OKÇULUK VE OSMANLI
Okçuluğun Hazreti Âdem’den itibaren insanoğlunun hayatıyla eş değer bir tarihi vardır. Hazret-i Âdem (a.s.) ektiği tohumları yiyen kargalarla mücadelede aciz kalınca kendisine bir yol göstermesi için Allah’a dua ettiği, bunun üzerine Cebrail (a.s.)’m yanında ok ve yay getirerek Hazret-i Âdem’e öğrettiği, “nuş âb” veya “nuşşa abba” (kargaları bununla kov) dediği ve buradan Arapça “nuşşab” ok kelimesinin ortaya çıktığı rivayet edilir. Tarihi devirlerden günümüze kadar gelen zaman diliminde bu spor, avcılık ve harp vasıtası olarak hiçbir zaman bırakılmadı. İlk zamanlar sadece yay, kiriş ve ok zamanla yeni buluşlarla daha da zenginleşerek gelişmesine devam etti.
Ok Esareti, Yay Üstünlüğü Gösterir
Tarihe baktığımızda harp, av ve spor aleti olarak insanların elinde asırlar öncesinde ok ve yayı görüyoruz. Sümerlere ait eski kabartmalarda ok ve yayın muhtelif işlerde kullanıldığını gösteren pek çok resimler olduğu gibi o devirlerden kalan ve toprak altından çıkartılan tabletlerde de bu hususa dair birçok tafsilat bulunmaktadır. Tarihte bu silahı en iyi kullanmış milletler arasında Türkler başta gelmektedir. Hunlarm ok ve yay kullanmaktaki yüksek ve erişilmez maharetini Çin tarihi kaynaklan ve diğer kaynaklar da tasdik etmektedir. Oğuzların üçokve B©zok şeklinde iki ة1د ط ayrılmaları Türk idare hayatına da tesir ettiği görülmektedir. Ok ve yay aynı zamanda Türklerde hâkimiyet $embolüdür. Basükları sikkelerde bu sembolü kullanmaları, okçuluğa verdikleri ehemmiyeti gösterir. Göktürklerde ok, “tâbi’lik” ve esareti, yay ise “metbü’luk” ve üstünlüğü gösterirdi. Kağanın, idaresindeki boylara ok göndermesi, kuvvetlerini toplayıp kendisine yardıma gelmeleri manasını taşıyordu. Bunun yanında Göktiirk alfabesindeki harflerden biri ko, şeklinde okunan ok işaretidir. Bu töre ve semboller, daha sonra sucuklularda da devam etti. Büyük Selçuklu Devleti’nin 104©’da Dandanakan zaferi sonrasında komşu ülkelere gönderdikleri fetihnamelerin basında eski Türk hâkimiyet sembolü olarak ok ve yay işareti bulunuyordu. Yine Selçuklularla Bizans Devleti arasında yapılan barış anflaşmasmın onaylanması için Tuğrul Bey, Şerif Nâsır başkanlığındaki bir heyeti 104©’da ls،anbul’a göndermiş bir vesileyle tamir edilmiş olan eski Emeviye Camii’nin mihrabına hakimiyet sembolü olarak ok ve yay işareti resmedilmişti. Tuğrul Bey’in Abbasi Halifesinin kızıyla evlenmesi sırasında, düğün hatırası olarak 1053’te Bağdat’ta bastırılan altın madalyonun iki yüzünde Tuğrul Bey’in kabartma tasvirleri, portrelerin üzerinde de Sultan’ın hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işareti yer almaktaydı.
Kemankeşlerin Piri Sa’d b. Ebî Vakkas
Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra da ok ve yay kullanmayı bırakmadılar. Bunda şüphesiz Peygamber Efendimizin hadislerinin de çok teşviki vardır. Peygamber Efendimiz bir okun üç kişinin cennete girmesine vesile olacağını müjdelemiştir. Bu üç kişi oku “yapan, atılmak üzere okçuya veren, oku atari’dır. Halid bin Velid (r.a.) Yermük Harbi’nde hem ok atıyor hem de “Rasülullah (s.a.v.) evlatlarımıza atıcılığı ve Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmemizi emretti.” diyordu.
Ashaptan iki grup ok müsabakası yaparlarken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onları görmüş ve “Haydi atınız” buyurarak onları teşvik etmiştir.
Müşriklere ilk oku Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.) atmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Uhud Harbi’nde sadağındaki okları çıkarıp bana veriyor ve “At yâ Sa’d! Anam babam sana feda olsun!” buyuruyordu. Bu sebeple, her mesleğin bir piri olduğu gibi kemankeşlerin piri de Sa’d bin Ebî Vakkâs’tır.
Kemankeşlerin pirlerinden biri de Ebû Talha’dır (r.a.). Ok yayını çok sert çeker ve isabetli atışlar yapardı. Uhud Harbi’nde üç yay kırmıştı. O gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ok kapları dolu olanlara “Oklarınızı Ebû Talha’nın yanına boşaltınız” buyuruyordu.
Allah yolunda düşmana ok atanın bir köle azat eden gibi sevap alacağı bildirilmiştir.Peygamber Efendimiz (s.a.v.) atıcılığı öğrenen kimsenin onu bırakmasını, Allahü Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği nimeti terk etmek olacağını bildirmiş ve bundan sakındırmıştır. Şaşt veya zihgir de denilen, ok atarken yaralanmaması için parmağa geçirilen aleti de kendisi keşfetmiştir.
Ok ve Yay Nasıl Yapılır?
Yay tek parça veya birleşik elamanlardan meydana gelmiş ortada yer alan kabzasının iki tarafında simetrik biçimde eğilmiş iki ucu arasına kiriş gerilen bir alettir. Yayların cinsine göre yapımında belli oranlarda ağaç, boynuz, sinir ve tutkal kullanılıyordu. Orta Asya mezarlarında bulunan en eski yayların boyu 140-160 cm. olup boynuz ve sinir gibi doğal maddelerle sağlamlaştırıldığı tespit edilmişti. Osmanlı Devleti’nde ise yay kirişleri çok katlı ibrişimden yapılıyordu. Okların arka kısmına takılan kertiğe “gez” deniyordu. Buradan itibaren gövde baş, boğaz, göbek, göğüs, baldır ve ayak gibi bölümlere ayrılıyordu. Ok gövdelerinin yapımında çam, diş budak, gürgen gibi hafif ağaçlar tercih ediliyordu. Kayın ağacı ise hem ok hem de yay yapımında yaygın olarak kullanılıyordu. Ok yapımı çok zaman alan meşakkatli bir işti. Ahşap önce fırınlandıktan sonra rutubetsiz bir odada uzun süre bekletiliyor ve esnemesine mani olmak için birtakım işlemlerden geçiriliyordu. Okların düzgün gitmesi ve ayaküstü düşmesi için arka kısmına umumiyetle kuğu, kerkenez, güvercin gibi kuşların tüyünden yapılan “yelek” adı verilen bir kuyruk takılıyordu. Okun atışını kolaylaştırmak ve elin kaymasını önlemek için yayın kabzası üzerine bir muşamba sarılıyor ve sağ elin başparmağına “zihgir” denilen yüzük,bileğe de siper takılıyordu. Oklar sadak, tirkeş, ok torbası, kubur gibi isimlerle anılan ve boyuna asılan özel kaplarda taşınıyordu.
Doğu ile Batı’nın Mücadelesinde Ok ve Yay
Türklerin 11. asırda doğudan Anadolu’ya yaptıkları büyük ve devamlı göçlerde ok ve yay birinci derecede silah olma vasfına sahip bulunuyordu. 1071’de Bizans’a karşı yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi’nde 40.000 kişilik Türk süvari kuvveti, bünyesinde Slav, Bulgar, Alman, Frank, Norman ve İskandinav birlikleri bulunan 200.000 kişilik Bizans ordusunu ok-yay ve takip etmiş olduğu savaş taktiği ile yenmiştir. Doğu ile Ban’nm mücadeleleri haçlı seferleriyle devam etti. Anadolu Selçuklu Devleti kendisinden sayı bakımından kat kat üstün olan birleşik ordularını fırsat buldukça vurdu, ağırlıklarını yağmalattı, uzun mesafe çarpışmalarında o zamanlar alternatifsiz olan ok ve yay ile büyük zayiatlar verdirdi.
Osman Gazi ve Orhan Gazi Çok iyi Ok Atarlardı
Osmanlı Devleti de kurulduğu zamanlar ok ve yay harp silahları arasında en başta geliyordu. Osman Gazi ve Orhan Gazi çok iyi yay kullanıyor ve ok atıyorlardı. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti uç beyliği olarak Karacahisar-Bilecik hattında kurulmuştu. Beyliğin askeri gücünü “Alp” ya da “Gazi” denilen akıncılar teşkil ediyordu. Bunlarda aranan dokuz vasıftan ikisi, iyi bir binici olmak ve iyi bir yay’a sahip olmaktı.
Feridun Bey Münşeatı’nda 1289’da Konya Selçuk Sultanı’ndan Osman Bey’e Karaca Balaban Çavuş eliyle, ellişer okluk tirkeşleriyle birlikte 2000 adet yay gönderdiği yazılıdır. Bursa’nın fethi Osmanlı Beyliği için bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi beylikten devlet düzenine geçişin de başlangıcı sayılır. Çünkü Orhan Gazi, Bursa’ya yerleşir yerleşmez askerlikte, ilimde, sanayide, kültürde, sporda velhasıl bütün konularda yeni faaliyetlere başladı. Yakın uzak bütün Türk beyliklerinden olduğu gibi Bizans’tan bile bilim ve sanat adamları yeni Beylik merkezine akın etmeye başladılar. Şehrin nüfusu birden artmaya başlarken yükselen minareler, yapılan binalar şehre yeni kimliğini kazandırmaya başladı.
Devrin şartlarına göre kurulmuş olan ve her an savaşa hazır Yeniçeri askeri, sipahi ve diğer sınıfların eğitimi için geniş idman sahalarına ve kışlalara ihtiyaç vardı. Bu maksatla Yeniçerilere ok atmasını öğretmek için talimhaneler, sipahilerin binicilik eğitimi koşu yerleri ve okçular için atıcılar sahası yapıldı. Buraların giderlerinin karşılanması için padişah gelir kaynakları vakfetti. Müellifi belli olmayan “Tezkire-i Rumat isimli bir eserde Bursa Okmeydanı için şöyle söylenmektedir:
“Yıldırım Han türbesi önüne düşer. Okmeydanı tabir olunur. İç açıcı ve bir baştan bir başa ovadır. Okmeydanı yanında musalla vardır. Taştan mihrabı ve mimberi ve imam ve hatibi vardır. Evvel baharda… Cuma günleri gider cuma namazı kılarlar. Musallanın etrafında çınar ağaçlan vardır. Okmeydanı’nm toprağını Yıldınm Han Hazretleri kalburdan geçirip ok temrenlerini kırılmaktan korumuştur. Okçuların nişan taşlan taraf taraf sünett-i seniyye-i Muhammediyye’ye nişan olmuştur. Bursa halkı bu sahanın çevresinde durup
yanşmalan izler ve eğlenirler.”
Türklerin Rumeli’ye geçip Rumeli yarımadasını fethetmelerinde yine ok ve yay’ın büyük yeri vardır. Sultan Birinci Murad Han devrinde de ok’un mühim bir silah olduğunu görüyoruz. Bu padişah devrinde Niş şehrinin ok hücumu ile alındığını Neşri şöyle anlatıyor: “Yahşi Bey kalenin etrafını dolaşıp: Sultanım, devletinde ؛؛٥ erişir م} vardır. Tîr-i bâran kılmak ile ümiddir ki feth ola” dedi. Pes gaziler ok yağdırıp, yürüyüşler edip, kaleyi feth kıldılar. Yine Birinci Kosava Savaşı’nm kazanılmasında da okçuların büyük başarısı bulunmakladır. Ordunun sağ ve sol kanadına Hamidoğlu ve Mustafa Çelebi kotnutasında 1000’er okçu yerleştirildi! ö n saflardaki top ateşlerinin sonrasında sultanın emriyle ok auşlan başladı. Düşman saflan ok yağmuruyla çözüldü ve düzenli bir hücumla zafer kazanıldı. 1453’te Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u muhasaraya başladığı zaman her ne kadar “şâhî” adı verilen büyük toplar savaşa damgasını vursa da hem karada hem de denizde yapılan mücadelelerde düşmana pek çok zayiat verdiren yine Osmanlı okçularıydı.
Ok Yeleleri İçin Özel Kuşlar Beslenirdi
Okların arka tarafında çeşitli kuşların kanatlarından çıkarılma “okun yelesi” denilen tüyler bulunmaktadır. Bunlardan kuğu gibi bazıları özel olarak beslenmekte, seher kuşu ise İran’dan getirilmekteydi. Seher kuşu kanadının “çeleng” adı verilen uzun tüyü peşrev okunda, diğerleri ise öbür oklarda kullanırdı. Seher tüyü takılan okun, diğer okları 100 kez geçtiği tespit edilmişti
Kanuni Sultan Süleyman Sonrası Ok ve Yay
Kanuni devri sonrasında savaş aracı olarak ateşli silahların yaygınlaşmasıyla beraber ok ve yayın yavaş yavaş kullanımının azaldığını görüyoruz. Kesin olarak savaş okunun ne zaman ordudan kaldırıldığını söylemek oldukça zor fakat ortalama on yedinci asrın ortalarına kadar kullanıldı diyebiliriz. Çünkü tüfeğin uzak mesafe silahı olarak orduda tek başına kullanılması birden bire olmadı. Osmanlı’nın Viyana kapılarına dayanmasında ok ve yay’ı görüyoruz. Osmanlı askerinin geri çekilirken geride bıraktıkları ok ve yaylar günümüzde Viyana müzelerinin en değerli eşyaları arasında sergilenmektedir. Bu da bize Osmanlı ordusunun kullandığı silahlar hakkında malumat veriyor. Diğer taraftan 1572 tarihli bir vesikada Osmanlı donanmasının silah ihtiyacının karşılanması için 400 tüfek ile 30 sandık kurşunun yanında 500 yay ve 30 sandık ok hazırlanması için Divan-ı Hümayunda karar alındığı görülüyor. Ayrıca 1585’te Bursa kadısına gönderilen bir hükümde Erzurum’a sefere çıkacak ordunun ihtiyacını karşılamak için yay ustaları istenmekteydi. Kanuni devrinin ateşli silahları hakkında Busbecq’in mektuplarına göz atacak olursak o bu konuda şöyle söylemektedir:
“Padişahın da katıldığı İran seferinde, tüfeği henüz tanımayan düşmana etkili olur düşüncesiyle, tüfekle silahlandırılmış 200 kişilik bir süvari müfrezesi teşkil olundu. Fakat askerler bu silahtan ء؛اا hoşlanmıyorlardı. Bir süre yol alındıktan sonra tüfeklerin orasının burasının kırıldığı ve düşüp kaybolduğu görüldü. Bunları tamir edecek pek az adam vardı. Sonunda Rüstem Paşaya bu işe yaramaz tüfekleri gösterip, alıştıkları ok ve yaya dönülmesini rica ettiler. Paşa da durumu inceledi ve isteklerini kabul etti.”
Ok ve Yayın Yerini Ateşli Silahlar Alıyor
On yedinci asnn sonunda teknik gelişmeler ateşli silahların daha hafif ve kullanışlı hale gelmesini sağlamıştı. Bunun bir neticesi olarak da ok ve yay ordudan kaldırıldı, savaş teknik ve taktikleri de buna göre yeniden düzenlendi. Ordu bünyesinde bulunan hafif süvari okçu müfrezeleri düşmanın arkadan ve yanlardan girişebileceği harekâdara karşı yancı ve artçı olarak kullanılmaya başlandı. Burada dikkate değer bir husus ise hemen her sahada teknolojiye paralel olarak ateşli silahlar orduda tek tek ok ve yaydan görevini devralırken sultanı korumakla vazifeli solakların on sekizinci asrm ilk çeyreğine kadar varlığını sürdürmeleri. Özel bir eğitim ve elemeden geçirilen “solaklar” zümresinin Kanuni devrindeki sayısı 400’ü buluyordu. Bunlar muharebe meydanlarında oku ve yayıyla padişaha çember oluyordu. Padişahın sağında gidenler yayı sağ elleriyle tutup sol elleriyle atış yaptıkları için bu adı almışlardı.
Ordunun Ok ve Yay İhtiyacı Esnaftan Temin Ediliyordu
Osmanlı ordusunun ok ve yay ihtiyacı Gelibolu ve İstanbul’daki bu işle uğraşan esnaftan temin ediliyordu. Yetmediği takdirde piyasadan satın alınıyordu. Resnji imalathanelerden en önemlisi Süleymaniye semtindeki Ağa Kapısı’nda bulunan Ağa Kârhânesi idi. Burada 45 çeşit erbâb-ı hirèf ayrı bölükler halinde çalışarak ordunun ok ve yay ihtiyacını karşılardı. Ehl-i Hiref defterlerinden bu imalathanedeki çalışan vazifelilerin adlarını, aldıkları maaşı ve çalışma sürelerini öğrenebiliyoruz. Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre okçu esnafı İstanbul’da iki yüz dükkânda üç yüz, yaycılar ise iki yüz dükkânda beş yüz kişiden meydana gelmekteydi. Ayrıca sefere çıkan ordunun bazı ihtiyaçlarını yerinde karşılamak için esnaf loncalarından sanatkâr istenebiliyordu. Orducu Esnafı tabir olunan bu sanatkârlar çadırlarını ve gerekli malzemeyi kendi lonca bütçesinden temin ederek belirtilen tarihte ordugâhtaki yerlerini almak zorundaydılar. Osmanlı bahriyesinde de okçuluk önemliydi. Düşman yelkenlilerine ateşli ok atmak eskiden beri uygulana gelen bir taarruz şekliydi. Ok ve yay daha uzun müddet ordu saflarında kendisine yer bulsa da bu bir nevi eski bir an’ane olarak yaşamıştır.
Eehemmiyet verilirdi. İdman ve müsabaka için ayrılan geniş sahalarda gerekli tesisler bulunurdu. Bu sahalara Okmeydanı veya Atıcılar Meydanı denilmiş, aucıların toplandıkları binalara da Kemankeş Tekkesi, Tirendaz Zaviyesi ve Atıcılar Dergâhı gibi isimler verilmişti. Osmanlı Devleti’nde her idman yapılan, ok atılan yere Okmeydanı denilmemekteydi. Bir yerin Okmeydanı olarak vasıflandırılabilmesi için etrafı hudut taşları ile çevrili, içinde ihtiyaca cevap verecek tesisleri bulunan, büyük kemankeşlerin menzil taşlarını ihtiva eden ve kendine mahsus muallimler, hakemler, korucular gibi kadrosu bulunan esaslı kurumlardı. Bunun yanında bir vakfa bağlı oluşları, seçimle iş başına gelen yönetici kadroları, iç tüzüğü ve sicile kayıtlı çok sayıda üyesi ile dünyanın ilk modem spor kulüpleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Okçuluk, Kendine Has Kuralları Olan Bir Spordu
Osmanlı’da okçuluk, kendine has kuralları dâhilinde kemankeşi bedeni ve ruhi olarak terbiye etmeyi hedefliyordu. Her önüne gelen tekkeye alınmamaktaydı. İşin manevi cephesi de unutulmamıştı. Tekkeye, hocasına, kullandığı alet edevata ve mukaddesata hürmet en başta gelen kurallardandı. Kemankeşlerin yalnız birer iyi atıcı olması yetmezdi. Kendi aralarında her türlü rekabetin üstünde saygı ve sevgiye dayanan bir dosduk temin edilmeye çalışılırdı. İhtiyarlara, kıdemli kemankeşlere ve şeyhe karşı edepli davranmak şarttı. Atışta hileye sapanlara ve yolsuzluk edenlere fazla müsamaha gösterilmez “bizimle oturma” denilerek örgütten çıkarılırlardı. Risalelerden okuduğumuz kadarıyla ünlü okçuların biyografilerinde yalnız atıcılık yönü değil ahlaki değerleri de “salih”, “ehl-i iman”, “ruhu pak”, “tarafeyni mamur” gibi kelimelerle ifade edilirdi. Tekkelerde ihtiyarlar gençlerle sohbet meclisleri kurarlar ve okçuluk hatıralarını ibret verici neticeler çıkartarak anlatırlardı. Er meydanı haricinde yaşa ve hünere saygı gösterildiği halde burada iş değişirdi. Nice tekke terbiyesi almış sadrazamlar meydana çıktıklarında “Vezirliğim orada kaldı. Şimdi aranızda herhangi bir kişiyim, bana ona göre muamele edin” diye söylerlerdi. Kıran kırana geçen mücadelelerde kişi öfkesini de terbiye etmeyi öğrenirdi.
Kemankeşler Okmeydanı’na yarışma veya imtihan için geldiklerinde bir Fatiha üç İhlas-ı Şerif okuyup salavat getirirler ve okçuların piri ile beraber ok atmada mahir sahabelerin isimlerini anar ve geçmiş kemankeşler için dua ederlerdi. Okçular havadaki oku vurma, hedefteki oku gezinden vurma, at üstünde dörtnala giderken her yöne hedef vurma, oku en uzağa atma, havaya atılan veya hareket halinde olan halkanın içinden ok geçirme, çelik levha veya bir kaç kat fil derisini delme gibi birçok sahada yarışırlardı.
Tekkeye yeni alman bir talebe ise hocası nezaretinde içi pamuk dolu torbaya ok atma idmanıyla işe başlamaktaydı. Yay tutmayı öğrendikten sonra bir ay boyunca meydanda günlük üç yüz ok atmaya başlardı. Talimlerde sporcu, oku atmadan önce üç beş adım ilerler ve oku salıverince “Ya Hakk” diye haykırırdı.
On Sene Süren Ok Talimi
Kanuni Sultan Süleyman Han devrinde (1555) Avusturya Devleti’nin İstanbul’a göndermiş olduğu büyük elçisi Ogian Ohisalin Busbecq devrin okçuluğunu şöyle anlatıyor: “Yedi sekiz yaşındayken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde, kolları gayet kuvvetli oluyor. O kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin ediyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkinden çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kullanması kolaydır. Yaylar tek ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirine güzelce yapıştırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antrenmanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olsa onu yayla köşedeki arasında işaretli noktaya kadar germeye muvaffak olamaz. Talimhanelerde Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki, kalkanın üzerindeki beyazın etrafını bunlar çevirebilir. Bu beyaz nokta ise bir talerden küçüktür. Beş atlı ok o suretle atılır ki, bunlar beyaz noktanın kenarına dizilir. Oklar içine girmezler ve birbirine çarpmazlar. Umumiyetle tirkeşler kalkandan otuz ayak uzakta durup nişan alırlar.”
Osmanlı’nın Okmeydanları
Osmanlı Devleti’nde başlıca okmeydanlarınm sayısı 34’ü bulmuştu. İstanbul’un fethinden evvel en meşhur okmeydanları Bursa, Amasya, Gelibolu gibi şehirlerde bulunuyordu. Bursa’daki talim sahası Yıldırım Bayezid tarafından vakfedilmişti. Yıldırım Bayezid Han Bursa’da Yıldırım denilen mevkide eami, medrese, imaret, hastane vesaireden meydana gelen büyük bir külliye inşa ettirmişti. Bunun yanında şehrin doğu kısmına eaminin alt kısmına isabet eden araziye büyük bir spor sahası da katmayı ihmal etmedi.
İstanbul’un fethi ile beraber Kasımpaşa ile Hasköy arasındaki sırtlar üzerine tesis edilen İstanbul Okmeydanı zamanla büyük bir gelişme gösterdi ve devletin bütün okmeydanlarının başı oldu. Sultan ikinci Bayezid Han devrinde (1481-1512) burada bir okçular tekkesi yapıldı. Tekkede toplantı ve idman salonlarından başka hoealar için özel daireler ile kemankeşlere ücretsiz yemek için bir aşevi ve okçular şeyhi için de bir daire inşa edildi. 1683-91 yılları arasında Okçular Emiri Abdullah Efendi tarafından hazırlanan ve 41 meşhur kemankeş tarafından müzakere edilip imzalanan ve Sultan ؛eniki Süleyman tarafından da tasdik olunan Tezkire-i Rumat (Atıcılar Tezkiresi) meydanın kurallarını anlatır. Bu kurallar o kadar kesindi ki padişah dahi bu meydana geldiğinde tasdik ettiği kurallar haricine çıkamıyordu. Okmeydanı’nda pazartesi ve perşembe günleri atış talimleri yapılıyor, pazar ve çarşamba günleri de istirahat ile geçiyordu. Sair günlerde de farklı çalışmalar oluyordu. Bu program tarih boyunea hiç değişmemişti. Okmeydanı’nın sınırlarına en ufak bir teeavüz büyük bir suç kabul ediliyordu. Sınırlar dâhilinde izinsiz suyolu açılması veya bir mezarın kazılması söz konusu bile değildi.
Ok Savurmak için “ Kabze” Almak Şarttı
Okmeydanı’nda yay gerip ok savurmak için “kabze” almak şarttı. Kabze bir nevi günümüzün okçuluk lisansı olarak adlandırılabilir. Okçular tekkesinde kabze alabilmek için 900 gez (594 m.) mesafeye ok düşürmek gere^yordu. Kabzesi olmayan bir kişi burada yapılan müsabakalara kesinlikle kabul edilmiyordu. Uzun mesafe atışlarına “menzil”, hedefe atışlara “puta” ve kaim hedefleri delmeye yönelik olanlara da “darp” ya da “zarp” olarak isim veriliyordu. Herhangi bir sahada başarı gösteren kemankeşin bu meydanda “menzil taşı” veya “nişan taşı” dikiliyordu.
Bu da şöyle oluyordu: Bir okçu, kendisinden öneeki bir rekor atışa ilişkin menzil taşının belirlediği mesafeyi aştığında, okunun düştüğü yere yeni menzil taşı dikilirdi. Menzil taşlarının büyük bir bölümü mermer sütunlar şeklindeydi ve üzerindeki kitabede okçunun adı, mesleği, atış yönü ve koşulları, atış mesafesi ve atış tarihi ile ilgili malumat verilirdi.
Avrupalıları Şaşırtan Atış
İngiltere’de ok atış rekoru 310 metre iken 1794 yılında Osmanlı’nın Londra Büyükelçi sekreteri Mahmud Efendi, İngiltere Okçuluk Derneği üyeleri önünde 423 metrelik bir atış yapmıştı. İngiliz okçular bu atışa şaşırdıkları hâlde Mahmud Efendi, kendisinin formda olmadığını, yayının kullanılmamaktan sertleştiğini, devamında da kendisinin çok iyi bir okçu olmadığı için bunun olağandışı bir atış olmadığını söylemişti. Mahmud Efendinin yayını çekmeye çalışan İngiliz okçulardan hiçbiri onun kadar çekememişlerdi.