyeli tebessüm, hürmet eden göz, kavisler dolu selâm etten kemikten bir insan isterdi.
Adnanın alnındaki mermer buna manidi. Sonra hâkimin ve avukatın yorgunluğu edebiyatsız bir alın teridir. Halbuki haykıran Adnanın seyircileri olacaktı ve o izdihdamı uyandıran seslerle memlekete ağlayacaktı. Bu feryada 3 kıt’a bir geniş meydandı. O, bir heykelin alnile bu meydanda şaha kalkacaktı. Bu, resim çıkartan adamın kibri kadar gülünçtü. Fakat Adnan bu vaziyette kendine bakarken gözleri doluyordu.
Bununla üçüncüdür soran Tevfik hocaya Adnan nihayet cevap verdi!:
— Ne mi olacağım? Eskisi gibi muharrir!
Moiz sordu:
— Sade, muharrir mi?
Adnan:
— Bir de hususî evlerde hocalık alacağım: ,
Adnan da Moize sordu:
— Sen? sen ne yapacaksın?
Moiz — daha karar vermedim; dedi.
Adnan, Tevfik hocaya hayatta ne olacağını sormadı. Çün
kü ne söylerse bir şey anlaşılmayacaktı: Hoca kendisinin üstüne kat kat eğilen adamdır; içi görünmiyordu. Fakat Moiz dayanmadı* sordu. Tevfik hocanın hayatta ne olacağı 15 dakika sürdü. Ne Moiz, ne Adnan bir şey anlayamadılar. Nihayet hoca Adnana döndü: „
— Ben de avukatlık edeceğim. Amma senin gibi değil. İnsan cemiyetinin yakasından yakalıyacağım, «Bana borcun yari Evvelâ onu ver!» diyeceğim.
Hoca 93 harbinde şehit olan iki kardeşini 25 milyon insanın kendine borcu diye bir tarafa kaydetmiş, sarhoş olduğu zaman hep bu alacağından bahsederdi. Moizle beraber ırgat pazarında bekâr hanında oda tutmuşlar, kalın bir pislik içinde yaşıyorlardı. Başka renkte yama ve sefaletin en Son rengi olan (Siyah), ikisinin de yakasından, paçasından sarkıyordu. Ancak Tevfik hoca, üçüncü dedesinden başlıyan sefaletin – bünyesine karıştığı için – farkında değildi; fakat yine toklara düşmandı. Abdülhamidi bazan öldürmeğe kalkışıyor, sonra kendi kendine vazgeçiyordu. Bu saray düşmanlığı onu Adnan ve Moizle dost yapmıştı.
Moiz güzel bir tarzda adamdı. Malûmatı, samimî, gösterişsiz ve gizlidir. Memleketin felâketine kimseye göstermiyerek acır, büyük malûmatı – kendine bir şey sorarsalar – belli olurdu, mendili yoktu, ve sefaletten bazı dişleri de yoktu. Fakat Moiz kendi sefaleti ile eğlenerek onu azaltıyordu. Kansızlıktan eşyalaşan yüzünde, bir fikir uğrunda ölenlerin güzel donukluğu vardı. «Sabah» gazetesine muharrir olmadan evvel bazı geceler aç yattığını Tevfik hoca ve Adnan bile bilmiyordu.
Birahaneden çıktıkları zaman, Tevfik. hoca kendini sarhoş zannetmek ve ağzını bozmak istiyordu. Fakat hocanın sarhoş olmadığını bilen Moizle Adnan telâş etmeyinco hoca, tabiî tavrını takındı.
Adnan İbil sokağındaki evin kapısını çalarken, Moiz ayaklarının ucuna basarak Tevfikin kulağına uzandı :
— Hayata bu kapıdan girilir hoca, dedi.
Tevfik hoca tuhaf bir toyluk içinde acı acı güldü.
Bu evi Uranya tutuyordu: Kalın boylu, kat kat etli, resmî göbekli kadın.
Adnan Uranyanm kulağına «Hocaya eyi bir şey bulun. Fakat sakın içki vermeyin.» dedi, gitti. Kadının ayriı kulağına Moiz: «Kıyafetine bakma ! Hocadır, sarığı bu akşam çıkardı» Büyük adamdır ; Zengindir ; bol içki ver. » demiş odadan çıkmıştı.
Uranya Tevfiğin hoca olduğunu duyunca ona evin en tombul kadınını getirdi; Bir şişe konyak açtı; ikisini yalnız bıraktı*
Fakat bir saat sonra tombul kadın odadan öfkeyle çıktı. Uranyaya:
— Bu nasıl herif? insanla lâkırdı bile etmiyor ; Ya tavana bakıyor; Ya halıya! diyordu. Uranya.müşterilerini haksız bulamazdı; kadına kızdı:
— Biz gençliğimizde ölüyü diriltirdik. Sizin gibi mıymış tılar çalışacak ta biz de ekmek yiyeceğiz ! dedi. Somurtarak kadını elinden yakaladı; gülerek Tevfiğin odasına girdi.
— Konyak istemezsen vermut getireyim, dedi; ve tombul kadını Tevfik hocanın üstüne itti. Hoca, kadını iki eiile tuttu. Uzun bir mesafenin ucuna oturttu. İçtiği zaman dünyanın en edepsiz adamı olan hoca» deminden beri şişeyi yarıladığı halde tombul kadının önünde bir kız gibi toy, mahcup, yere bakıyordu. Uranya, yeni müşterisini umumî bir kadından tiksiniyor, sandı:
—«Bu, familya kızıdır, öyle Beyoğlu karıları gibi değildir» dedi. Tevfik hoca gene önüne bakıyordu. Birden bire başını kaldırdı. Tombul kadın ve Uranya sevindiler; halbuki hoca saatini çıkardı. Adnanla Moîzin lüzumsuz meşguliyetlerinin ne kadar sürdüğünü anlamak istiyordu. Tombul kadın rumca söylenerek odadan kaçtı. Uranya bozularak kalktı, bir vermut açti. Hocanın birdenbire tabiîliği geldi : Kadın olduğu belli olmıyan yaşlı Uranya ile Tevfik hoca konuşabilirdi; hasbühal başladı :
«Vaktile Sultan Aziz devrinde saray adananları onu nasıl paylaşamazlardı; O, randevülere nasıl şezapörtörle giderdi! bunar! uzun uzun anlatırken, nihayet odadaki adamı unuttu. Geçen günlerinde, kendi kendine, yaşamağa başladı. Fakat birdenbire şez apartörü hocanın anlamasını istedi, kelimeyi tekrarladı. Tevfik hocanın aklı başka şeye takılmıştı. İki parma-ğile sayarak sordu
Para yapabildin mi, para?
— Bırak… Açma Orasını. 93 de kayme yüzünden yedi bin liram kül oldu.
Uranya, avucunda bir tabaka kül duruyor gibi eline üfledi» Hoca sevincinden sırıttı. Küller, göğsünün içine dolmuş gibi kurşunî renkte bir takallus ağzını oydu; Suratında bu yırtık delikle kadına bakıyordu. Sonra birdenbire bu delik, sakal ve bıyığın siyahlığında kayboldu. Ve hoca somurttu. 93 harbindeki iki şehidi (kardeşlerini), köyde ölen dilenciyi (Babasını) düşündü* Bir vermut daha içti. Uranya halâ kendisini anlatıyordu; göğsünden ikinci bir vücut gibi memesini itti:
— O zaman böylemidim ben? Filareti gibiydim tıpkısı… sülün gibi!
Hoca, kadehi tekrar doldurarak sordu:
— Filareti kim?
Samatyalı güzel Filaretinin kim olduğunu Uranya anlattı: «Necip Melheme paşanın dostu. Necip Melheme, ona avuç do* lusu para vermiş; Fakat Filareti onu sevmez. Sevmez. Filareti Adnana vurgun. Ondan para bile almaz»
Uranya, öfkeyle bakan Tevfik hocayı, kendisine yalan söylediğine kızıyor, sandı. Doğru söylediğine istavroz çıkarıyordu. Halbuki Tevfik hoca, Necip Melhemenin adına celallanmıştı. Bağdaş kuran hoca, pabucunum tabanına vurdu:
— Necip Melheme paşa avuç avuç para verir; tabiî.#. Çünkü o paralar benim paramdırda ondan!
‘öfkeyle ayağa kalktı. Niçin bilmiyerek Uranya da hemen ayağa kalkmıştı; Anlamıyor, hocaya hayretle bakıyordu* Moizin kalantor dediği bu kılıksız Adam Necip Melhemenin dolandıracağı kadar mı zengindir? Tevfik Hoca ayakta bir vermut daha içti:
— Evet bizim paralar! Evet, köylünün parası! Evet, şu sokaktan geçen adamların parası! Senin anlayacağın madam, hırsızlığın adını komisyonculuk koymuş herif; sahipsiz memleket bulmuş kerata! Vuruyor, çalıyor, çırpıyor… Ama…
Gözleri kafasına sığmıyarak taştı; elini uzun tırnaklarile; ürpermiş pençe gibi uzattı:
Bu paraknn hesabını onun bağırsaklarından bu tırnaklar soracak!..
Siyah, uzun tırnakları görülmemiş bir silâh gibi ucunda beş «çelik parçasile havada parladı.
Oda’kapısı açıldı, Adnan bir kadınla elele girdi:
— Ne o Tevfik? Uranyay’a ilânı aşk mı ediyorsun?
Ve Uranyaya gözucile Tevfiğin deminki kadını alıp almadığını sordu. Uranya Tevfikten korkmuş, cevap verecek halde •değildi; Adrianm odaya geldiğine seviniyordu; kaşlarını yukarı ^çaldırdı: «almamıştı» Adnariın elinden tuttuğu kadın Samatyah güzel Filâretiydi. Hoca Tevfik, Filâretiyi görünce şaşırdı: Bir İcadın nasıl güzel olabilirdi? Bir kadının karşısında kendisi na-ısıl değişebilirdi? Bu uzun saçlar yoksa hile miydi?
Tevfik, ömründe ilk defa bir kadının çehresinden gözlerini alamıyordu. Deminki hiddetle büsbütün artıp taşan vücudu şimdi güzel kadının karşısında iri yarı bir hüzündük Dağ gibi adam, takatsiz gözlerle bir köşeye çöktü. Arkasındaki bütün Smrünün bedbahtlığı suratına dolmuştu; kadına baka kaldı.
Adnan:
— Filâreti! Dedi; gideceksin, Tevfik hocayı iki yanağından ^öpeceksin!
Kadın Adnana öfkeyle baktı.
Adnan :
— Benim hatırım için! dedi. Radın rumca öfkelendi, Adnan kızdı.
— Filâret! Diye haykırdı. Sonra alaylı gözlerle kadına işaret etti; Kadın kalktı; şehadet parmağı şeklinde çehresinden ayrılan bir uzun dudakla Tevfik hocayı öptü.
Tevfik, sapsarıydı; gözleri dolmuş, kadına bakıyordu. Bir insan yüzü hem bu kadar korkunç, hem bu kadar güzel olamazdı. Ve Tevfik hoca bu çehresile şimdî ölseydi yüzü bu andaki bu mazlum güzelliğini ölümün damgasile kıyamete kadar saklayacaktı.
Moiz odaya sarışın bir kadınla girdi.
Q, bu Polikseniye çıldırıyordu: Moiz için yalnız sarı saçl’i-lar güzel kadındı.
Avukatlık edecekti; zaten matbaadan d^ aylığı yokmuydu? Bu Poliksenile bir yuva kuracaklarda»
_ Kurulacak yuvanın saadetini, düşünerek ağlamağa başladı. Adnan Moizi teessüründen ağlıyor sandı:
— Budala misin Moiz? Dedi* böyle çocuk gibi ağlar mı adam? Yarından tezi yok, onunla başgpz ederiz seni!
Ve Tevfiğe döndü, gözünü kırptı :
— DeğiÎ mi hocam?
Hâlbuki Tevfik hoça Muizden daha ¿sarhoştu; başını yum-rukluyor:
— Yazık bu kafaya! Zeydin, Amrin dayağım tasrif ekmekle, Isaguci ezberlemekle ömrün geçti Tevfik; Heder oldun Tevfik! diye haykırıyor, bu yaşa kadar lâstik ağacını bilmediğine, Filâ-retinden öğrendiğine utanıyor, fıkha kızıyor, nahve köpürüyor, medreseye tükürüyor, Ibrçikemale Behname müellifi diyordu. Yanlarından sütçü beygirleri, demir ve bakır gürültülerile geçtiler ve güğümlerin sesinde hocanın Allaha sövdüğünü Adnan iyi işitemedi.
Hoca birdenbire susarak durdu. Adnana uzun uzun baktı:
— Ver elini! Dedi. tı
Tevfik hocanın her sarhoşluğunda tekrarlanan bu müsafaha-sinı, Adnan zaten bekliyordu.
Hoca, Adnanm elini sıkarak:
— Tebrik Jeder im seni Adnan! Dedi; Filâreti çok müstesna bir mâhlûk! Cismaniyeti onu toprağa bağlıyan bir bahanedir; o, ruhtur ruh!..
Adnan _ Moiz Polikseniyi alacak; bari sana da Filâ-
rçtiyi alalım.
Tevfik hoca —• Onu sen almıyor musun?
Adnan — Yoo!.. Ne münasebet?
Tevfik hoca şaşırdı. Gözlerinde bir şeyler vardı. Bu şeyler yavaş yavaş yüzünü kapladı. Arkaya kaldı. Düşüneceği şeylerin yalnızlığa ihtiyacı vardı. Bunları Adnandan çok uzak kalarak düşünmeliydi.
Bir müddet kendi kendine yürüdü. Sonra koştu; Adnana sevinçle:
— Kurtuldum! dedi.
Kadından anlamağa başlamıştı. Seviniyor , kendi kendini seviyordu. Cübbesinin yakasını Adnanm burnuna uzattı ; ba. ğırarak:
— Kokla! dedi, şu kara cübbeyi kokla; bütün şark çamuru kokuyor. Kurtuldum, kurtuldum, kafamdaki beyaz felâketten, sırtımdaki kara felâketten kurtuldum nihayet!
Adnan, hocanın koluna girdi:
— Herkesi uyandırıyoruz. Pencerelerden bize bakıyorlar ; bunları başka zaman konuşuruz…
Hoca, Adnanın yüzüne eğilmiş, kısık sesle «sarığımı da yakacağım, cübbemi de!» diyordu. Adnan içmediği için hocanın ağzındaki üç içkinin kokusu Adnanı bulandırdı; kaçmak istiyordu.* Moiz tam vaktinde bir çukura yuvarlandı. Adnan Moize koştu.
Tevfik hoca durdu, düşünüyordu.
Birdenbire mahzunlaştı. Rüştüye mektebindeki hocalığından aldığı aylığı düşündü; Filâretinin kulağındaki iki pırlanta küpede Necip Melhemeyi düşündü; gözüne çok güzel görünen Ad-nanı düşündü; Kafası önüne düştü.
– IV -iki Uyku
Filâretiden dönen Adnan eve gelir gelmez uyudu: Kadınla erkeğin birbirine verdikleri güzel uyku.
Hastalıksız olmaktan başka eksiği olmıyarak ölüme benzi-yen bu derin uykunun içinde Adnan anasının öksürüklerini duymadı. Verem hastalarını her dakika yeni bir hasta yapan bu öksürüklerden bu acaip uyku daha kuvvetliydi. Naciye ilâcın! içirsin diye oğlunu – duymasını istemiyerek – hafif sesle çağırdı:
— Mehmet!… Mehmet!…
Mehmet Adnanı bu isimle, bütün dünyada yalnız iki kişi çağırırdı; biri şehit miralay Salim Beydi; Adnan onu sekiz yaşm-danberi duymuyordu. Biri de Naciyedir; Adnan şimdi bunu da duymadı. Fakat kabahat Adnanda değil, oğlunun uykusuna acıyarak yavaş çıkan bu hilekâr ana sesinde idi. Zaten
Sultan Aziz’ın huzuruna girmiş, sedirdeki kırmızı minderde oturan «Cennetmekân» i|ri altın şamdanın çifte yıldızı arasında, bu hotozlu hanımefendinin yeri öptüğüne’ bakmıştı. Ve nihayet fcu hotozlu kadın – o zaman 14. yaşında – annesile beraber Muayede Salonundaki pandomiina takımını seyrederken uyumuş kalmıştı.
Kuzguncuktaki yemek masasının üstünde de, o gece bunu dinlerken Adnan dalmış, uyumuştu. Çenesinden bağlanalı peçetenin iki ucu -iki tavşan kulağı gibi uzanmış, sünnet düğününü o gece bu iki kulak dinlemişti.
Ve o gece tam o anda, Kuzguncuktaki yalının yemek odasının kapısı ağır ağır açılmış, kapıyı dışardan açan tülbent başh gölge – yalının baş kalfası – odaya girmiyerek geri geri -çekilmiş, yalının hanımefendisine işaretler etmiş, gözlerini kapamış, başını sallamıştı: Beş dakika evvel Âdnanın teyzesi palının en uzak odasında ölmüştü.
Şimdi Aksaraydaki evinde, yazı masasında düşünen Adnan’ın aklında bütün bu masaldan yalnız bir şey vardı: o gece yalıda annesile yatjnayışıl.. Bunun sebebini, sonra öğreniyordu; Naciye güneş doğuncaya kadar ölüyü beklemişti.
Birdenbire sarardı: teyzesini öldüren hastalıktan yatan anası yanındaki odada yine öksürüyordu. Bu öksürükler hemşiresinin «skiyen ölümünü yepyeni bir vaka yaptı.
Adnan Veremden ölen teyzesini düşünerek anasının öksürüğünü dinledi. İnsanın göğsüne kuyu karanlığı veren ve fukara mahallelerde komşulardan duyulan öksürük.
Adnan’ın gözleri doldu.