Amerika Birleşik Devletleri (tarih)
ABD’nin gelişmesine pek çok kişi katkıda bulunmuş bu da dev boyutlu ulus, Yeni Dünya’da kurulan küçük İngiliz sömürgelerinin birleşmesinden doğmuştur. Kuzey Amerika yarı kıtasının ilk halkı, suları çekilen Bering boğazı aracılığıyla kuzeydoğu Asya’dan gelenlerdi. Bunlar İ.Ö. 8000’de (belki de çok daha önceleri) Kuzey Amerika’da yerleşme yerleri kurdular. Soylarından gelen, İ.S. 1500’e doğru Rio Grande’nin kuzey alanlarında yaşayan Kızılderililer, birbirinden ayrı çeşitli uygarlıklar geliştirmişlerdi. Kayalık Dağlar’dan Atlas okyanusuna doğu yönünde uzanan geniş bölge nispeten daha az nüfusluydu. Buralarda yaşayan kabilelerin ekonomisi genel olarak avcılığa, toplamacılığa, balıkçılığa ve çiftçiliğe dayanmaktaydı. X. ve XI. ¡yy’larda Kuzey Amerika yarı kıtasına ulaşan Vikingler de, yerleştiler. Ancak Kristof Kolomb’un ilk yolculuğu (1492-1493) daha kalıcı bir önem taşımaktaydı: Kolomb, Batı yarıkürenin büyük Avrupa keşifleri dönemini başlattı. Çeşitli Avrupa devletleri (İspanya, Fransa,
İngiltere, Hollanda ve Portekiz başta) ve bunların ticaret şirketleri, bu dönemi izleyen bir buçuk yüzyıl boyunca Yeni Dünya’yı keşfetmek için keşif heyetleri gönderdiler. İspanyollar, yerleşme merkezlerini Rio Grande’nin güneyinde yoğunlaştırmalarına karşın, Florida, Meksika ve Mississippi ırmağının batısındaki bölge dahil, geniş alanlarda hak iddia ettiler. Fransızlar, günümüzde “Kanada” diye adlandırılan alanın büyük bir bölümünü keşfederek birkaç yerleşme merkezi kurdular. Bu arada, ABD’nin ilerdeki gelişmesi için en büyük önemi taşıyan, hiç kuşkusuz, Atlas okyanusu boyunca uzanan bölgelere İngilizlerin yerleşmeleri oldu. KUZEY AMERİKA’DAKİ İNGİLİZ KOLONİLERİ İngiltere’de protestan Reform hareketiyle ilgili karışıklıklar döneminin bitiminde, İngilizler dikkatlerini bazı başka konulara çevirmekte ve küçük adaları dışında yeni fırsatlar aramakta serbest kaldılar. Elizabeth I döneminde (1558-1603) iç istikrar sağlandı ve ekonomik gelişmenin entelektüel patlamayla birleşmesi sonucunda, ülkeye bir özgüven egemen oldu. İlk darbeyi İrlanda, yedi: XVII. yy’ın başlarında bütünüyle İngiltere’nin egemenliği altına girdi. “Vahşi İrlandalılar”, özellikle kuzey eyaletlerinden kovulurken, İskoç ve İngiliz Protestanları bu bölgeleri “kolonileştirmek” için gönderildiler. Daha sonra serüvenciler gözlerini Kuzey Amerika’ya çevirdiler ve John Cabot’un keşif seferleri (1497-1499) temeline dayalı olarak, İngiltere adına hak iddia ettiler. Chesapeake kolonileri. İngilizler 1580’lerde Virginia kıyısında Roanoke’de bir koloni kurmayı denediyseler de, başarısızlığa uğradılar. Ancak, 1606’da Kuzey Amerika’nın kaynaklarını sömürmek için kurulan Londra Şirketi göçmenler gönderdi ve 1607’de “James- town” adı verilen, Yeni Dünya’daki ilk kalıcı İngiliz kolonisi kurulmuş oldu. Buraya yerleşen İngilizler büyük güçlüklerle karşılaştılar: 1622’de, göçmüş olan 10 000’i aşkın kişiden 2 000’i sağ kalabilmişti. 1624’te! başarısız şirketin denetimi hükümete geçti ve Virginia bir kraliyet kolonisi oldu. Bunun üstüne, kısa sürede ticareti gelişti; ölüm oranı düştü; bir yasama meclisi (1619’da kurulan Kasaba Meclisi) kurulması ve toprak bolluğu sayesinde koloni bir refah dönemine girdi. Çok düşük fiyatlarla elde edilen çiftliklerde, sözleşmeli “beyaz köleler” (tam özgürlüğe kavuşmadan önce yol paralarını ödemek için birkaç yıl parasız çalışmak zorunda bırakılan işçiler) çalıştırılıyordu. Böylece Chesapeake koyu yoksul İngi- lizler için bir “fırsatlar ülkesi” oldu. 1632’de Maryland, Calvert ailesine kişisel bir mülk olarak bağışlandı: Katolikler için bir sığınak olması tasarlanmıştı. Ama protestanlar da koloniye akın ettiler ve 1649’da, teslis ilkesine inanan bütün Hıristiyanlar’a din özgürlüğü güvencesi veren Hoşgörü Yasası çıkarıldı. New England kolonileri. 1620’de, daha sonra “hac yol
İngilizlerin bölgede hak iddia ederek HollandalIların elinden almaları sonucunda (1644) New Amsterdam’m adı değiştirilerek New York olmuş ve 1700’lerin sonlarında, kolonilerdeki en büyük ikinci liman haline gelmiştir: Bu gravür, XVIII yy’dayapılmıştır. (New York Halk’Kitaplığı.)
cuları” diye anılan püritan ayrılıkçılar, Mayflower gemisiyle New England’a ulaşarak, ilk kalıcı yerleşme merkezi olan Plymouth kolonisini kurdular. Onları 1629’da, Massachusetts Koyu Şirketi’nin korumasında başka püritanlar izleyerek Boston çevresindeki alana yerleştiler. Bunu izleyen “Büyük Püritan Göçü” (1629- 1642) sırasında Massachusetts koyu kolonisine 16 000 kadar göçmen geldi. Püritanlar, “tepede Bir kent” kurmak için kolları sıvadılar. Amaçları dünyaya tanrısal yaşamın bir örneğini göstermekti. Birbirine çok yakın köylerde yaşayan ve toplumsal yaşamla son derece ilgilenen calvinciler, işledikleri günahlardan kaçan insanlara öfkelenen bir Tanrı imgesi yarattılar. Onlarla geçineme- yen vaftizcilik tarikatından bir topluluksa, Rhode İs- land’ı kurdu (1644’te kent belgesi aldı). 1639’da püri- tanlar Connecticut’un “Temel Kurallarını hazırladılar: Bu Kuzey Amerika’daki ilk yazılı anayasadır. 1620’ler- de kurulan New Hampshire da, nüfusunun artması sonunda 1679’da ayrı bir kraliyet kolonisi ilan edildi. Plymouth daha sonra (1691), Massachussets kraliyet kolonisinin bir parçası oldu.Restorasyon dönemi kolonileri. İngiltere’de İç Savaş’ı, Oliver Cromwell’in cumhuriyetçi Commonwealth’ünü ve naipliğini içeren uzun bir kargaşalık dönemi (1642- 1660), Charles ll’yle Stuartların tahta dönmesiyle sona erdi (bu döneme İngiltere tarihinde “Restorasyon dönemi adı verilir). 1663’te Carolina kolonisi kuruldu ve 1670’te yerleşme merkezleri kurulmaya başlanan koloni iyice büyüyüp, canlandı. Bu topraklar daha sonra Güney Carolina (1721) ve Kuzey Carolina (1729) adlarıyla kraliyet denetimine girdi. 1664’te bir İngiliz filosu gelerek, 1624’ten beri HollandalIlar tarafından işgal edilip yerleşime açılmış olan Hudson ve Delaware ırmakları boyunca uzanan topraklar üstünde hak iddia etti. Böylece Yeni Hollanda’nın büyük bölümü New York kolonisine dönüştü ve başlıca yerleşme merkezi New Amsterdam, “New York kenti” diye anılmaya başladı. Zaten çokuluslu ve ticareti gelişmiş olan New York kolonisi, 1685’te İngiltere krallığının denetimi altına girdi. HollandalIlar, İsveçliler ve öbür uluslardan az sayıda insanın bulunduğu New Jersey de, İngiliz işgalinin bir parçası olmaktan kurtulamadı. 1676’da New Jersey, Doğu Jersey ve Batı Jersey diye ikiye ayrıldı; ama 1702’de bir kraliyet eyaleti olarak yeniden birleştirildi. 1681 ‘de Penssylvania, 1682’de de günümüzde De- laware’yi oluşturan topraklar VVilliam Penn’e bağışlandı. Penn de, Philadelphia’mn içinde ve çevresinde, büyük bir quaker yerleşmesi kurdu. Quakerlerin dinsel inançları New Englandlı püritanlardan çok farklı olduğundan kendi kilise örgütlerini kurup, kendi papazlarını atadılar. Kızılderili savaşları. 1675’te New England’da hastalıktan kırılan ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Kızılderililer, beyazlara karşı savaşı başlattılar. Aşağı yukarı bütün Massachusetts kentleri Kızılderili savaşının dehşetini yaşadı. YVampanoaglar’ın reisleri 1676’da öldürülüp, savaş sona ermeden önce iki taraftan da binlerce kişi öldü. Bu olayın şokunu yaşayan Virginialılar, 1676’da kraliyet valisi Sir VVilliam Berkeley şiddetle karşı çıktığı halde, Occaneechee Kızılderililerine saldırmaya başladılar. Sonra, Nathaniel Bacon’un yönetimi altında Berkeley’i Jamestown’dan kovarak, bütün azatlı beyaz kölelere seçme hakkı tanıyan Bacon Yasası’nı benimsediklerini ilan ettiler. Ama çok geçmeden, İngiliz askerleri gelerek, “Bacon ayaklanması” adı verilen ayaklanmayı bastırdılar. New York’ta, Mohawk ırmağı boyunca iroquvalar Birliği’nin beş ulusu güçlü konfederasyonlarını korudular ve Saint Lawrence ırmağı boyunca Fransızlara karşı İngilizlerin müttefiki olarak, güçlü ve iyi düzenlenmiş ordularıyla Superior Gölü’nün batısına doğru uzanan geniş bir bölgeyi egemenlikleri altında tuttular. İki Avrupa devleti ve Kızılderili müttefikleri arasında geçen bir dizi büyük çarpışma “Fransız-Kızılderili Savaşları” diye adlandırıldı ve 1763’te sona erdi. Savaşın sonunda Kuzey Amerika’da Fransız yönetimi sona erdi ve Kanada İngiltere krallığının egemenliği altına girdi. XVIII. yy’daki toplumsal ve ekonomik gelişmeler. 1700’lerde İngiliz kolonileri hem n^üfus hem de zenginlik açısından büyük bir hızla geliştiler. Ticaret gelişirken, kentler büyüdü. 1700’de Kanada’nın güneyindeki kolonilerde yaşayan 250 000 göçmenin sayısı, 1775’te 2 500 000’e, 1800’de 5 300 000’e yükseldi. XVIII. yy’da bazı İngiliz olmayan etnik gruplar da İngiliz kolonilerine büyük kitleler halinde göçtüler.1775’te, Orta Koloniler’e ve Güney Koloniler’e yerleşmiş Almanlar’ın sayısı 250 000 kadardı. Bunlar lutherci ve calvinci ya da moravyalılar, mennonitler, amişler, vb. aşırı dinci tarikatların üyeleriydiler. Özellikle aşırı dinciler, İngilizce konuşan insanlardan kaçınmak için ayrı yaşamayı yeğlediler. 1730’lardan başlayarak, Bağımsızlık Savaşı’na kadar, sayıları 250 000’i bulan bir İs- koç-İrlandalı göçmen dalgası da İngiliz olmayan topluluğa katıldı. Pennsylvania’ya, günümüzdeki New York eyaletinde Hudson vadisine ve Güney’in kırsal kesimlerine yoğun olarak yerleşen bu göçmenlerin çoğu, sözleşmeli “beyaz köleler”, çok az bir bölümü de İngiliz cezaevlerinden gönderilmiş suçlulardı (aralarında katiller, hırsızlar ve borç yüzünden hüküm giymiş mahkûmlar vardı). 1732’de Georgia kolonisi, James Oglethorpe tarafından yönetilen reformculara bağışlandı. Oglathorpe, bir yandan koloniyi İngiliz suçlular için bir sığınağa dönüştürürken, bir yandan da İspanyol Florida’sına karşı bir tampon bölge oluşturdu. Bu arada Georgia’da da İngiliz olmayan birçok kişi tarafından bir koloni kuruldu. Köleciliğin gelişmesi. 1619’dan başlayarak kolonilerde çok az sayıda Afrikalı köle kullanıldı. XVIII. yy’ın sonlarına doğru İngiliz tüccarların köle ticaretinde HollandalIlara katılmalarıyla, giderek artan sayıda siyah insan, büyük tarım çiftliklerinde çalıştırılmak için güney kesimdeki kolonilere taşındı. Kuzeydeki kolonilerde de, daha az sayıda olmakla birlikte, köle kullanılıyordu. Köleciliğin genişlemesi, bağımsızlık öncesindeki yılların en korkunç olaylarından biriydi. 1700’de Virgi- nia’da ancak 16 000 kadar köle vardı. 1770’te bu sayı 187 000’e, yani koloni nüfusunun aşağı yukarı yarısına yükseldi. Pirinç ve çivit fidanı tarım çiftlikleri kurulan Güney Carolina’da, 1775’te, 100 000 kişilik tarım nüfusunun yalnızca 25 000’i beyazdı. Korkuya kapılan beyazlar, siyahların herhangi bir girişimlerini önlemek için, kaçak köleleri yakalayacak köle devriyeleri düzenlediler ve işlenen suçlara karşı vahşice cezalar uyguladılar. Bu arada, çok sayıda kölenin beyaz topluluğu tarafından çalıştırılması ilkesine dayalı büyük tarım işletmeleri dünyası, beyazlar arasındaki zenginlik ve refahta da keskin uçurumlar yaratarak gelişti.Beyazların bütün sınıflarında siyah kadınlarla ilişki kurma, özellikle kölelerin kalabalık olduğu yerlerde, iyice yaygınlaştı; doğan melezler beyaz değil, siyah sayılıyorlardı. Bu arada, çok çelişkili olsa da, Güneyli beyazların arasında özgürlük düşüncesi -tüm sıkıntı ve dertlerden kurtulma düşüncesi- de gelişmekteydi. Dinsel eğilimler. Denizaşırı ticaret geliştikçe, kolonilerle İngiltere arasındaki ilişkiler arttı; İngiliz görenekleri ve kuruluşları Amerikalılar üzerinde daha güçlü bir etki yaratmaya başladı. Aristokratlar Londra’nın kibar sınıfını taklit ederken, kolonilerde ve New York çevresinde sağlam temellere dayalı bir kilise olan İngiliz kilisesi, statü ve etki açısından güçlendi. Bu arada, Sir İsaac Nevv- ton’un biliminden ve John Locke’un felsefesinden doğan aşırı köktenci ve bilimsel görüş açısı, dinsel inancı yeniden yoğurarak, İngiltere’de ve Amerika’da daha mantıklı kıldı. Tanrıcılık, doğal dinler, vb. akımlar, hıris- tiyanlığı ve İncil’i eski zamanların boş inançları saymaya başladılar. Daha sonra İngiltere’den John Wesley (methodist kilisesinin kurucusu) ve George VVhitefield¡önderliğinde evanjelist protestanlık dalgası geldi. Yeni köktencilikle savaşmayı savunan bu mezhep, Hıristiyan inancının yine eskisi gibi güçlü biçimde canlandırılmasını öneriyordu. Whitefield’in kolonilere gelmesiyle birlikte 1738’den başlayarak, “Büyük Uyanış” adı verilen bir akım kolonicilerin aklını çeldi. Bu akım, Massachu- setts’de Jonathan Edward’in önderliğinde daha önce patlak vermiş olan (1734-1735) “yeniden canlanmacı- lık” akımının da desteğini alarak iyice güçlendi. Temelinde çok demokratik olan “Büyük Uyanış”, koloniler arası ilk kültür hareketiydi. 1600’lerin ortalarından beri gücünü yitirmiş olan püritanlığı yeniden canlandırdı; bütün kiİiseler ya destekleyerek ya da karşı çıkarak, onun etkisiyle konumlarını yeniden gözden geçirdiler. Akım ayrıca Amerika’nın “tepede bir kent” olması gerektiğine ilişkin eski püritan düşüncesini de canlandırdı: Böylece “Tanrı’nın yarattığı bu özel yer”, yozlaşmış ve dinsiz sayılan İngiltere’nin tam tersine, yükseklerdeki konumunu her zaman koruyacaktı. BAĞIMSIZLIK SAVAŞI XVIII. yy. ortalarına doğru Amerika’nın genişleme dalgası Apalaş dağlarını aşarak Ohio vadisine taşmaya başlamıştı. Kolonilerde iş gören emlak şirketleri bu smıra açgözlülükle bakıyorlardı. Ne var ki, bu genişlemeyi Kızılderililerle I yaptıkları kürk ticaretine ciddi bir tehdit
olarak gören Fransızlar, hemen harekete geçtiler. 1749’da Ohio Vadisi’ndeki haklarını pekiştirmek için takviye kuvvetleri göndererek, bir dizi kale kurdular. İn- gilizler ve koloniciler, hem İngilizler hem de Fransızlar tarafından uzun süredir üzerinde hak iddia edilen bu topraklarda geniş bir iç kesimi yitirmeyi göze alamadıklarından, bu harekete karşılık vermek zorunda kaldılar. Bunun sonucunda patlak veren Fransız – Kızılderili savaşı (1754-1763), Avrupa’da “Yedi yıl savaşları” adı verilen dünya genelindeki çatışmanın başlangıcı oldu. Savaşın sonunda, Fransız Sömürge İmparatorluğu’nun büyük bölümünü ele geçiren İngilizler, İspanyol ilori- dası’nı da alarak, Kuzey Amerika’ya egemen oldular; yalnızca Mississippi ırmağının batısındaki İspanyol toprakları bu işgalin dışında kalmıştı. Gerginliğin artması. Bu zafer üstüne kolonilerde ve İngiltere’de çılgınca bir gurur rüzgârı esmeye başladı. Birbiri ardına patlak veren yurseverlik kutlamaları ve İngiltere tahtına bağlılık çığlıkları tüm Amerikalılar’ı sarhoş etti. Bu arada, savaşın akıllara durgunluk veren maliyeti ve ele geçirilen yeni toprakların yüklediği büyük sorumluluk, İngiltere’yi altından kalkılamaz savaş borçlarıyla ve ağır yönetsel masraflarıyla karşı karşıya bıraktı. Öte yandan, Kuzey Amerika’da Fransız yönetiminin sona ermesi, koloniler halkında bu devletle ilgili korku yükünü de kaldırmış, onları daha bağımsız düşünceli olmaya teşvik etmişti. Savaşta harcadıkları çaba, yeni bir gurur duygusu aşılamış ve kendi askerî güçlerine güvenmeyi öğretmişti. Ayrıca, XVIII. yy. ortalarındaki hızlı büyüme fiızı da, koloni yönetimlerini, İngiltere modeline göre kurulmuş eskiye oranla daha etkili bir rol oynamaya yöneltti. Koloni erkeklerinin çoğu mülk sahibi olduklarından ve oy kullanma hakkına sahip bulunduklarından, bunun sonucu olarak demokrat siya:, sete dayalı çalkantılı bir dünya doğdu. Londralı yetkililer imparatorluk yönetiminin masraflarını kolonicilere vergi yüklemekle karşılamaya giriştiler. 1765’in Damga Resmi Yasası, bütün kamu belgelerinin, gazetelerin, senet ve bonoların, basılı herhangi bir kâğıdın vergiye bağlanması uygulamasını getirince, kolonilerde öfkeli bir protesto dalgası patlak verdi ve bütün iş kollarını felce uğrattı. Dokuz koloninin temsilcilerinden oluşan bir Damga Resmi Kongresi, Ekim 1765’te New York’ta toplanarak ciddi bir protesto yayınladı. Kolonilerde yaşayanların anavatandaki İngilizlerle aynı haklara ve aynı özgürlüklere sahip oldukları belirtildi. Özellikle, “kendi rızaları olmadan ya da temsilcilerinin onayı alınmadan hiç kimsenin onlara herhangi bir vergi yükleyemeyeceği” vurgulandı. Mart 1766’da, İngiltere Parlamentosu Damga Resmi Yasa- sı’m kaldırdı. Bundan sonra Atlas okyanusunun iki yakası arasındaki anlaşmazlık yatışır gibi oldu. Ama koloniler halkı, 1763’ten sonra Londra tarafından kolonilerde tutulan savaşa hazır durumda 6 000 askere büyük bir kuşkuyla bakmaya başladı; böyle bir barış gücü daha önce hiç görülmemişti. İngiliz yetkililer askerî gücü, özellikle Po- tiac ayaklanmasından (1763-1765) sonra sınırda barışı korumak için gerekli olduğunu söyleyerek savundular. Söz konusu ayaklanma, İngilizleri iç kesimlerden çıkarak Fransız yönetimini yeniden kurmak isteyen kurnaz Kızılderili lider Pontiac tarafından başlatılmıştı. Kızılderili ayaklanmasını bastırmanın başka bir girişimi olarak, Londra 1763’te Apalaş dağlarının dorukları boyunca uzanan bir çizgiyle, daha etkili bir Kızılderili programı geliştirilene kadar kolonilerin batıya doğru genişlemesini sınırladı. Koloniler halkı bu yasağa son derece öfkelendi. Söz konusu çizgi boyunca üslenen askerlerin Kızılderililere karşı değil de koloniler halkına karşı kullanılacağı söylentileri kulaktan kulağa yayıldı. Aslında koloniler halkı radikal İngiliz basınını yıllar boyu izliyordu. Bu gazetelerde, İngiltere’de, imparatorluğun her yanında özgürlükleri ezmeye yönelik bir Muhafazakâr komplosundan söz edilmekteydi. Geçmiş yüzyıldaki İngiliz İç Savaşı’ndan sağ kalanlar, özellikle İskoçlar, Mandalılar ve İngiliz muhalifler (anglikan kilisesinden olmayan protestanlar), monarşiye karşı tam bir güvensizlik duygusu içindeydiler. İngiliz yaşamından dışlanmış azınlık gruplarının üyeleri olarak, birçok siyasal ve ekonomik sıkıntının acısını çekmişlerdi. Köktenci liberaller, anglikan kilisesi piskoposlarından, büyük toprak sahiplerinden ve para babalarından oluşan “kokuşmuş bir şebekenin” toplumu iyice sömürmek için kraliyet hükümetiyle işbirliği yaptığını iddia ediyorlardı. Onlara göre, eleştiriden korkan bu muhafazakârlar şebekesi, özgürlükleri ve serbest düşünceyi
ortadan kaldırmak istemekteydi. Britanya İmparatorluğu’nun kültür siyasetinde, Amerika’daki kolonilerin halkı da dışlanmış bir topluluktu ve “anavatanda” yaşayanların onları horlamasına, büyük bir kin besliyorlardı. Ayrıca, kolonilerde yaşayan özgür halkın çoğu ya ayrılık yanlısı (New England’da kongreciler, New York ve güneyde presbiteryenler ve vaftizciler), ya İngilizlerden nefret etmek için eskiye dayanan nedenleri bulunan İngiliz olmayan kişiler (Iskoç- lar ve İrlandalılar) ya İngiliz egemenliğindeki bir toplumun dışında kalanlar (Almanlar ve Hollandalılar) ya da anavatandaki İngilizler tarafından aşağılandıklarının bilincinde olan köle sahiplerinden oluşmaktaydı. XVIII. yy’ın ortalarına doğru anglikan kilisesinin yetkileriyle ilgili bir anlaşmazlık kolonileri karıştırdı. Pek çok kişi din özgürlüğüne karşı bir anglikan komplosunun varlığına inanmaktaydı. New England’da büyük bir kitle, anglikan egemenliğindeki İngiltere ile olan koloni bağlarının Amerika’nın “ruhunu zedelediğine” inanmaktaydı. Bunların tümü, İngiltere’den biran önce ayrılmak gerektiğini savunmaktaydılar. Koloniler halkının büyük çoğunluğun arasında cumhuriyetçilik yaygınlaşmıştı. Cumhuriyetçiler, yetkililerin seçimle işbaşına gelmesini, hükümetin basit ve sınırlı tutulmasını, vatandaş haklarına saygılı olmasını, savunuyorlardı. İmparatorlukla bağların gevşemesi. Bu kritik ortamda Londra’nın beceriksiz ve acımasız tutumu, Amerikalılar arasında öfkeli tepkilere yolaçtı. 1765’te çıkarılan bir yasa, koloni meclislerinin silah altındaki ordunun giderlerini karşılaması uygulamasını getirdi. Amerika’da bunun yol açtığı protestolara karşı, Londra, New York Meclisi’ni kararı kabul edinceye kadar kapattığını açıkladı. 1767’de çıkarılan Townshend Yasaları’yla, kolonilerin ithal ettiği pek çok mala gümrük vergisi koydu. Bu vergilerden toplanacak parayla, hem ordunun harcamaları karşılanacak, hem de kraliyet valileri ile yargıçlarının aylıkları ödenecekti. Dışalım karşıtı dernekler kolonilerde hemen ayaklanarak, İngiliz mallarını boykot ettiler. Kitle saldırıları görevlilerin vergi yasalarını uygulamasını engelleyince, ordunun bir bölümü, görevlileri korumaları için Boston’a yerleştirildi (1768). Mart 1770’te bir grup asker kendilerini sürekli rahatsız eden bir kalabalığa ateş açarak beş kişiyi öldürdü: Boston Kıyımı’yla ilgili haberler tüm kolonilere yayıldı. Londra’da şaşkına dönen bakanlık, bütün Towns- hend gümrük vergilerini -çaya konan dışında- hemen kaldırdı. Ancak, Avrupa kıtasına giden koloni ticaret gemilerini İngiltere’ye uğramak zorunda bırakan Denizcilik Yasaları, uzun süredir ekonomik merkeziyetçiliği yansıtmakta ve koloniler halkına imparatorluğun bir üyesi olmanın karşılığında ödedikleri ağır bedeli anımsatmaktaydı. Bu tür yasaklayıcı önlemlerin sonuncusu olan Şeker Yasası (1764), vergileriyle krallık için kabarık bir gelir üretti: 1776’ya kadar kolonilerden toplam 600 000 sterlin çekti. İngiltere’yle yapılan ticaretin dengesi, sürekli kolonilerin zararına çalışmaktaydı. 1772’de kolonilerdeki yargıçları keyfi olarak görevden alma yetkisini daha önce açıklamış bulunan kraliyet hükümeti, bu kez de Massachusetts’deki yöneticiler ile yargıçların ücretlerinin doğrudan koloniler tarafından ödenmesi gerektiğini belirtti. Uzun yıllardır ateşli bir cumhuriyetçi olan Samuel Adams, hemen Kolonile- rarası İletişim Komitesi’ni kurdu. Devrim duyguları canlandı. Aralık 1773’te, Mohawklarin kılığına girmiş birkaç gönüllü, Boston limanına yeni gelen çay gemilerini basıp, yüklerini suya attılar. Öfkelenen krallık yönetimi “Boston Çay Partisi” diye adlandırılan bu olaya, Massa- echusetts’deki özerk hükümeti görevden alan ve Boston limanını kapatan yasalarla karşılık verdi (1774). 1774 sonlarında Philadelphia’da ilk Kıta Kongresi’ni toplayan Virginia, Massachusetts^ desteklemeye koştu. Bir insan hakları bildirisi yayınlanarak, İngiliz mallarından alınan vergilerin kaldırılması istendi. Koloni milisleri Massachusetts’inkırsalkesimlerine sızmaya başladılar. New Englandlılar, kiliselerinin kısa sürede angli- kan piskoposlarının denetimine verileceğine inanmışlardı. Ayrıca, toprak sahibi İngiliz aristokrasisinin yıkıcı vergiler çıkarttırarak New England’daki özgür küçük toprak sahiplerini yarıcı durumuna düşüreceklerine de inanıyorlardı. “Kölelik” sözcüğü dudaklarından hiç eksik olmuyordu. Bağımsızlık Savaşı. Nisan 1775’te, Boston’daki İngiliz kuvvetlerinin başında bulunan general Thomas Gage, artık kraliyet hükümetinin düşmanları ilan edilmiş olan Massachusettsli ayaklanmacıların üstüne yürüme emri aldı. Milis eğitim kamplarını dağıtması ve halkın elindeki tüm silahları ve cephaneyi toplaması için de talimat verilmişti. 19 Nisan’da, Gage silahları toplamaları için Concord’da 800 askerden oluşan bir birlik gönderdi.Aynı gün Lexington ve Concord çarpışmaları oldu ve krallık askerleri, yenilerek Boston’a kaçmak zorunda kaldılar. Bağımsızlık Savaşı ya da Amerikan Devrimi başlamıştı. Savaş patlak verir vermez, Avrupa’daki düşmanları, geçmişteki yenilgilerinin acısını çıkarmak için, İngiltere’ye ayaklanan koloniler halkıyla seve seve işbirliği yaptılar. İngiliz kuvvetlen Antil adalarından Amerika’daki kolonilere ve Hindistan kıyılarına kadar yayılan bir alanda savaşmaktaydılar. Üstelik, Kıta Kongresi’nin ayaklanmacı 13 koloniye verdiği adla “Birleşik Koloniler” büyük ve vahşi bir alana yayılmışlardı. Amerikan halkının böylesine dağılmış olması, New York, Boston ve Philadelphia gibi küçük (günümüzdeki boyutlar gö- zönünde tutulursa), kentlerin alınarak sonucu herhangi bir biçimde etkilemeden uzun süre elde tutulabileceğini gösteriyordu. Kıyı boyunca rahat bir ömür süren kralcıların sayısı 60 000 kadardı; birbirlerinden oldukça ayrı ve güçsüzdüler. Pennsylvania’daki quakerler, krallık hükümetini İskoçlara İrlandalılar’a ve Pennsylvania’daki öbür militan gruplara karşı bir koruyucu olarak görmekteydirler. Bu yüzden ayaklanmaya şiddetle karşı çıkıp, desteklemeyeceklerini açıkladılar. Bu arada, Londra, kralcıların yarı kıtada kısa sürede denetimi ele geçirip ayaklanmaya son verecek bir çoğunluğu temsil ettiği düşüyle avunuyordu. Concord çarpışmasından kısa süre sonra, yaklaşık bütün krallık yetkilileri 13 koloniden kaçmak zorunda kaldılar. Her kolonide ayaklanmacı hükümetler kuruldu ve Philadelphia’daki Kıta Kongresi ilkel bir ulusal yönetim sağladı. Artık İnğilizler, kıtayı savaşarak ele geçirmek, her kolonide krallık yönetimlerini yeniden kurmak ve koloniler ordusunu yenmek zorundaydılar. Mart 1776’da Boston’u boşaltan İnğilizler, New York’u ele geçirmek için yola çıktılar. İngilizlerin New York’a çıkmalarını izleyen günlerde, Philadelphia’daki Kongre, Bağımsızlık Bildirisi’ni yayınladı (4 Temmuz). Aralık 1776’da, General George Washington, Amerikalıların başlangıçta art arda yenilgilerle kötüye giden durumunu, New Jersey’de kazandığı olağanüstü bir zaferle tersine çevirdi. Daha sonra, savaş hızını kaybedip, amaç canlılığını korudukça, Washington gerek Amerika’da, gerek dışarda gücün ve büyük cesaretin simgesi oldu. Şubat 1778’de, Kıta Kongresi’yle bir ittifak antlaşması imzalayan Fransa da savaşa katıldı. Fransız filosunun yardımıyla, kuzeydeki İngiliz ordusu New York kentindeki bir köprübaşına indirgendi. Bunun üzerine çabalarını güneye kaydıran kraliyet ordusu, 1778 ile 1780 arasında harekatı Georgia ve Carolinalar boyunca yürüterek, 1781’de Virginia’daki James yarımadasına yöneldi. Burada, Yorktown hareketi sırasında, Washing- ton’un askerlerinin, Fransız ordusu ile donanmasının ortak çabaları sonucu, Lord Cornwallis, 19 Ekim 1781’de teslim olmak zorunda kaldı. Böylece cephelerde savaş resmen sona erdi. Eylül 1783’te imzalanan Paris Antlaşması, Amerika’nın bağımsızlığını çok cömert koşullarla sağladı. Yeni ulusa İngiltere’nin Kanada kolonileri ve İspanyol yönetimine bırakılan Doğu ve Batı Florida dışında, Mississippi’nin batısına doğru uzanan çok geniş bir alan verildi. YENİ BİR ULUS Yeni Amerikan cumhuriyetinin ilk federal anayasası Konfederasyon Maddeleri oldu. 1781’de bu belgenin onaylanması sonucunda ulus resmî adını aldı: Amerika Birleşik Devletleri. Konfederasyon Maddeleri uyarınca yönetim. Madde- ler’e göre Konfederasyon Kongresi tek ulusal kuruluştu. Her eyalet hükümeti, Kongre’de yer alacak bir temsilci seçerek egemenliklerini korudular. Ulusal yürütme ya da yargı organı kurulmamıştı. Her eyalet delegesi tüm konularda eşit oy sahibiydi. Kongre, Amerika Birleşik Devletleri’nin dış ilişkilerini yürütmekle görevliydi. Ancak, vergilendirme yetkisi olmadığından, diplomasisini yürütme gücünden yoksundu. Ayrıca, eyaletler arası ticarette de yargılama yetkisi yoktu. Her eyalet komşularına karşı isteğidi gümrük tarifesini uygulamakta serbestti.Ne var ki çok geçmeden, Konfederasyon Kongresi bir zafer kazandı: 13 eyaletin batı topraklarını örgütlemek ve yönetmek için bir plan üstünde anlaşmalarını başardı. Her eyalet, Apalaşlar’ın ötesindeki batı toprakları üstünde iddia ettikleri hakları Kongre’ye bildirdi. Ayrıca, batı bölgelerinde kurulacak yeni eyaletlere eskileriyle eşit statü sağlayan kuzeybatıyla ilgili üç kural kabul edildi (1784, 1785 ve 1787): Kuzeybatı bölgesinin toprakları (yani Ohio ırmağının kuzeyindeki alan), kare biçimi parsellere bölünüp 36 parçaya ayrılacak ve düşük fiyatla göçmenlere satılacaktı. Ayrıca, Kuzeybatı bölgesinde kölecilik yasa dışı ilan edildi (Ohio’nun aşağı kesimindeki Güneybatı bölgesi, daha sonraki Federal Kongre tarafından 1790’da köleci bölge olarak örgütlenecekti). Ancak, Konfederasyon Kongresi uzun ömürlü olamadı. Vergilendirme yetkisinden yoksun olduğu için parasının hemen hiç değeri yoktu. Ayrı eyaletlerde sürüp giden yaygın toplumsal kargaşa, birçok Amerika- lı’nın yeni ulusa duyduğu güveni yitirmesine yol açtı. Cumhuriyet, özerk hükümetlerin insanlara büyük özgürlükler getireceği inancıyla kurulmuştu. Ama kısa sürede bu düşüncenin boşa çıktığı görüldü. Massachu- setts’deki Shays ayaklanması (1786-1787), mahkeme sistemini zorla kapatarak borçlulara yardım amacı güden bir girişimdi. Çeteler bu amaca ulaşmak için yasa koyucuları ve yargıçları dehşete düşürdüler. Kraliyet görevlileri kovulunca tüm yetkileri ele alan yeni eyaletin yasa koyucuları, mülkleri müsadere ediyor, adli kararları tersine çeviriyor, bolbol değeri olmayan kâğıt para basıyor ve durmadan kendi çıkarlarına yasa çıkarıyorlardı.Kurulu yeni düzenin toplumsal ve siyasal seçkin sınıfı, güçlü bir ulusal hükümetin hemen gerekliliğini savundu. Londra hükümetinin daha önce yerel yönetimlere bir denge öğesi olarak sağladığı etki ortadan kalkmıştı. Massachusetts’deki vaftizciler ve Pennsylva- nia’daki quakerler gibi daha önce kraliyet hükümetinin korunduğu azınlıklar şimdi savunmasız kalmışlardı. Varlıklı sınıflar, kitlelerin insafına kaldıklarını iddia ediyorlardı. Yeni ABD öylesine zayıftı ki, bütün dünyada horlanıyor ve diplomatları önemsenmiyordu. 1787 Anayasa toplantısı. 1786’da Virginia ve Maryland arasında başlayan zincirleme toplantılar, aynı yılın sonlarına doğru daha büyük AnnapolisToplantısı’nayolaç- tı. Her şeye yeniden başlamaya ve yeni bir ulusal yönetim yaratmaya karar veren eyalet delegeleri önemli bir karar aldılar: Ulusun egemenlik kaynağı varolan eyaletlerde değil, doğrudan halkın kendisinde olacaktı. İngiliz Parlamentosu’nu örnek alarak, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi’ni kurdular. Kongre’nin birbirini denetlemesi ve dengelemesi için iki meclisi olacaktı. Meclislerden biri, temsilcileri nüfusa orantılı olarak, her eyaletin halkı tarafından doğrudan seçilecekti. Öteki, her eyalete eşittemsilcilik sağlamak için (her birinden iki senatör) eyalet meclisleri tarafından seçilecekti. Ulusal yönetimin yetkileri daha önce Londra hükümetince uygulanan şeyler olacaktı: Eyaletler arası ve dış ticareti, dışişlerini ve savunmayı, Kızılderili işlerini düzenleme; ulusal toprakları denetleme; sosyal güvenliği en üst düzeyde sağlama. En önemlisi, Kongre’ye vergi ve gümrük resmi koyma yetkisi tanındı. Eyaletlerin dış ilişkileri yürütmesi, para basması ve eski yasaları uygulaması yasaklandı. Ayrıca, bir eyalette toplumsal kargaşa ciddi bir durum alırsa, federal hükümet-bu eyaletin yasama meclisinin ya da en büyük mülki amirinin çağrısı üzerine- cumhuriyetçi bir yönetimin güvenini sağlamak için asker gönderebilecekti. İngiltere kralınınkine benzer yetkilerle donanmış, ancak seçimle işbaşına gmelen bir Amerika Birleşik Devletleri başkanı kurumu yaratıldı. Özel bir kurul (Seçmenler Kurulu) tarafından seçilen başkan, yönetimi etkili biçimde elinde tutan güçlü ve bağımsız bir ulusal önder olacaktı. Anayasa Toplantısı ayrıca tam anlamıyla bağımsız bir Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi oluşturdu. Bu mahkemenin üyeleri ancak bir suç işlerlerse görevden alınabileceklerdi. Ayrıca (en önemlisi), Philadelphia’da hazırlanan bu belge, ABD yönetiminin yetkisi altında yapılan yasalar ve antlaşmaların “Ülkenin en yüce ve tartışılmaz yasası olacağını” belirtmekteydi. Önerilen anayasa, dokuz eyaletin onay kurulları tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecekti. Ne var ki federasyon karşıtları iktidar gücünün ve yetkilerin ulusal yönetimde toplanmasına karşı çıktılar. Anahtar sorunlardan biri İnsan Hakları Bildirisinin yokluğuydu. Çoğu Amerikalılar, bireysel özgürlükleri korumak için insan hakları bildirisinin gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Anayasa’nın hazırlayıcıları onaydan sonra böyle bir bildirinin belgeye ekleneceği sözü verdiler. Böylece onaylama işi dokuz eyalet tarafından tamamlandı (1788) ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası yürürlüğe girdi. Daha sonra İnsan Hakları Bildirgesi, ilk Kongre tarafından hazırlanarak Anayasa’nın ilk on düzenlemesinden biri oldu. Amerikan cumhuriyetinde birbirinden uzaklaşan görüşler. Yeni federal Kongre için yapılan ilk seçimleri (1789), yeni sistem yanlıları büyük bir çoğunlukla kazandılar. George Washington bütün oyları alıp, rakipsiz olarak başkan seçildi. 30 Nisan 1789’da geçici başkent New York City’de andiçerek göreve başladı. Böylece cumhuriyetçi özerk hükümet denemesi Amerika’da yeniden başladı. Maliye bakanı Alexander Hamil- ton’un önderliğinde, Kongre, federal hükümetin gelirleriyle eski yönetimin tüm borçlarının ödenmesini kabul etti. İç borçların büyük bölümü değeri iyice düşmüş olan paraya çevrilmiş durumdaydı. Kongre, eyalet borçlarının yeni ulusal hükümetin çıkardığı değer bakımından daha yüksek tahvillerle değiştirilmesini onayladı. Böylece bir kalemde yeni yönetimin parasal kredisi güvence altına alınmış oldu. Ancak Güneyliler, bunun Kuzeyli spekülatörleri daha zenginleştirmeye yaradığını ileri sürerek plana güvenmediklerini açıkladılar. Çoğu güneyli ayrıca, yeni ulusun New Englandlılar tarafından yönetileceğinden korkuyordu. Bu grubun güneydeki köleciliği ve yaşama biçimlerini durmadan eleştirmesi onları incitmekteydi. 1791 ‘de Hamilton, Kongre’ye ABD Bankası’nın kurulması kararı aldırmayı başardı. İngiltere Bankası model alınarak kurulacak banka, hükümet gelirlerini alıp kasalarında tutabilecek, para basabilecek, eyalet bankalarını düzenleyebilecek ve kasalarındaki vergi paralarını uygun gördüğü işlere yatırmakta serbest olacaktı. Ülkenin en büyük kapital gölünü kontrol edebileceği için, ulusal ekonominin gelişmesini biçimlendirebile- cekti. Hamilton ayrıca, ABD fabrikalarının gelişmesini hızlandırmak için koruyucu gümrük vergileri çıkarılmasını da önerdi. Kısacası, Federalist Parti diye anılacak siyasal grubun ekonomik felsefesini kurdu: Yönetim kapitalistlere her tür yardımı sağlayarak ekonomik büyümeyi etkin biçimde özendirmek zorundadır; serpilip büyüyen kentler ve güçlü bir sanayi düzeni, Amerika’nın geleceğidir. Aşırı ulusçu tutumu, ona New York City ve Philadelphia’daki seçkinlerin yanı sıra, New England’lı “Yankee”lerin de desteğini kazandırdı. Öte yandan, kırsal kesim insanları olan Güneyliler, kentlerden ve kendilerine uzak bankerlerin gücünden korkuyorlardı. Thomas Jefferson’un önderliğinde, Fe- deralistler’in ABD’yi anglikanlaştırma görüşüne karşı savaşıma giriştiler. Jefferson, yönetimle kapitalistler arasındaki sıkı bağların sonuçta kaçınılmaz olarak yolsuzluk ve sömürüye yol açacağını açıkladı. Orta Atlantik eyaletleri önceleri ulusçu Federalistleri desteklediler. Böylece Washington 1792’de ikinci kez seçildi. 1796’da bu kez John Adams başkanlığa seçildi. Ancak, bu eyaletlerdeki İskoçlar, Mandalılar, Almanlar ve HollandalIların çoğu Yankee’lerden hiç hoşlanmıyordu. Philadelphia ve New York City’de giderek büyüyen işçi sınıfı, Federalist seçkinlere karşı tavır aldı. 1800’de Orta Atlantik eyaletlerinin etnik azınlıkları, bu bölgenin, bir Virginialı olan Jefferson’ın ve başkanı olduğu Demokrat Cumhuriyetçi Parti’nin ardında toplanmasına yardım ederek, başkanlığı Jefferson’un kazanmasını sağladılar. Bundan sonra, 1860’a kadar çok az aralıklarla, Güney ve Orta Atlantik eyalet
leri federal yönetime birlikte egemen oldular. ABD Anayasası siyasal partilerden hiç söz etmemiş olmasına karşın, parti sisteminin gelişmesi için on yıllık bir dönem yetmişti. Siyasal partiler, Amerika’nın yönetim sisteminde bütünün ayrılmaz bir parçası olarak kalacaklardı. Ancak, 1790’larda dışişleri ön plana geçti. Cumhuriyetçilerin basitlik ve sessizlik hayalleri yıkıldı. İngiltere ile devrimci Fransa arasında bir dizi savaş bu dönemde başladı ve Amerikalılar istemeden bu kaynayan kazanın içine çekildiler. ABD, Jay antlaşmasıyla (1794) İngiltere’nin savaş süresince ABD ticaret gemilerine ve yüklerine el koymasına istemeyerek razı oldu. Buna karşılık İnğilizler, Amerika topraklarındaki batı kalelerini boşaltacaklar ve İngiliz Batı Hint Adaları’nı ABD ticaret gemilerine açacaklardı. Amerikan ticaret gemilerine karşı Fransız donanmasının uyguladığı saldırılar, açık denizlerde John Adams yönetiminde Q uasi Savaşı’na (1798- 1801) yolaçtı. Federalistler’in Fransız istilasının yakın olduğu yolundaki propagandaları, hükümeti eleştirmeyi kesinlikle yasaklayan Düşmanlık ve İsyana Teşvik Ya- saları’nın (1798) çıkarılmasıyla sonuçlandı. Demokrat Cumhuriyet. Jefferson başkan olarak “Demokrat Cumhuriyetçi” görüşü yürütmeye girişti. Böylece merkezî yönetimin etkinliklerini dizginledi; adalet sistemini daralttı; alınan vergileri düşürdü; savunma harcamalarını kıstı. Bu arada, Fransa’dan Louisiana’yı satın alıp (1803), ABD’nin topraklarını neredeyse ikiye katlamakla, belki başkan olarak en büyük başarısını gerçekleştirdi: ABD’nin batı sınırı Kayalık Dağlar’ın tabanı boyunca genişlemişti. 1811 ‘de, Jefferson’dan sonra başkanlığı üstlenen James Madison döneminde, 20 yıllık ABD Bankası’nın çöküşüne göz yumularak, Federalistlerin ulusçu programı iyice geçersiz kılındı. İngiltere ile Fransa arasındaki savaşın yeniden alevlenmesi, ABD’nin dış ticaretini engelleyince, 1812 savaşına yolaçtı: ABD, gemilerinin taşıdığı yüklere el koyan İnğilizler, ayrıca Amerikan denizcilerini kendi donanmalarında çalıştırıyorlardı. Birçok ABD’liye göre cumhuriyet büyük bir tehlike içindeydi. Gönülsüzce ve Federalistlerin taşkın muhalefetine karşın, Kongre İngiltere’ye karşı savaşa girmeye karar verdi. Başlangıçtaki birkaç küçük deniz zaferinin dışında, savaş Amerikalılar için kötüye gitti. Batılı Kızılderililer, savaşçı liderleri Tecumseh’in buyruğunda İngiliz- ler’in yanında savaştılar. Ancak, 1814’te Kanada’dan gelen bir istila ordusu püskürtüldü. Daha sonra Ghent’te (Belçik^) bir barış antlaşması imzalanacağı sırada, Andrew Jackson, New Orleans’a saldıran istilacı başka bir İngiliz ordusunu bozguna uğrattı. Böylece savaş büyük bir zaferle noktalandı ve cumhuriyet bir kez daha onaylandı. Hartford toplantısında (1814’te Con- necticut’ta) savaşa şiddetle karşı çıkarak Anayasa’da köklü değişiklikler istemiş olan Federalistler, artık hain sayılıyorlardı ve partileri New England’da küçük bir merkez partisine indirgendikten sonra 1820lerde dağıldı. Düşmanlarını yitiren Jefferson’ın Demokrat Cumhuriyetçileri de hiziplere ayrıldı ve sonuçta ulusal bir parti olarak etkinliğini yitirdi. TAM BİR SINIRSIZLIK ÇAĞI: 1815-1850 1815’ten 1850’ye kadar süren uçucu ve pahalı yıllar aslında pek çok bakımdan bir sınırsızlık çağı oldu. Daha önce insanları sıkıntıya sokan birtakım koşullar kalkınca, rahat soluklanma olanağı doğdu. Ekonomik ve kültürel mayalanma. 1815 ten sonra ABD ekonomisi hızla büyümeye başladı. Güneydeki pamuk tarımı patlamasının yerleşme merkezlerini körfez ovalarının ötelerine hızla yayması sonucu “Derin Güney” doğdu. Çiftçiler de Ohio ırmağının kuzeyindeki göl ovalarına göçtüler. Bu göç 1825’te Erie kanalının tamamlanmasından sonra büyük ölçüde hızlandı. Missis- sippi’nin doğusundaki aşağı yukarı bütün Kızılderililer küçük rezervlere yerleştirilmişler ya da Missouri ırmağının ötesindeki Büyük Ovalar’a sürülmüşlerdi. Kanallar ve demiryolları iç kesimleri, hem yerleşim, hem de ticaret açısından hızlı bir büyümeye açmıştı. Ortabatı’da büyük buğday ve hayvancılık “imparatorlukları” ortaya çıktı, Chicago gibi birçok yeni kent kuruldu. 1815’ten 1850’ye kadar ortalama her iki buçuk yılda bir yeni bir batı eyaleti Birleşik Devletler’e katıldı. Sınırın batıya doğru bu genişleme hareketini, kuzeydoğu hızlı bir ekonomik gelişmeyle dengeledi. Ulusal ya’da başlayan “altına hücurrTdan sonra, Nevada dağlarından ve öteki batı bölgelerinden 500 milyon dolarlık altın ve gümüşün gelmesiyle, 1850’lerde sanayi gelişmesi daha büyük bir hız kazandı. Toprak değerleri arttı ve batı eyaletlerinde yüzlerce yeni topluluk ortaya çıktı. Bu arada, seçim için mülk bildirimi ortadan kalkarken, yalnızca beyaz erkeklerin oy kullanmaları bir kural oldu ve çoğu görevler seçime bağlı tutuldu. Ucuz gaze- telerve kitle eğitimiyle (Güney dışında) patlak veren iletişim devrimi, okur-yazarlık oranını büyük ölçüde kabarttı. New England kökenli yeni birdin akımı olan İkinci Büyük Uyanış(1787-1825), ülke genelinde birdinsel çoşku yarattı. Bunun yanı sıra, kuzey eyaletlerinde bir toplumsal reform dalgası başlatıldı. ABD topraklarının genişlemesi. 1815-1850 arasındaki yıllar ulusal toprakları genişletti. Anglo-Amerika Toplantısında (1818), Ormanlar gölünden Kayalık Dağlar’a kadar Kanada ile ABD arasında sınır olarak 49. paralel benimsendi; 1819’da Adams-Onis Antlaşması’yla İspanya, Florida’yı ve Oregon yönetim bölümü üzerindeki toprak haklarını ABD’ye bıraktı. 1840larda kıta genelinde genişleme kaçınılmaz görülüyordu. Meksika’dan bağımsızlığını 1835-1836’da kazanmış olan Te
xas, 1845’te ilhak edildi. Daha sonra Rio Grande’nin Texas’in sınırı olarak gösterilmesi konusunda Meksika’yla çıkan anlaşmazlık, Meksika Savaşı’na (1846- 1848) yolaçtı. ABD orduları zafer üstüne zafer kazanarak Meksika’nın içerlerine doğru ilerlerken, başka bir koldan ilerleyen kuvvetler de bu ülkenin kuzey yarısını (New Mexico ve Alta California) ele geçirdiler. Guadalupe Hidalgo Antlaşması’nda (1848) Meksika’nın 3 milyon km2’den büyük bu eyaletleri bırakması için 1 5 milyon dolar ödendi. 1846’da İngiltere ve ABD, Oregon sorununu çözüme kavuşturdular. Oregon’u 49. parelelde ikiye bölen bir antlaşma imzalanarak, Büyük Okyanus’un kuzeybatısının ABD topraklarına katılması sağlandı. Ayrıca, 1853’te ABD, 10 milyon dolar karşılığında, günümüzdeki New Mexico ve Arizona eyaletlerinin güney kesimlerini elde etti. 1860’da ABD, Mississippi’nin ötelerinden başlayıp Texas, Kaliforniya ve Büyük Okyanus kıyısında Oregon’u da içine alarak batıya ulaşan 33 eyaletten oluşuyordu. Yüksek doğum oranı ve İrlanda ile Almanya’dan gelen göçmen akınıyla beslenen ülkenin nüfusu, sürekli artmaktaydı: 1820’de 9,6 milyondan 1850’de 23 milyona, 1860’ta 31,5 milyona. İç siyaset: 1815-1846. 1812 Savaşı’nın bitiminde Kongre, 1816’da İkinci ABD Bankası’nın kurulmasını onayladı. İlk koruyucu gümrük vergisini koyup, iç kesimleri yerleşmeye açmak için iç gelişmeleri (yollar ve köprüler) destekledi. Başkan James Monroe’nun “İyi Duygular Dönemi” diye anılan dönemini (1817-1825), John Quincy Adams dönemi (1825-1829) izledi.1819’da Yüce Mahkeme’nin başına başyargıç John Marshall getirildi. Federal yönetimin işlerine eyaletlerin karlamayacağını ve uluslararası ticaretin yalnızca federal hükümetin yetkisinde olduğunu açıkladı. 1820’de Missouri uzlaşmasında, Kongre köleliği 36()30″nın üstünde yasa dışı ilan etti. İspanyol yönetimine karşı Latin Amerika devrimine tanık olan ABD hükümeti, 1823’te Monroe Doktrini’ni yayınlayarak üstünlüğünü kanıtladı: Doktrin diplomatik, ama açık bir dille ABD’nin bundan sonra kendi yarıküresinde Avrupa’nın girişeceği herhangi bir istila ve sömürü hareketine karşı savaşacağını belirtiyordu. Andrew Jackson’ın başkanlığı döneminde (1829- 1837), ülkede yine keskin bir kutuplaşma oldu. İskoç- İrlanda kökenli Jackson, İngilizlerden nefret ettiği gibi, kendisi de onu “şiddet yanlısı ve barbar” bulan New En- glandlılar tarafından hiç sevilmiyordu. 1832’de Güney Carolina sınırları içinde 1828 gümrük tarifelerini değersiz ve geçersiz ilan etmeye giriştiğinde, Güney’de de düşmanlar edindi. Jackson, Geçersizlik Bildirisi’nde (1832) Anayasa gereğince federal hükümetin en büyük olduğunu vurgulayarak, Güney Carolinalılar’ı geri çekilmeye zorladı. Yine 1832’de, İkinci ABD Bankası’nın çalışmalarını, zenginlere hizmet ederken, çiftçilerle çalışanları sömürdüğü gerekçesiyle veto etti. Eski federalist koalisyon ona karşı çıkmak için Amerika Whig Partisi biçiminde yeniden oluştu. Jackson’ın ardındaysa, Jefferson’ın eski Demokrat-Cumhuriyetçi koalisyonunu içeren Demokrat Parti oluştu. Bu iki partinin rekabeti her eyalette görülmeye başladı. 1840’lar- da modern kitle partileri her ocakta ve bucakta örgütlendiler. Henry Clay ve Daniel Webster tarafından yönetilen Whigler, koruyucu gümrük tarifeleri, ulusal bir banka ve ekonomiyi canlandırmak için iç gelişmeler istiyorlardı. Ayrıca, alkollü içkilerin yasaklanması ve göçmenlerin devlet okullarında “Amerikalılaştırılması” için de çağrıda bulundular. Ortabatı’ya göçmüş çok sayıda Güneyli de Whigler’i tüm güçleriyle desteklediler. Demokratlar, yolsuzluğun ve sömürünün kaynakları olarak gördükleri bankaları kınamayı sürdürdüler. Dışlanmış azınlık grupları -İrlandalı katolikler ve Almanlar- Güney’deki yöntemlerin kendilerine benimsetilmesin- den kaçınmak için tüm güçleriyle Demokratlara oy verdiler. Martin Van Buren’in başkanlığı döneminde (1837-1841), Demokratlar bağımsız maliye sistemi ile bankacılığı, yönetimden tam anlamıyla ayırmayı başardılar. William Henry Harrison (1841) ile John Tyler’ın (1841-1845) başkanlıklarında kısa bir Whig yönetimi dönemini, Demokrat James K. Polk’un (1845-1849) başkanlığı izledi. Başkan Polk, Walker Gümrük Tarife- si’yle (1846) ABD’yi serbest ticaret temeline yaklaştırdı. Bölgesel anlaşmazlıkların büyümesi. Başkan Polk’un Meksika’yla yaptığı savaş, kölelik sorununu yeniden tüm açıklığıyla ortaya döktü. Yeni bölgelerde buna izin verilecek miydi? Köleliği dışlayacak olan Wilmot Koşulu (1846), Kongre’de tekrar tekrar oylanarak sonuçta Güneyliler tarafından başarıyla reddedildi. William Lloyd Garrison ve yandaşlarının önderliğinde yürütülen köleliğin kaldırılması akımı, köle sahiplerine hiçtaz- minat vermeden kölelerin hemen azat edilmesini istiyordu. Bununla birlikte,Kuzeyli beyazların çoğu da siyahlardan hiç hoşlanmıyor ve köleliğin kaldırılmasını desteklemiyordu. 1848’de varolan partilerin ikisinden de hoşnutolma- yan Kuzeyliler, Özgür Toprak Partisi’ni kurdular. Seçimlerde adayları Martin Van Buren için 300 000 oy toplayıp, zaferi Demokratlar’a bırakmayarak, Whig Zalchary Taylor’ı başbakan seçtirmeyi başardılar (1849-1850). Onun ölümü üzerine Millard Fillmore başkan oldu (1850-1853). 1850 Uzlaşması, Meksika bölgesinde yaşayan insanların alın yazılarını kendilerinin belirlemelerini sağlayan Halk egemenliği ilkesinden hareketle, köleliğin genişlemesi konusunu çözmüş gibi göründü. 1850’de güçlü bir Kaçak Köle Yasası da çıkarıldı. Bu yasa köle sahiplerine, kaçan köleleri yakalamak için Kuzey eyaletlerine geçmek gibi yeni yetkiler veriyordu. İÇ SAVAŞ DÖNEMİ 1850’ler başladığında, Kuzey ile Güney arasındaki kölelik sorununun ve öbür bölgesel anlaşmazlıkların, er ya da geç uzlaşmayla sona ereceği sanılıyordu. Ama Amerikan ulusunun batıya doğru yüklenmesiyle, tüm uzlaşma girişimleri boşa çıktı. Bunun sonucunda çıkan patlak veren Ayrılık Savaşı (Bk. AYRILIK SAVAŞI) Amerikan ulusunu kökten değiştirdi. Siyasal parçalanma. 1854’te Kansas-Nebraska Yasası, Louisiana’nın örgütlenmemiş geniş topraklarını halkın egemenliğine açtı. Kuzey öfkeden çıldırdı: Binlerce kişi yeni ve çok daha Güney karşıtı (yalnızca kuzey eyaletleriyle sınırlı) bir parti kurmak üzere Whig partisinden ayrıldı. Böylece Cumhuriyetçi Parti kuruldu. Büyük bir İrlandalı katolikgöçmen dalgasını hedef alan bir katolik karşıtı öfke patlaması da Cumhuriyetçilere yardımcı oldu. Öte yandan, Katoliklik karşıtı akım, Whiglep’i yeni bir örgüte doğru sürüklüyordu. Bu örgüt, “Bir Şey Bilmeme” Partisi oldu; ama Kuzeyli ve Güneyli üyelerini, kölecilik konusundaki anlaşmazlık yüzünden birarada tutamayınca, katolik karşıtları Cumhuriyetçilere katıldılar. Kansas’da kölecilik yanlıları ile kölecilik karşıtları arasında ilk çarpışma patlak verdi. Franklin Pierce (1853- 1857) ve James Buchanan (1857-1861 ) (her ikisi de Demokrat Parti’den başkan seçilmişlerdi). Kansas’ta kölecilik yanlısı grubu destekliyormuş gibi göründüler. 1857’de, Güneyliler egemenliğindeki Yüksek Mahkeme, Kongre’nin bölgelerden köleciliği dışlamaya yetkisi olmadığına ve Missouri Uzlaşması’nın zaten bütünüyle anayasaya aykırı olduğuna karar verdi. Binlerce Kuzeyli artık, “köle komplosu”nun ulusal hükümetin içine sızmış olduğuna inanıyorlardı. 1860’ta siyasal sistem tam anlamıyla parçalandı. Demokratlar kuzey ve güney kanatlarına bölündüler. Küçük Anayasal Birlik Partisi, eski Whigleri kendisine çekmeye çalıştı. Ancak, Cumhuriyetçiler Abraham Lincoln’un Beyaz Saray’a seçilmesini sağlamayı başardılar. Güneyliler, Kuzeylilerin ağır bastığı Cumhuriyetçi Parti’nin yükselişini büyük bir korkuyla izlemişlerdi. Partinin gizlice köleliğin kaldırılması yanlılarının denetimine girdiğine iyice inanmışlardı. 1859’da John Brown, bir köle ayaklanması başlatmak umuduyla, Virginia’da Harpers Ferry’deki federal cephaneliğe bir baskın düzenledi. Güneyliler bu olaydan sonra, Kuzeyliler ülkenin denetimini ele geçirirlerse, kölelerin azat edilmesinin er ya da geç kaçınılmaz olacağına inandılar. Ayrılma. Güneyli önderler, Lincoln 1860 seçimlerini kazanırsa Birlik’ten ayrılacakları tehdidini savurmuşlar- dı. Birçok Güney Carolinalı, Cumhuriyetçiler koruyuculuğunda kölelerin azat edilmesinin siyahların beyazlara besledikleri öc alma duygusuyla, kanlı bir kıyıma dönüşeceğine inanmışlardı. Güney Carolina bu dehşeti engellemek amacıyla, Lincoln’un zaferinden kısa süre sonra, Aralık 1860’da Birlik’ten ayrıldı. Lincoln’un an- diçme töreninden (Mart 1861) önce, altı eyalet daha onu izledi (Mississippi, Florida, Alabama, Georgia, Louisiana ve Texas). Şubatta eyaletlerin temsilcileri Alabama’nın Montgomery kentinde toplanarak, Amerika Konfedere Devletleri’ni kurdular. 12 Nisan 1861’de, Başkan Lincoln, Charleston limanındaki Sumter kale- sindebulunanfederal askerleri takviye etmeye kalkışınca, Konfederasyon kıyı bataryaları kaleyi 34 saat boyunca döverek teslim olmaya zorladılar. Ayrılık Savaşı ya da öbür adıyla ABD İç savaşı başlamıştı.Eyaletler arasında savaş. Lincoln hemen harekete geçti. 15 Nisan’da “Konfederasyonun başlattığı ayaklanmayı bastırmak için” geri kalan eyaletleri 75 000 asker sağlamaya çağırdı. Virginia, Arkansas, Kuzey Carolina ve Tennessee bu çağrıya gönülsüzce uydular. Konfederasyonun başkenti Richmond’a taşındı. 21 Temmuz 1861’de Birlik ve Konfederasyon kuvvetleri arasındaki ilk büyük çarpışma Washington’un güneyindeki Bull Run’da oldu ve Güneylilerin çarpıcı bir zaferiyle sonuçlandı. Daha sonra her iki taraf da uzun bir çatışma sürecine girdi. Bu korkunç savaşta toplam nüfusu 32 milyondan az olan ABD’nin ölü sayısı 620 000’e ulaştı (yaklaşık 1,5 milyonluk bir ordusu olan Kuzeylilerden 360 000, yaklaşık 1 milyonluk ordusu olan Güneylilerden 260 000). 1861’de, Kuzey’de yaşayan 22 milyon kadar insana karşı, Güney’in nüfusu yaklaşık 9 milyondu; üstelik bunların 3,5 milyonu siyahtı. Kuzey’in güçlü bir sanayi sistemi ve iyi gelişmiş bir demiryolu ağı olmasına karşın, Avrupalılar savaşı Kuzey’in kazanacağını hiç sanmıyorlardı. Çünkü Konfederasyon toprakları yaklaşık Batı Avrupa kadar büyüktü ve güneyliler bağımsızlıkları için kararlı bir hırsla savaşıyorlardı. Kuzey’in kazanması için, Güneylileri ezip topraklarını istila etmesi gerekiyordu. ¡OysaGüney’in sınırlarını savunması yeterliydi. Kısacası, savaş hiç de göründüğü gibi eşitsiz değildi. Lincoln bütün gücünü ve çabasını ortaya koydu: Konfederasyon’u denizden ablukaya aldı; köle çalıştıran sınır eyaletlerin bağlılığını elde etmek için büyük çaba gösterdi (Delavvare, Maryland, Kentucky ve Missou- ri); Konfederasyon’un tam ortasında güçlü bir üs kazanmak İçin Tennessee’yi istila etti; Mississippi ırmağının denetimini ele geçirerek Güney’i ikiye böldü ve savaşı kazanacak bir general aradı. General George B. McClellan’ın düş kırıklığı yaratacak kadartutucu olduğu ortaya çıktıktan, onun yerini alanların da bekleneni vermemesinden sonra, batı cephesinde büyük zaferler kazanan general Ulysses S. Grant’i, Konfederasyon’un askerî dahi sayılan başkomutanı Robert E. Lee’nin karşısına çıkarmak için 1864’te Washington’a çağırdı. 1863 ortalarında Güney umutsuz bir darboğaza girmişti: Yiyecek ve cephane tükenmişti. Aynı yılın haziran ayında Pennsylvania’da Gettysburg’da, Kuzeye yö
nelik büyük bir saldırı püskürtülmüştü. Bundan sonra Grant, verdiği kayıplara aldırmadan, Richmond’a doğru yıpratıcı bir kampanya başlattı. Bu arada, Birlik generallerinden William T. Sherman da, ardında tam bir enkaz yığını bırakarak Georgia’dan denize doğru saldırısını sürdürmekteydi. Daha sonra da kuzeye, Carolina- lar’a yöneldi. Nisan 1865’te Grant, sonunda Lee’nin ordusunu kuşatmayı başardı ve ayın 9’unda, Appomattox Adliye Sarayı’nda, Lee teslim oldu. Konfederasyon başkanı Jefferson Davis, savaşı sürdürmeyi denediyse de, durum gerçekten umutsuzdu: Ayrılık Savaşı sona ermişti. Bir ulusun değişmesi: Kuzey. Savaş hem Kuzey i hem de Güney’i değiştirmişti. 1 Ocak 1863’te Lincoln, ayaklanmanın olduğu her yerde köleliğin kaldırıldığını duyurdu. Özgürlük Bildirisi yayınlamıştı. Ayrıca, büyük savaş çabaları Kuzey’e modern örgütlenme ve büyük şirketlerin kullanımı gibi konularda birçok şey öğretmişti. Washington’da Cumhuriyetçi çoğunluk, klasik olarak Hamiltoncu bir programı uygulamaya koydu: Koruyucu yüksek gümrük tarifeleri; demiryolları yapmak ve doğal kaynakları işletmek için kapitalistlere bol bol yardım; göçmenler için parasız konut bağışları; ulusal bir kâğıt para sistemini yaratan bankacılık ve para düzenlemeleri. Morill yasası (1862), üniversitelerin kurulması için toprak bağışları sağladı. Kuzey’de, savaşa karşın iki partili sistem varlığını sürdürmüştü. Pek çok kuzeyli savaşa karşı çıktığından ya daen azından Cumhuriyetçilerin politikasına katılmadığından, Demokratların oy oranı hiçbir zaman % 40’ın altına düşmemişti. Zorunlu askerlikle ilgili yeni yasaları İrlandalı katlolikler ve öteki New Yorklular şiddetle protesto etmişlerdi (1862) ve köleliğin kaldırılmasına soğuk bakıyorlardı: Cumhuriyetçi politikalarının, azat edilmiş köleleri sürüler halinde kuzeye göndereceklerinden, böylece işlerini yitireceklerinden korkmaktaydılar. Demokratlar da, Cumhuriyetçiler tarafından öne sürülen programların güçlü merkeziyetçi eğilimlerine ve kapitalistlere yapılan yardımlara karşı çıkmaktaydılar. Yeniden yapılanma. Appomattox’tan bir hafta sonra, Lincoln bir suikast sonucu öldürüldü. Başkanlık koltuğuna oturan Andrew Johson, “yeniden yapılanma” konusunda bir plan yapmak için hemen harekete geçti. Güneyli beyazların Konfederasyon’un yaptığı borçları ödemelerini istedi. Birlik’ten ayrılmayı değersiz ve geçersiz ilan etti ve köleliği yasadışı sayan 13. Tadil Kararnamesini onayladı. Aralık 1865’te Kongre toplanınca, yeni seçilmiş Güneyli temsilciler içeri girmelerine izin verilmesi için, çoktan kapı önlerinde yerlerini almışlardı. Bunların çoğu, 1865-1866’da bir tür yarı kölelik rejimini yeniden kurmak için Güney eyaletlerinde oluşturulan ‘Kara Şifre” temeline göre seçilmişlerdi. Kuzeyliler, savaşta katlanılan sıkıntıların boşuna çekildiğini, eskisinden çok daha güçlü Güneyli bir Demokrat grubun Kongre’de yer alacağını görünce, öfkelendiler. Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluk, Güneyli üyelerin yerlerine geçmesine izin vermeyi reddetti. Güneyi “kuzeylileştirmek” için zaferi bir fırsat gibi kullanmak isteyen Radikal Cumhuriyetçiler, kısa sürede Johnson’la açıkça anlaşmazlığa düştüler. Bunun üstüne Johnson Azatlılar Bürosu’nu kapatma ve eski kölelerin insanlık haklarını koruma amacıyla çıkarılmış yasayı veto etme girişiminde bulundu. 1866’daki Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçilerin büyük bir çoğunluğu seçildi ve Radikaller tartışılmaz bir üstünlük elde ettiler. 14. Tadil Kararnamesi (1866’da çıktı ve 1868’de onaylandı), ABD’de doğmuş ya da uyruğuna geçmiş herkesi ABD vatandaşı saymakta ve temel insanlık haklarına herhangi bir müdahaleyi kesinlikle yasaklamaktaydı. Mart 1867’de, Güney’deki bütün eyalet hükümetleri görevden alındı ve askerî işgal yönetimi kuruldu. Federal komutanlar, anayasa uyarınca Güney hükümetlerini yeniden yapılandırmakla görevlendirildi. Bu eyaletler, yeni bir eyalet hükümeti işbaşına geçtikten ve 14. Tadil Kararnamesi’ni onayladıktan sonra, temsilcileri Kongre’ye kabul edileceklerdi. Şubat 1868’de Başkan Johnson’ı devirmeye yönelik bir darbe girişimi başarısızlığa uğradı.Kongre’deki Cumhuriyetçi çoğunluk, siyahlar için toplumsal eşitliği sağlayıcı önemli bir çaba göstermedi. 1 5. Tadil Kararnamesi onaylanıncaya (1870) kadar -ırk temeline dayanarak oy kullanılmasını reddetmeyi yasa dışı kılıyordu- kuzey eyaletlerinin çoğu, siyahların oy kullanmasına izin vermedi. Bir ulusun değişmesi: Güney. İç Savaş ve sonrası, Kuzey gibi, Güney’i de değiştirdi. Güneyliler, güçlü bir merkezî yönetimin etkinliğinden gerekli dersleri almışlardı. Genellikle Muhafazakârlar diye anılan Güney’deki eski VVhigler, Kuzey örneğine uygun sanayi ve ticaret kuruluşları kurmak için büyük bir hevesle işe koyuldular. Bu arada, yeniden eyalet hükümetleri kurarak birçok reform hareketi gerçekleştirdiler. Cumhuriyetçi Ulysses S. Grant, işgal altındaki Güney eyaletlerinden seçiciler kurulunun oylarıyla, 1868’de başkan seçildi. Radikal Yeniden Yapılanma’nın siyahlara gerçekten yardım etmekle ilgilenmediğini öne süren Demokratlar, Güneyli siyahların oylarının Kongre’de Cumhuriyetçileri iktidarda tutarak koruyucu gümrük tarifelerini sürdürmek ve sanayicilere bol keseden yardımda bulunmak için kullanıldığını savundular. Grant yönetimi sırasında birtakım yolsuzluk kanıtlarının su yüzüne çıkması, Demokratlar’ın işine yaradı. 1870’te, Radikal Yeniden Yapılanma’yı desteklemiş olan Güneyli karşıtı hava gibi, güneyli siyahlara duyulan büyük ilgi de sona ermişti. Artık yeni iç sorunlar ön plana çıkıyordu. Siyahları ve onların beyaz sempatizanlarını sindirmek için şiddet kullanımına göz yumulması, güney eyaletlerini yeniden Demokratlar’ın eline düşürdü. 1873’te başlayıp 5 yıl süren bunalımın yolaçtığı ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kalan Kuzeyliler, ırk konusunu Güneyli beyazların denetimine bırakmak zorunda kaldılar. 1876’daki tartışmalı seçimlerin ardından, Cumhuriyetçi başkan adayı, son federal işgal birliklerini Gü- ney’den çekeceğine söz verdi. Seçimleri Kongre’ye bağlı bir seçiciler kurulu karara bağladı ve Rutheford B. Hayes başkan seçilerek, söz verdiği gibi, birlikleri geri çekti (1877): Yeniden Yapılanma sona ermişti. ALTIN ÇAĞ “Altın çağ”(1870’lerden 1890’lara) diye anılan dönem güçlü, sömürücü bir bireysellik dönemi oldu. Sanayi işçilerinin yaygın sıkıntılarına karşın, ABD’ye bir iyimserlik havası yayıldı. İngiliz bilim adamı “Charles Darvvin’in çevresine en iyi uyum sağlayan canlının yaşamını sürdüreceğine” ilişkin kuramı, ABD kamuoyunu etkilemeye başladı. ABD’deki bazı aydınlar, en iyi uyum sağlayanın yaşayacağı düşüncesini insan toplumlarına uyarlayarak (toplumsal darvvincilik), hükümetin uyumsuzlara yardım etmesinin yanlış olduğu düşüncesine vardılar. Sanayileşme ve doğal kaynakların büyük ölçüde işletilmesi. Altın Çağ’da hırslı ve düşgücü gelişmiş kapitalistler, yeni fırsatlar peşinde koşmak için kıtaya yayıldılar. Fabrikalar ve madenler bu yıllar boyunca hammaddeleri ve demiryolu sisteminin genişlemesi için gerekli işlenmiş ürünleri sağlamak amacıyla gece gündüz çalıştılar. 1865’te ülkeyi baştan sona aşacak ilk demiryolu hattının yapımına başlandı ve 1869’da tamamlandı. Yaklaşık 56 000 km demiryolu ABD boyunca uzanıyordu. 1910’da toplam demiryolu uzunluğu 386 000 km’ye kadar ulaştı. 1890’da dünyadaki toplam demiryolu hatlarının üçte biri ABD’deydi. 1850’lerin sonlarında yeni altın ve gümüş yataklarının bulunmasının ardından, 1875’e kadar bireysel arayıcılar, maden zenginlikleri arama peşinde batı topraklarını ve çöl havzalarını keşfe çıktılar. Daha sonra ücretli işçiler ve doğulu eğitilmiş mühendisler kullanan madencilik şirketleri bu işi devraldılar. Kızılderililer ya acımasızca yok edildi ya da küçük rezervlerde toplandı. Büyük ovalardaki Kızılderililerle savaş 1864’te başladı ve ancak Kızılderili yaşamının temeli olan bufalo sürüleri bütünüyle yok edildikten sonra sona erdi (1880). Kızılderilileri, onlara ayrılan rezervler içinde yalnızca 65 ha toprak seçmeye zorlayan Dawes Yasası (1887) aracılığıyla, reformcular kabile bağlarını kırıp, Kızılderilileri yerleşik tarıma ikna edeceklerini umuyorlardı: Kullanılmayan rezerv toprakları fazlalık ilan edilerek, beyazlara satıldı. Sığır yetiştiriciliği, 1860’ların sonlarından başlayarak Büyük Ovalar’ı kaplayan ilk büyük girişim oldu. Ancak, 1880’lerde açık arazi, dikenli çitli otlaklara ve tarıma dönüşmeye başladı. Milyonlarca çiftçi 100. enlemin batısındaki yüksek düzlüklere göçtü. Tahıl üretimleri öylesine boldu ki, 1880’lerin ortalarında düşmeye başlayan dünya fiyatları, ciddi parasal sıkıntılara girmelerine yol açtı. Bu arada, Kansas ile Kaliforniya arasındaki geniş topraklar yeni eyaletlerle doldu. 1900’lerin başlarında demiryolları aracılığıyla tek bir pazara bağlanan ülke ekonomisi, mallarını yerel pazarlara satan binlerce küçük üreticiden oluşuyordu. Aslındaysa, ülke genelinde ve dış dünyaya mal satan az sayıda büyük şirketin denetimi altındaydı. 1887’de Kongre, demiryolu şirketleri arasındaki kıyasıya rekabeti önlemek için Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu’nu kurdu. Ama, 1890’da Sherman Anti-Tröst Yasası’m çıkararak rekabetin yolunu yeniden açmaya girişti. “”Bırakın yapsınlar” ilkesinden yana çıkan ABD Yüksek Mahkemesi, özel iş sektörünü düzenlemeye çalışan federal yönetimi ve eyalet yönetimlerinin çabalarını serinkanlılıkla baltaladı. “Soyguncu baronlar” diye anılan topluluğun büyük ve yasa dışı servetleri denetimsiz kaldı. Böylece ulusun doğal kaynaklarını sömürerek, ekonomik yaşam üstündeki egemenliklerini sürdürdüler. Yeni toplumsal gruplaşmalar: Göçmenler, kentliler ve sendika üyeleri. 1890’da ABD’nin nüfusu 1860 nüfusunun iki katı, 63 milyon oldu, ülkenin kentleri büyük gelişmeler geçirdi. Yeni kentlilerin çoğu kırsal kesimden, ama birçoğu da dışardan geldi. 1860’dan 1890’a kadar ABD’ye 10 milyonu aşkın 1890’dan 1920’ye kadar da 15 milyon kişi göçmen geldi. Bunların çoğu kuzey kentlerinde yoğunlaştılar: 1910’da göçmenlerin % 75’i kentsel alanlarda yaşarken, “doğma büyüme Amerikalıların % 50’den azı kent yüzü görmüştü. Yeni göç dalgası 1880’lerde başladı: Almanlar, İskandinavyalIlar, İrlandalIlar ve eski öbürgöçmen gruplarından olanların yanı sıra İtalyanlar, Polonyalılar, Macarlar, Bohem- yalılar, Yunanlılar ve Yahudiler de ülkeye aktı. Katolik- lerin sayısı 1850’deki 1,6 milyondan 1900’de 12 milyona yükselince, “yerli” protestanların katolik karşıtı akımları yeniden canlandı. 1870’lerden sonra, göçmen işçilerin yerli işverenlere karşı giriştikleri işçi protestolarının patlak vermesi, düşmanlıkları yoğunlaştırdı. 1878’de, saflarını tüm çalışanlara açan Emekçi Şövalyeleri örgütü kuruldu. Köklü toplumsal ve ekonomik reformlar isteyen Şövalyelerin sayısı 1886’da 700 000’e yükseldi. Daha sonra örgüt iç çekişmeler yüzünden parçalanınca, Samuel Gompers başkanlığında Amerika İşçi Federasyonu kuruldu. İç siyaset. Altın Çağ’ın siyaseti, eşit olarak dengelenmiş Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında bir yarışa dönüştü. Seçimleri az farkla kazananlar, denetimleri altındaki Kongre’nin ve Beyaz Saray’ın siyasetini istedikleri gibi değiştirmeye çalıştılar. Cumhuriyetçi beş başkan birbirini izledi. Hayes; James A. Garfield(1881); Garfi- eld’in suikast sonucu öldürülmesiyle yerine geçen Chester A. Arthur (1881-1885); Benjamin Harrison (1889-1893), William McKinley (1897-1901 ). Bunların tümü partilerinin siyaseti gereği sanayinin gelişmesine ve kapitalist önderliğine olumlu gözlerle baktı. Karanlık bir geçmişi olan Grover Cleveland, 1880’le- rin başlarında önce Demokrat Parti’den New York valiliğine seçildi; sonra da ABD başkanı oldu ( 1885-1888; 1893-1897; 1888 seçimlerinde oyların çoğunluğunu kazandıysa da, seçiciler kurulunda Harrison’a karşı kaybetti). Jacksoncu bir Demokrat olarak yetiştirilen Cleveland, toplumun her zaman zenginler ve güçlüler tarafından sömürülme tehlikesi içinde olduğuna inanıyordu.Güçlü bir başkanolarak,kamu hizmetlerini etkili kılmak yoluyla yönetimi temizlemeyi kendine iş edindi. Batı’da sahtecilikle verilmiş olan büyük toprak bağışlarını geri aldı ve koruyucu gümrük tarifelerini indirmek için savaştı. Büyük Ovalar’da ve Güney’de, düşen tahıl fiyatları yüzünden büyük sıkıntı içinde olan tahıl ve pamuk yetiştiricileri, fiyatların yükselmesi için paranın değerinin düşürülmesini istediler. 1892’de ortaya çıkan Halkçı Parti, bu amaca ulaşmak için gümüş metal paranın piyasaya bolca ye serbestçe akıtılmasının güveni sarsacağını ve 1893’te başlamış olan büyük bunalımı uzatacağını belirterek karşı çıktı. 1896’da, güneyli ve batılı enflas- yonistlerin eline düşen Demokratlar, William Jennings Bryan’ı başkan adayı gösterdiler. Yıkıcı enflasyondan bezmiş ve ürkmüş olan etnik seçmenler hemen Cum
huriyetçiler’in saflarına koştular. Çünkü Cumhuriyetçi parti her zaman etkili hükümet müdahalesiyle ekonomiyi canlandırmayı bilmişti. William McKinley’in seçilmesi, kuzey eyaletlerinde ve Washington’da uzun süreli bir tek parti (Cumhuriyetçi) egemenliğini başlattı. İLERİCİLİK DÖNEMİ “İlericilik Dönemi” denen süreçte (1890lardan yaklaşık 1920’ye kadar), ABD yönetimi hem iç, hem de dış siyasette giderek etkinlik kazandı. ABD’nin dışa yönelmesi. 1890’larda ABD dış siyaseti etkin bir saldırganlığa dönüştü. ABD’nin sanayi üretimi arttıkça, pek çok reformcu, dış pazar gereksinimini dile getirerek, ABD’nin Anglo-Sakson kültürünü tüm insanlığa taşımasının, dirlik ve düzeni ve ABD uygarlığını dünyaya yaymasının başlıca görevi olduğunu vurguladılar. 1895’te ABD, Venezuela ile Britanya İmaparator- luğu arasındaki Venezuela Sınır Anlaşmazlığına gözü kapalı karıştı. Venezuela’ya eşit bir devlet olarak davranamazsa, Monroe Doktrini gereğince ABD kuvvetlerinin kullanılabileceği konusunda İngiltere uyarıldı. 1895’te İspanya’ya karşı başlayan Küba devrim hareketi, sonuçta, Küba’yı özgürlüğe kavuşturmak uğruna İs- panya’yla savaşa yolaçtı (1899). ABD bu savaştan Küba’da bir manda yönetimi kurmuş olarak ve Filipinler, Porto Riko ve Guam’dan oluşan bir ada imparatorluğu kazanarak çıktı. Ayrıca, 1898’de Hawaii adalarını ilhak etti. 1900’de ABD yönetimi, Çin bağımsızlığını destekleyen ve Çin pazarlarına tüm uluslar için eşit giriş hakkı tanıyan “Açık Kapı Politikası”nı açıkladı. William McKinley’in bir suikast sonucu öldürülmesi, 1901 ‘ de Theodore Roosevelt’i başkanlığa getirdi. Gururlu bir yurtsever olan Roosevelt, ABD’yi dünyanın büyük güçlerinden biri yapmakta kararlıydı. 1903’te, Kolombiya’dan bağımsızlığını kazanması için Panama’ya yardım etti. Sonra Panama’dan ABD için kıstak boyunca bir kanal açıp bunun denetimini elinde tutma hakkını sağladı. 1904’te, Monroe Doktrini’ne dayanarak, “kronik haksızlıkları” engellemek için ABD’nin Batı yarıküre ülkelerinin iç işlerine karışmaya yetkisi bulunduğunu vurguladı. Ertesi yıl, iyi niyet elçileri Rus-Japon Savaşı’nın sona erdirilmesine yardımcı oldular. Donanmayı iyice güçlendirmiş olan Roosevelt, “Büyük Beyaz Filo”yu ABD’nin gücünü göstermek için görkemli bir dünya turuna gönderdi (1907). Ülkede ilericilik. Bu arada, “İlericilik dönemi” iç siyasete de yansımıştı. Değiştirilen kent valileri oldukça dürüst ve etkin olmuşlardı. Eyaletlerin çoğunda reform hareketleri yönetimi demokratikleştirmiş, saflaştırmış ve insancıl yapmıştı. Roosevelt yönetiminde, ulusal hükümet düzenli devlet daireleri kurdu ya da güçlendirdi. Bunların şirketler üstündeki denetimleri giderek arttı:
Hepburn Yasası (1906), Eyaletler Arası Ticaret Komis- yonu’nu pekiştirdi; Gifford Pinchot başkanlığında (1898-1910) Orman Servisi, kereste şirketlerine rehberlik etti; Saf Yiyecek ve İlaç Yasasiyla (1906), tüketicileri sahte etiket ve taklit ürünlerden korumaya girişildi.1 902’denbaşlayarakRoosevelt ayrıca,Adalet Bakanlığı’nı da Sherman Anti-Tröst Yasası’na karşı tekeli delmek için bir tehdit öğesi olarak kullandı. Ama yerine seçilen William Howard TAFT (1909-1913), anti-tröst kampanyası dışında, önceki bütün uygulamaları rafa kaldırdı. Ancak, nasılsa 16. Tadil Kararnamesi’nin (gelir vergisi değişikliği) çıkmasını onayladı. Zamanla bu yasa federal yönetime büyük gelir sağladı. 1912 seçimlerinde Cumhuriyetçiler bölündüler. Normal seçimler sonucunda oy çoğunluğu Taft’a gitti ve kısa ömürlü bir İlerici Parti kurularak Theodore Roose- velt’i aday gösterdi. Demokrat Woodrow Wilson (1913-1921 ) bu karışıklıktan yararlanarak başkan seçilmeyi başardı. Şirketler iktidarına saldırarak, gümrük tarifelerinin önemli ölçüde düşürülmesini sağladı (1913); GümrükTarife Komisyonu’nu kurdu (1916); bankacılık ve tedavüldeki parayı denetlemek için “Federal rezerv” sistemini yürürlüğe koydu (1913); Clayton Anti- Tröst Yasası (1914) aracılığıyla tekel karşıtı programın kapsamını genişletti; demiryollarınd^ki çalışma saatleri üstünde denetim kurdu (Adamson Yasası, 1916); iş alanında dürüst ve açık bir rekabeti güvence altına almak için yetkili bir organ yarattı (Dürüst Ticaret Komisyonu, 1914). İlericilik Dönemi’nde güney hükümetleri siyahlara Jim Crow Yasalarinı geniş kapsamlı olarak uyguladılar. Yeniden Yapılanma sürecinde ırk eşitliği doğrultusunda atılan adımların çoğu böylece tersine döndü. Federal yönetim ırk ayrımından yana bir tutum takındı. ABD Yüksek Mahkemesi Plessy-Ferguson davasında (1896), siyahlara “ayrı ama eşit” olanaklar sağlandığı sürece hiçbir sorun olmadığı kararını verdi. Bu kesin ayrımcı toplumda siyahlar bile kendi içlerinde bölünmüşlerdi. 1895’ten beri Brooker T. Washington siyahları eşitlik için eylemci yollara sapmak yerine birtakım meslekler edinip sanayi kollarında çalışarak, beyazları yetenekleri konusunda ikna etmeye çağırıyordu. W.E.B.Du Bo- is’ysa buna karşı The Souls of Black Folk (Siyahların Ruhları, 1903) adlı kitabında), siyahların sürekli olarak Jim Crow yasalarını protesto etmelerini savunuyordu. 1910’da, bu idealleri gerçekleştirmek için Renkli (siyah)İnsanların Gelişmesi İçin Ulusal Dernek kuruldu. Müdahale ve Dünya Savaşı. Başkan Taft, Roosevelt’in müdahaleci eğilimi doğrultusunda ekonomik konuları zorlamayı sürdürdü. Taft döneminin dış siyaseti (“dolar diplomasisi” denir), ABD şirketlerini Antil ülkelerine sınır ülkelerde yatırımlarını artırmaya özendirdi. Böylece ABD’nin ekonomik varlığının bölgede siyasal istikrarı güvence altında tutacağı umuluyordu. Başkan Wilson bir adım daha atarak, yalnızca düzeni sağlamak değil, demokrasiyi ve özerk yönetimi de geliştirmek istedi. 1915’te devrim kargaşasına son vermek ve oradaki ABD yatırımlarını korumak için Haiti’ye asker gönderdi. 1916’da aynı şeyi Dominik Cumhuriyetinde de yaptı. Her iki ülke de sonuçta ABD’nin koruması altına girdi. Nikaragua ile aynı sonuca diplomasi yoluyla ulaşmayı başardı. Meksikalı diktatör Victoriano Huerta’yı devirmek amacıyla, Wilson önce diplomatik ilişkileri keserek onu tanımayı reddetti; sonra da Nisan 1914’te Meksika’nın liman kenti Veracruz’u işgal etmek için asker gönderdi ve Huerta’nın dışalım gelirlerine ambargo koydu. Ama MeksikalIların tepki göstermeleri üstüne, Kasım 1914’te ABD kuvvetlerini çekti. Meksika’yı 1920’ye kadar sarsan kanlı iç savaş, ilk büyük Meksikalı göç dalgasını (1 milyon kişi olduğu sanılmaktadır) ABD’ye gönderdi. Ağustos 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından sonra, Wilson boşuna barış peşinde koştu. Ancak, 1917 başlarında, Almanya’nın gerek tarafsız ülkelere, gerek Müttefikler’e yönelttiği sınırsız denizaltı saldırıları, ABD kamuoyunda savaş duygularını körükledi. Wilson, Alman otokrasisine karşı demokrasiyi korumak için ABD’nin savaşa girip çarpışmak zorunda olduğuna karar verdi. ABD, tam İlericilik Dönemi’nin doruğunda savaşa girdi (Nisan 1917). Wilson’in amacı demokrasiyi yaymak ve adil bir dünya düzeni yaratmaktı. Ocak 1918’de, barış için bir temel öneri olarak ünlü “Ondört Maddesi”ni sundu: Denizlerin özgürce kullanımı ve ticareti engelleyen tüm barikatların kaldırılması; gizli diplomasiye son; genel silahsızlanma; Alman ve Avustur- ya-Macaristan imparatorluklarındaki uluslar için özerk yönetimler ve bir Milletler Cemiyeti kurulması, vb. İtilaf ordularına bir milyondan çok ABD askerinin katılması 1918’de dengeyi Almanlar zararına bozdu ve 11 Ka- sım’da imzalanan bir ateşkesle savaşa son verildi. Ancak, Paris Barış Konferansı’nda, programının büyük bölümünde Wilson başarısızlığa uğradı. Çünkü öteki İtilâf devletleri “zafersiz bir barış”a ilgi duymuyorlardı; İngi- lizler denizlerin özgürce kullanımını kabul etmiyorlardı; gümrük tarifeleri düşürülmedi; özerk yönetim genelinde ihlal edildi; önemli görüşmeler gizli kaldı. Amaso- nunda Wilson en büyük amacına kavuştu: Gelecekteki saldırılara karşı ortak güveni sağlamak için Milletler Ce- miyeti’nin kurulması. Ne var ki, ülkedeki çok kişi, ABD’nin geleneksel dünya işlerinden soyutlanma siyasetine dönülmesini yeğliyordu. Bu yüzden Wilson, Se- nato’yu tüm antlaşmayı kabul etmesi için vargücünü harcayarak zorlayınca, başarısızlığa uğradı. ABD hiçbir zaman Milletler Cemiyeti’nin üyesi olmadı. ABD’NİN İÇE KAPANIŞI: 1920’LER VE 1930’LAR “Büyük Savaş” diye anılan Birinci Dünya Savaşı’na katıldıktan sonra, ABD içe dönmeye ve tüm dikkatini iç işleri üstünde yoğunlaştırmaya hazırdı( 1920,başkan adayı Warren Harding’in deyimiyle “normale dönüş”).
1920’lerden Büyük Bunalım’a kadar geçen on yılda, ABD’lilerin çoğu, özel şirketlerin girişim bilançolarıyla uğraşmaktaydı. Bu on yılın sonunda, giderek artan sayıda şirket, ortak talihsizliklerine çare bulması için hükümet kapılarını aşındırdı ve ABD kapitalist toplumunu temelinden sarsan ekonomik sorunlarına çözüm bulunmasını istedi. 1920’ler: İyimserlik dönemi. 1920’lerde ABD yaşamına giren kaçınılmaz güçler, yeni bir yaşam biçimi yaratıyorlardı. Otomobil ve asfalt kaplı yollar hareket üreterek, geleneksel kırsal kesim-kent farklılığını ortadan kaldırıyorlardı. Radyo ve sinema filmleri, kentli değerler üstüne kurulu yeni bir ulusal kültür başlatıyordu. 19. Tadil Kararnamesi (1920) kadınlara iç siyasette oy kullanma hakkı verdi: Savaş kadınların iş dünyasına, sanayi alanlarına girmelerini hızlandırmış ve bazı meslekler edinmelerini kolaylaştırmıştı; geleneksel olarak erkeklere özgü sayılan içki ve sigara içmek gibi alışkanlıklar da edinmişlerdi. Böylece gençler yeni önderlere, yeni değerlere yöneldiler. Giyim kuşam, eğlence türleri ve ahlâk anlayışı alışılmadık biçimde değişti. Geleneksel WASP (Beyaz Anglo-Sakson-Protestan) kesimi bu yeni yöntemlere karşı savaşıma girişti. 1919’da “içki yasağı”nın konması, Yankee ahlâk değerlerinin göçmenlere karşı zaferi oldu. 1917 Rus Devrimi, 1919-1920’de ülke genelinde bir Kızıl Korku rüzgârı estirdi. Kuşku, Moskova’nın uşakları oldukları varsamıyla, işçi sendikaları üzerinde toplandı. Kuzeyin kırsal kesimlerinde Güney’den daha güçlü olan Ku Klux Klan derneği, Fransa’da savaşmaktan dönen ve “yeni zenci” diye adlandırılan oldukça bilinçlenmiş siyahlara, katolik- lere ve 1890’lardan beri ülkeye akın eden Yahudiler’e saldırılara girişti. Öte yandan, yeni düşünceler ülkenin her yerinde fışkırmayı sürdürdü ve iyimserlik doruktaki yerini korudu. ABD kamuoyu elektrik, uçak, yeni iletişim sistemleri gibi yeni buluşların kendilerine getirdiği “mucizeler”den büyük mutluluk duyuyordu. Charles Lindbergh’in tek başına 1927’de Paris’e uçuşu, çağın ruhunu yakaladığı görünümü vermekteydi. Henry Ford ve orta halli kişiler için ucuz otomobil üretim sistemi, yeni çağın simgesi olarak görüldü. İş dünyası, değerleri ve verimliliği açısından övüldü. 1920’lerde üç Cumhuriyetçi başkan Beyaz Saray’da yer aldı. Bir muhafazakar olan Warren Harding, büyük bir oy çoğunluğuyla işbaşına geldiyse de, beceriksizce davranışı ve çevresindekilerin skandallar yüzünden büyük tepki uyandırdı. Harding’in ölümü (1923) üstüne yerine geçen Calvin Coolidge, iş dünyasına ne kadar hayransa, hükümetten de o kadar nefret ederdi. Bir mühendis olan Herbert Hoover (1929-1933), başkanlık kurumuna kapitalizmin sağlam temellerine duyulan derin inancı getirirken, bunun bireyselliğin tam bir açıklamasını temsil ettiğini belirtti. 1920’de ABD’de yapılan nüfus sayımı, ilk kez ülke halkının çoğunluğunun kentlerde yaşadığını ortaya koydu. 1930’lar: Büyük Bunalım dönemi. Ekim 1929’da borsa- nın çöküşü, bir dünya felaketine dönüşen ve “Büyük Ekonomik Bunalım” adı verilen uzun bir ekonomik gerilemeyi başlattı. 1933’te 14 milyon ABD’li işsizdi; sanayi üretimi 1929 düzeyinin üçte birine inmişti; ulusal gelir yarıdan fazla düşmüştü. Bu derin ulusal umutsuzluğun ortasında, demokrat aday Franklin D. Roosevelt 1932 başkanlık seçimlerinde Hoover’i kolaylıkla yenilgiye uğrattı. And içip göreve başladıktan sonra, NEW DEAL (“Yeni Düzen”) bir yasa fırtınası gibi patladı. Böylece Amerika tarihinde, Batı Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat düzene benzeyen yeni bir dönem başladı. Federal yönetim, Roosevelt’in önderliğinde yetkilerinin, özellikle ekonomi üzerinde, büyük ölçüde genişletilmesine tanık oldu. Roosevelt’in güçlü bir toplum duyusu vardı. Denetimsiz bireyselliğe güvenmez ve acı çeken insanlara sempati duyardı. Ancak, ABD sistemine karşı bir kini yoktu. Kapitalizmi kurtarmak istiyordu; batırmak değil. Roosevelt Birinci New Deal’de (1933-1935) olağanüstü durum ruhunu aşılamaya girişti ve ortak çabayla herkese bir şeyler sağlanması için ilgi toplamaya çalıştı. Ekonomik çöküşün nedenleri olarak aşırı rekabet ve üretim gösterildi. Böylece iş sahiplerinin ve çiftçilerin kendilerini zarar ettirmeyecek yeni fiyatların saptanması konusunda hükümetle işbirliği yapmalarına izin verildi. Ancak 1935’te hâlâ 10 milyon işsiz vardı. İkinci New Deal (1935-1938), daha çok patron karşıtı ve daha çok tüketici yanlısıydı. Roosevelt Çalışma Projeleri İdaresi’ni (WPA) kurarak tüketicinin alım gücünü harekete geçirmeye, 1933’te ülkeyi altın standardından çekmeye karar vermişti. Ne var ki, uluslararası ticaret altınla yapılabiliyordu. Hükümet onsu 35 dolardan altın satınalacağını açıklayarak, ülkeye büyük bir altın akınının başlamasına yolaçtı. Böylece bu değerli metalin temel stoku 1940’ta eskisinin üçte biri kadar arttı. Bu para siyaseti ve işsizlere yardım harcamaları, 1940’a varmadan ekonomiyi iyileşmeye doğru götürmeyi başardı. New Deal’in etkisi bir reform önlemi olarak Amerikan sistemini temelden değiştirdi. Tarım ürünlerinin fiyatları desteklenerek, tarım ekimleri merkezden planlandı. Güçlenen Federal Rezerv Kurulu’nun denetiminde, para dağılımı özel değil, federal bir sorumluluk oldu. Borsa, Güvenlik ve Kambiyo Komisyonu’nun düzenlemesi altına girdi. Federal Depozito Sigorta Şirketi, banka mevduatlarını sigortaladı ve bankacılık etkinlikleri Bankacılık Yasasiyla (1933) sıkı denetim altına alındı. Ulusal İşçi İlişkileri Yasası, işverenlerle çalışanlar arasındaki ilişkileri kamuoyuna maletti. Özel tekeller kırılarak kamu düzeni altına sokuldu; anti-tröst çabaları yeniden canlandı. Ekonomik etkinlikler federal yönetim tarafından denetlenmeye başlandı. Halkın çoğunluğu için New Deal yasası minimum birgeçim standardı belirliyordu. İşçi Standartları Yasası, asgari ücret ve en çok çalışma saati sınırlamaları getirdiği gibi, çocuk yaş- takilerin çalıştırılmasını da yasaklıyordu. Sosyal Güven
lik Yasası, yaşlılara ve özürlülere emeklilik maaşı, işsizlik sigortası, bağımlı çocuklarıyla yalnız yaşayan annelere aylık ve körlerle sakatlara doğrudan yardım bağlanmasını güvence altına alıyordu. New Deal ayrıca, örgütlenmiş sendikaların daha yüksek ücret kazanmalarını da olanaklı kıldı. 1938’de Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO) kuruldu. New Deal ayrıca, felaket zamanlarında federal yönetimin olumlu önlemler alacağı konusunda da bir tür güven duygusu sağladı. Bu arada, dış ülkelerdeki totaliter akımlar bir dünya krizine yöneliyordu. Kamuoyunu yansıtan Kongre, ABD’nin Birinci Dünya Savaşina girmesinden son derece tedirgin olmuştu. Bu soyutlanma ruhu, bir dizi tarafsızlık yasasının oylanmasına yolaçtı (1935-1937). Kongre böylece 1914-1918’de olduğu gibi savaşa katılmanın engelleneceğini umuyordu. BİR DÜNYA GÜCÜ ABD halkı Adolf Hitler ve müttefiklerinin saldırgan davranışlarını izledikçe, soyutlanma ruhu zamanla silindi. Başkan Roosevelt ve ABD halkı, Hitler ve faşizm Avrupa’da üstünlük sağlarsa, ne ABD ulusunun ne de Batı uygarlığının yaşayabileceği sonucuna vardı. Bunu izleyen dünya savaşında, ABD büyük bir dünya gücü konumuna yükseldi. Bu durum 1940’ların sonları ile 19501er boyunca sürüp giden soğuk savaş yıllarında da terkedilmedi, tam tersine vurgulandı. Topyekûn Savaş: 1941-1945. Eylül 1940’ta, ABD tarihinde barış zamanında ilk zorunlu askerlik yasasını çıkaran Kongre, 6 ay sonra da Roosevelt’e Büyük Britanya’ya silah ve cephane gönderme yetkisi verdi. 7 Aralık 1941 ‘de Japonlar Hawaii Adalarinın Pearl Harbor limanında yatan ABD filosuna bir hava saldırısı düzenlediler. Japonya böylece, bir vuruşla Amerika’nın tarafsızlık duygularını parçalamayı başararak, ABD’yi İkinci Dünya Savaşina girmeye zorlamış ve ABD halkını önceden hiç olmamış bir biçimde topyekûn bir savaşta birleştirmişti. ABD’nin ilk askerî kararı Büyük Okyanus’ta bir savunma savaşı yaparken, gücünü Hitler’i yenmek üstünde yoğunlaştırmak oldu. 1942 yılı, birçok yenilgiden sonra, düşmanı durdurmaya ayrıldı. Japon askerî gücünün dış ülkelere yayılması önlenirken, Hitler kuvvetlerinin ABD’nin Ingiliz ve Sovyet müttefiklerine üstünlük sağlaması engellendi: Her iki müttefike de gemilerle bol silah ve cephane gönderildi. Kasımda! Kuzey Afrika’yı istila eden ABD kuvvetleri, Mayıs 1943’te bu bölgede Alman ordularını yenilgiye uğratmakta [İngilizlere katıldı. İki ay içinde Müttefikler Almanlarla Sicilya ve İtalya’da savaşıyorlardı. Aynı zamanda, Büyük Okya- nus’taki ABD kuvvetleri adadan adaya atlayarak Japon adalarına doğru ilerliyordu. Uzun Rus cephesinde, Alman orduları yenilgiye uğratılmış ve sınırlarına doğru itilmişlerdi. Haziran 1944’te büyük bir Müttefik kuvveti Fransız kıyılarına çıkarma yaptı. Daha önce İngiliz ve Amerikan uçakları Almanya’yı iki yıl geceli gündüzlü bombalamışlardı. Ağustos 1944’te Paris geri alındı. Hit- ler’in imparatorluğu artık çöküyordu. 30 Nisan 1945’te, Sovyet birlikleri Berlin’in birkaç km ötesindeyken, Hitler intihar etti. Bunu kısa bir süre sonra Avrupa’da barış izledi. Büyük Okyanus savaşı sürdü. Temmuz 1945’te Japon adaları bir bakıma savunmasız kalmışlardı. ABD hava saldırıları kentleri ardı ardına ateşe veriyordu. Ni- san’da, Roosevelt’in ölümüyle yerine geçen Harry S. Truman henüz yeni denenmiş atom bombasının kullanılması için yetki verdi. 6 Ağustos’ta, atom bombası atılan Hiroşima kenti yerle bir oldu; 9 Ağustos’ta, Nagasaki aynı kaderi paylaştı. Bir hafta içinde ateşkes imzalandı. Savaş sonrası dünyasının siyasal biçimi Yalta Konferansında (Şubat 1945) Roosevelt, Joseph Stalin ve Winston Churchil arasında saptanmıştı. Kızılordu birliklerinin girmiş oldukları Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet işgali kabul edilmişti. Karşılığında, bu ülkelerde demokratik hükümetlerin kurulmasına izin verilmesi istenmişti. Almanya’da, Sovyet bölgesinin derinliklerinde kalan Berlin’de, ortaklaşa yönetilmesi kararıyla, Sovyet ve Müttefik işgal bölgeleri kurulmuştu. Japonya’nın istilasına katkıda bulunan Sovyetler’e buna karşılık olarak, Japonlara uzun yıllar önce yitirdikleri Uzakdoğu’da bazı toprakların ve Mançurya’da bazı hakların geri verilmesi kabul edildi. Ne var ki, Sovyet denetimi altındaki Doğu Avrupa ülkelerinde Amerikalıların önerdiği türde demokrat hükümetlerin kurulmasına izin verilmeyeceği kısa sürede açıkça anlaşıldı. SSCB ayrıca, ABD’nin kendisine, Japonya’nın işgalinde ve yönetiminde rol oynamasına izin vermemiş olmasından da yakınıyordu.
Bu arada, Japonya’nın iç yapısı ve ekonomisi, ABD isteklerine uygun olarak General Douglas McArthur önderliğinde yeniden düzenlendi. “Soğuk Savaş” yılları. Aradaki uçurum giderek genişledi. İki taraf da birbirini kötüleyerek suçladı. SSCB’nin yayılmacı bir siyaset güttüğüne tanık olan ABD, yalnızca Sovyet işgalindeki ülkeler değil, “Türkiye, Yunanistan üstündeki emelleri” ve Batı Avrupa’yı ortasından bölmek için indirilmiş “demir perde” konusunda Churchill uyarıda bulundu. Soğuk Savaş başlamıştı. Mart 1947’de, “her ikisi de Sovyet tehdidi altında olan Türkiye ve Yunanistan’ı güven çemberi içine almak” için Kongre’den fon ayrılmasını isteyen Truman, daha sonra Truman Doktrini’ni açıkladı: Silahlı azınlıkların ya da dış baskıların boyun eğdirme girişimlerine karşı direnen özgür insanları desteklemek ABD’nin siyaseti olmalıdır. Nisan 1948’de, Kongre’nin onayladığı Marshall Planı, “komünizm baskısı altında olan Avrupa ülkelerine” 12 milyar dolar gönderilmesini sağladı. Truman yönetimi Demokrat geleneğine uygun olarak, çokyönlü birdiplomasi izlemeye başladı. Birleşmiş Milletler güçlü biçimde desteklendi. Bu arada, dünya gümrük tarifelerini indirme yolunda önemli adımlar atıldı. Bu uygulamalar 1947’de “Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Üstüne Genel Anlaşma”yla uluslararası alanda resmileştirildi. Marshall Planı, Avrupa’da Avrupa genelinde örgütler kurulmasını gerektirmekteydi. Bu da sonuçta Ortak Pazar’a yolaçtı. SSCB’ye karşı Amerika’nın temel siyaseti, komünizmin dışa yayılmasını engelleyici çepeçevre güçlü bir çember kurmaktı. Dünyadaki düzensizlik için SSCB’yi suçlayan öfkeli Amerikalılar, dünya barışını bir ABD sorumluluğu olarak görmeye başladılar. Ayrıca, bir zorbalık türü olan faşizmi yendikten sonra, şimdi de aynı özellikli Stalinci komünizme karşı direnmek zorunda kalmışlardı. Bu yüzden ulusal siyaseti eleştirenler şiddetle kınanıyordu. Bir dizi Doğu-Batı bunalımı, özellikle Berlin Ablukası (1948-1949), Kuzey Atlantik Paktı Örgütü’nün (NATO) kurulmasına yolaçtı (Nisan 1949). NATO ittifakı ABD’yi askerî açıdan, Türkiye ve Yunanistan dahil Batı Avrupa’ya bağlıyordu: NATO’nun bir üyesine saldırmak, tüm üyelerine saldırılmış gibi karşılık görecekti. Avrupa eski refah düzeyine kavuştukça, Doğu-Batı savaşımının odak noktası Asya’ya kaydı. Burada İngiliz, Fransız ve Hollanda imparatorlukları çökerken, Çin’deki Komünist devrimi zaferini noktalamak üzereydi (Ekim 1949). Haziran 195G’de Kuzey Kore ordusu Güney Kore’yi istila etti. O zamanlar Sovyetler’in boykot etmekte oldukları Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu, BM üyelerini bu saldırıyı hep birlikte püskürtmeye çağırdı. Kısa bir süre sonra, General Douglas MacArthur komutasında, Türkiye’nin de katıldığı çok uluslu bir kuvvet Kore Sava- şı’nda Kuzey Kore kuvvetleriyle savaşmaya koyuldu. BM ordusu Mançurya sınırına doğru hızla ilerlerken, Çin kuvvetleri onlara direnmek için güney doğrultusunda sel gibi akınca, uzun ve kanlı bir tahterevalli oyunu başladı. Ateşkes ancakTemmuz 1953’te imzalanabildi. Truman döneminde iç gelişmeler. 1945’te Kongre’yi yeni bir iç reform programı çıkarmaya çağıran Truman, ulusun ilgisizliğiyle karşılaştı. O günlerde on milyonlarca insan alt sınıflardan orta sınıfın refahına sıçramanın mutluluğunu yaşıyordu. Soğuk savaş ve bir atom savaşının yarattığı korku, bir ulusal birlik eğilimi yaratmıştı. Atom Enerjisi Yasası (1946), nükleer gücü kamulaştırarak sivil denetim altına koymuştu. Doğum oranında bir patlama olmuş, 1950’de 150 milyon olan nüfus 1960’ta 179 milyona yükselmişti. Hızla yükselen enflasyon, işçi sendikalarını binlerce grev çağrısı yapmaya zorladı. Bu da sendikaların gücünü sınırlayan Taft-Harley Yasasinın (1948) çıkarılmasına yol açtı. 1948’de Birleşik Otomobil Çalışanları, sözleşmelerinde otomatik “hayat pahalılığı” ücret artışları kazandılar ve 1955’te yıllık ücreti güvenceye aldılar. 1955’te Amerikan İşçi Federasyonu ve Sanayi Örgütleri Kongresi’nin (AFL-CİO) kurulmasını gerçekleştirecek birleşme görüşmeleri tamamlandı. Artık tüm sendika üyelerinin % 85’inden çoğu tek bir örgütte toplanmıştı. Rus komünizminin tüm dünyayı ele geçireceği korkusu, Truman döneminde bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldı. ABD, Kanada ve İngiltere’de Sovyet casus şebekeleri ortaya çıkarıldı. 1948-1950’de Dışişleri Bakanlığı eski görevlisi Alger Hiss, görev başındayken bir Komünist hücresi üyesi olarak Sovyetlere bazı sırlar verdiği gerekçesiyle hüküm giydi. 1950’de, Los Alamos atom kuruluşunda bir Sovyet casus örgütü ortaya çıkarıldı. Bu olaylar. Sovyet atom bombasının patlatılması (1949) ve Çin’de Komünistlerin zaferiyle (1949) birleşince, ABD yönetimi içindeki köstebek ağının bir Sovyet zaferinin oluşumuna yardımcı olduğu düşüncesi yaygınlık kazandı. Şubat 1950’de, Wisconsinli Cumhuriyetçi senatör Joseph R. McCarthy 4 yıl sürecek bir ulusal bunalım başlattı. Bu süre içinde, federal yönetimde, hattâ orduda komünist “köstebekler” bulunduğu konusunda elinde sağlam kanıtlar oldueunu defalarca tekrarladı. Tüm
ülke sanki Dır isteri noDetıne tutulmuştu, ortanın solundaki herhangi bir kişiye “köstebek” diye saldırılıyordu. Özellikle Dışişleri Bakanlığinın kuşkulular listesinin başında yer alması, sonuçta Truman yönetiminin dış siyaset çalışmalarını adeta felce uğrattı. 1952’de, İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa orduları başkomutanı olan ulusal kahraman Dwight D. (Eisenhower, Cumhuriyetçilerin adayı olarak başkan seçildi (1953-1961). Ama kısa sürede McCarthy ona da “zayıf, ahlaksız ve korkakça” yönetiminden dolayı saldırmakta gecikmedi. 1954’te, ilk kez televizyondan da yayınlanan ve uzun bir drama dizisi gibi ilgiyle izlenen bir kongre ön- duruşması, McCarthy’nin saygınlığını yok etti. Konuşmalarına Senato tarafından sansür konulması sonucu, ulusal istikrar bir ölçüde yeniden sağladı. Eisenhower’li yıllar. Toplumsal ve ekonomik açıdan muhafazakâr olan Eisenhower’in başkanlık döneminde ülke çok az reform uygulamasına tanık oldu. Ancak, Earl Warren’i başyargıç olarak ataması, Yüksek Mahke- me’nin ulusal yaşamında çok yürekli ve etkin bir rol oynamasına yolaçtı. Warren’in uzun görevi sırasında (1953-1969) Mahkeme ırk ayrımını yasa temeline dayanarak kaldırdı; eyalet meclislerinde ve ABD temsilciler Meclisi’nde herkesin eşit olarak temsil edilmesine karar verdi. Warren Mahkemesinin en tarihsel kararı, Brown’a karşı Topeka (Kansas) Eğitim Kurumu’nun açtığı dava oldu. Bu davada devlet okullarında ırk ayrımının anayasaya kesinlikle aykırı olduğu vurgulandı. Bu kararla, ayrı ama eşit ilkesi bir kenara atılmış oldu ve İkinci Yeniden Yapılanma’nın yolu açıldı. Artık siyah Amerikalılar, kendilerini ikinci sınıf vatandaş yapan statükocu ayırımın yasadışı olduğunu dile getirme ve suçlama olanağına kavuşmuşlardı. Ancak, eğitimde ırk ayrımının kaldırılmasına karşı güneyli beyazların direnişi bu amacın ilerleyişini oldukça yavaşlattı. 1965’te siyah çocuklar beyaz okullara Güney bölgelerinde % 25’in altında bir oranda kabul edilmişlerdi. Irk eşitliği için verilen savaş yalnızca Güney’le sınırlanmış değildi. Çünkü 1960’ta siyah Amerikalıların ancak % 60’ı orada kalmıştı. Üstelik % 73’ü artık kentlerde yaşıyordu. Güçsüz bir kırsal işgücü olmaktan çıkmışlardı. 1957’de Sovyetler ilk yapay uyduları olan Sputnik’i uzaya fırlattılar. Bu olaydan üzüntüye kapılan ABD kamuoyunun “Bu roket çağında biz niye bu kadar geriyiz” diye yakınmayabaşlamasısonucundal 958’de Konlgre, Moril Yasa’sından (1862) sonra ilk kez, genel bir eğitim yasası olan Ulusal Savunma Eğitim Yasası’m çıkardı. Bu yasayla, ilköğretimden üniversiteyi bitirmeye kadar uzanan eğitim sürecine 1 milyar dolar ayrıldı. Dış işleri Bakanı John Foster Dulles’ın yönetiminde, Eisenhower’ın dış politikası Truman’ınkine oranla daha katı ve milliyetçi bir çerçeveye yerleştirildi. Batı Avrupa ile daha az düşünce alışverişinde bulunulmasının büyük Amerikan girişimlerini engellemesi sonucu, ABD ve Batı Avrupa birbirinden kopmaya başladı. ABD ekonomisindeki sürekli gerilemeler ulusal büyüme hızını baltalarken, Sovyet ve Bati Avrupa ekonomileri çarpıcı bir biçimde geİişti. Sovyetler’in saldırgan önderi Nikita Kruşçev, “komünizmin kapitalizmi gömeceğini” ısrarla yineleyip, kıtalararası güçlü füzeleriyle övünürken, bir yandan da Güneydoğu Asya ve başka yerlerdeki sözde kurtuluş savaşlarını destekledi. 1960’TAN GÜNÜMÜZE ABD: SİSTEME YENİ MEYDAN OKUMALAR 1960’lar ve 1970’lerde dikkatler ülkedeki toplumsal ve kültürel ayaklanmalar üstünde odaklanınca, soğuk savaş kaygıları sönmeye yüz tuttu. Asya’da uzun ve sonuçsuz bir savaşa katılma (Vietnam) ve Beyaz Saray’a kadar uzanan birtakım skandallar, pek çok ABD’linin ülke değerlerine ve yönetim sistemine duyduğu güveni sarstı. Ancak, ABD yönetimi bu gibi meydan okumaları geçiştirerek, 1970’lerin bulanık havasından, sağlam olarak çıkmayı başardı. 9 Kennedy’li Coşkulu Yıllar. 1960’ta “ülkeye yeniden hareketgücü” kazandıracağını söyleyen Demokrat Senatör John F. Kennedy, başkan yardımcısı Richard M. Ni- xon’a karşı başkanlığı kılpayı bir zaferle kazandı. Şaşırtıcı bir ulusal sempati topİayan karizmatik Kennedy, gençler ve bir işte tutunamamış kişiler arasında büyük umutlar canlandırdı. Kurduğu Barış Gönüllüleri örgütü, üç yıl içinde 10 000 ABD’li genci 46 ülkede çalışmak için dışarı gönderdi. Ayrıca, giderek korumacı olan Avrupa Ortak Pazarı’na tüm dünyaya köklü gümrük tarifeleri kesintileri de önerdi. Haziran 1961’de, Kennedy ortak bir hedef göstererek dağınık ve düzensiz durumdaki uzay çabalarını birleştirdi: Aya bir Amerikalı göndermek. Kongre projeyi karşılamak için milyarlarca dolar akıttı. (Apollo Programı 20 Temmuz 1969’da aya astra- not indirmeyi başardıktan sonra, uzay çalışmaları sürdüyse de hızı azaldı). Kennedy, Beyaz Saray’a girdikten 3 ay sonra, hatası yüzünden büyük bir yenilgiye uğradı. Hazırlayıcılığını ClA’in yaptığı bir planı gerçekleştirmek için harekete geçmişti: Küba’ya bir istila gücü çıkarmak. Küba, Fidel Castro’nun önderliğinde, Sovyet denetiminde bir komünist devlet olmuştu. Domuzlar körfezi ¡çıkarması tam anlamıyla başarısızlığa uğradı. Gönderilen, mülteci Kübalılardan ve CİA üyelerinden oluşan birlik, Nisan 1961’de Domuzlar Körfezi’ne çıkmak için uğraşırken yok edildi. Bunu izleyen 2 yılda, Kennedy SSCB’yle katı Soğuk Savaş ilişkilerini kırmak için çalıştı. Ancak, Ekim 1962’de Sovyetler’in Küba’da büyük bir hızla ABD’yi vurabilecek güçte balistik füze rampaları kurduğunu öğrendi. Adayı denizden ablukaya alarak, Sovyetler’i geri.çekilmeye zorladı ve füze rampaları sonunda söküldü. Rahat bir nefes alan dünya, iş çatışma noktasına gelince iki süper gücün nükleer bir savaşa başvurmaktan kaçındığını anlamış oldu. Bu Küba Füze Bunalımı, Soğuk Savaş’a etkili biçimde son verdi. Atom bombasının artık devreden çıkmış gibi görünmesi sonucunda, Moskova önemli konularda görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Böylece ABD-Sovyet ilişkilerine zamanla yeni bir hava, “yumuşama” egemen olmaya başladı. Bu hava 1960’ların sonlarında ortaya çıkıp, 1970’ler boyunca sürdü. Ekim 1963’te imzalanan ve atom denemelerini yasaklayan Moskova Antlaşması, yeni ilişkiler döneminin açılışını simgeliyordu. Dünyanın üç nükleer gücü (Büyük Britanya, ABD ve SSCB; dördüncü güç Fransa anlaşmayı imzalamadı), atmosferde atom bombası patlatma denemelerine son vermek için anlaştılar. Bu yeni güven çevresi içinde, uzun süredir çöküntü, savaş ve soğuk savaş krizlerinin baskısı altında tutulan ABD kültürü, zincirinden boşanmasına çok yönlü değişikliklere sahne oldu. Artık medyada başlıca tartışma konuları, gençler arasında hızla değişen giysi modelleri ve davranışlar, “yeni kadın” ya da anılmaya başlandığı gibi “kurtarılmış kadın”, yeni seks uygulamaları ve yeni yaşam biçiminin getirdiği davranışlar gibi şeylerdi. Toplum ve birarada yaşama duyusu kaybolmuştu. Romantizm yeni havayı biçimlendiriyor, grup disiplinin yerini bireysellik ve kendini beğenmişlik alıyordu. Suikast ve kültür ayaklanması. Kennedy’nin başkanlığı dönemindeki coşku ve gençliğe ülkeye hizmet etmeleri için yaptığı çağrı, siyah ve beyaz bütün gençlere esin kaynağı olmuştu. Kasım 1963’te bir suikast sonucu öldürülmesi, her yaşta Amerikalı’yı sarstı; çok geçmeden de gençler ile “sistem” arasında kurduğu psikolojik bağlar gevşemeye başladı. Yerine geçen Lyndon B. Johnson, gençlere güven vermeyi başaramadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğan çocuklar, lise çağına gelerek radikal öğrenci gruplarının “vahşi kuşağı”nı ve “hippi”leri oluşturdular. Her iki topluluk da siyasal ve kültürel otoriteye başkaldırdı. Yaşama biçimleri de hızla değişti. Etkili konuşmalar, Playboy dergisi, önemli konularda Yüksek Mahke- me’nin kararları, ABD’yi seks açısından dünyanın en ileri, en özgür ülkelerinden biri durumuna getirdi. Uyuşturucu alışkanlığı dirildi. 30 yaşın üstündeki kişiler “asi gençliğe” öfkeli bir tepki gösterdiler. 1960ların ikinci yarısında kuşaklar arasındaki bu uçurum daha da genişledi. Gençlerin çoğu, ABD’nin Vietnam Savaşinda ne işi olduğunu sormaya başladılar. Barışçı protestolar şiddetli çatışmalara dönüştü. 1968’de rahip Martin Luther King’in ve Başkan Ken- nedy’nin kardeşi Robert F. Kennedy’nin öldürülmeleri, ABD toplumunda şiddet eğilimli pek çok karanlık dolaplar döndüğüne ilişkin kuşkuları güçlendirdi. 1960’lar ve 1970’lerde ırk ilişkileri. 1950’lerin ortalarından beri King ve öbür siyah önderler, ırk ayrımına karşı Güney’de siyah Amerikalıların disiplinli kitle protestolarını yönetiyorlardı. Öte yandan, ırk ayrımının sona ermesine karşı çıkan güneyli beyaz direniş gruplarının şiddete başvurmaları, kuzeylilerin egemenliğindeki Kongre’yi harekete geçirerek İnsan Hakları Komisyo- nu’nu kurmasına (1957) yol açtı ve siyahların oy verme haklarının çiğnenmesini yasakladı (1960). 1962’de, Başkan Kennedy, Mississippi Üniversitesine James Meredith adlı siyah bir öğrencinin alınmasını zorla sağlamak için askerî birlikler gönderdi. Ayrıca, finansmanı federal hükümet tarafından yapılan binalarda ırk ya da din ayrımını yasakladı. Kennedy’nin ölümünden sonra, Başkan Johnson oy verme hakkını beyazlarla sınırlayan seçim yasasının kaldırılmasını istedi (Ağustos 1965). Bunun üzerine kayıtlı siyah seçmenlerin oranı Güney’de % 30’un altından, birden 1966’da % 53’ün üstüne fırladı. Siyah devrimin insan haklarıyla ilgili bölümü yasal açıdan doruğuna ulaşmıştı. Daha sonra, 1964’ten 1968’e kadar yüzü aşkın ABD kenti “Irk ayaklanmalarıyla çalkalandı. Böylece siyahlar arasındaki yüksek işsizlik oranı ve toplumdanıdışlanma patlamış oldu. Umutsuzluğun getirdiği bu şiddet olayları karşısında, kuzeyli beyaz topluluk hemen ırk konusundaki reformcu tutumundan vazgeçerek geri çekildi. 1968’de, sağcı bir siyasetiçi olan Richard M. İNixon başkanlığa seçildi. Yine de, beyaz-siyah ilişkilerinde köklü değişiklikler sürdü. Gelirdeki ekonomik eşitsizlik ortadan kalkma- dıysa da, beyaz egemenliğindeki Amerikan kültürü kapılarını sonuna kadar siyahlara açtı. Siyahlar parti sisteminin ana akışının içine girdiler. Televizyon yayınlarının günlük etkisi siyahları şovlarda, reklam filmlerinde ve dizilerde göstererek, onların çokırklı bir ulusun ayrılmaz bir parçası olduklarının kanıtlanmasına yardımcı oldu. Meksikalı Amerikalılar ve Porto Rikolular da ABD yaşamında giderek daha saygın bir konuma geliyorlardı. 1960’larda 9 milyon düzeyine ulaşan “İspanyol Amerikalılar”, en büyük ikinci etnik azınlık olmuşlardı. Onlar da politika, kültür ve ekonomi alanlarında hakları olan eşitliği elde etmişlerdi. Kennedy-Johnson yasal düzenlemeleri. İşbaşına geldiği ilk 3 ay içinde Kennedy, Kongre’ye reform yasaları çıkarılmasını isteyen 39 mesaj ve mektup göndermişti. Ancak, Kongre’deki Cumhuriyetçiler ve muhafazakâr güneyli Demokratlar koalisyonu, Kennedy’nin yasal hedeflerinin çoğunun gerçekleşmesini ölümüne kadar olan sürede engellemeyi başardı. 1964’te, Cumhuriyetçi başkan adayı Barry Goldvvater’a karşı büyük bir zafer kazanan Johnson, ardısıra Kongre’ye büyük bir Demokrat temsilci çoğunluğu sürüklemişti. Böylece siyasal ustalığını göstererek geniş kapsamlı programını uygulamaya girişti. Johnson önce “yoksulluğa karşı savaş” açtı; Kongre de ona Barış Birlikleri (VİSTA) kurarak yardımcı oldu. Eğitim için eyaletlere büyük paralar akıtıldı. 1965’te, milyonlarca yaşlı Amerikaliya güvenlik sağlayan Sağlık Yasası (MEDİCARE)|çıkarıldı.Kennedy’nin Temiz Hava Yasasinı (1963) izleyen Su Niteliği Yasası (1965), çevre kirliliği savaşı çabalarının kapsamını genişletti. Yeni ulusal parklar kuruldu ve ilkel bölgeleri korumak için “Vahşi Kesimler Yasası” çıkarıldı. Ekonomik Gelişme Yönetimi, Apalaş dağları gibi yoksulluğun kol gezdiği alanlarla ilgilenmekle görevlendirildi. Kentsel kesimlerin yeniden düzenlenmesi ve kamu konutları için milyarlar ayrıldı. Vietnam’da savaş. Ancak, Vietnam Savaşı Johnson’ın başkanlığının sonunu getirdi. ABD, 1954’ten beri Güney Vietnam’ın koruyucusu olmuştu. O tarihte Cenevre Konferansı, Vietnam’ı komünist Kuzey ve Batı yanlısı Güney olarak ikiye bölmüştü. 1961 ‘de bir iç devrim Güney Vietnam rejimini devrilme noktasına getirmiş, Güney Vietnam’ın kurtarılabi- lir olduğuna karar veren Kennedy, 15 000 askerî danışman ve bol miktarda mühimmat göndermişti. 1964’te çöküşün yine tırmandığının açıkça anlaşılması sonucu, Johnson da ABD müdahalesini tırmandırmaya karar verdi. Aynı yıl seçimleri kazanmasından sonra, Kuzey Vietnam’ın havadan bombalanmasını başlattı ve bu iş görünürde hiç bir sonuç alınmaksızın 3 yıl sürdü. Bu arada, bütün dünya (ve birçok Amerikalı) ABD’nin askeri harekjâtını kınadı. Nisan 1965’te, Johnson, Vietnam’a kara birlikleri göndermeye başladı. Bunların toplamı 1969 başlarında yaklaşık 550 000 kişiye ulaştı: toplam harcamalar da 100 milyar doları buldu. Ama hâlâ zafer ortalıkta görünmüyordu. Her yıl birbiri ardına sürüp giden büyük kitle protestolarına yanıt olarak ve sonuçsuz Amerikan zayiatını (1967’de 100 000 kişiyi geçmişti) göz önünde tutarak, Mart 1968’de Kuzey’in bombalanmasını durdurmaya karar veren Johnson, ayrıca asker sayısını indirmeye başladı ve seçimlerde ikinci kez aday olmayacağını açıkladı: Çok sevilen bir başkanken, en çok nefret edilen ve istenmeyen başkan haline gelmişti. Nixon yönetiminde dış siyaset. 1969’da Richard M. Nixon başkan olunca, ABD’nin dış siyasetini kökten değiştirdi. Yeni tema, dünyanın çevresini kuşatan düşünce saplantılarından geri çekilmekti. Nixon dış siyasette Theodore Roosevelt’in izinden yürüdü. Danışmanıyken sonradan dışişleri bakanlığına getirdiği Henry Kis- singer’la birlikte, bir tür “güçlerin dengesi” siyaseti başlattı. ABD’yi müttefikleriyle kalıcı anlaşmalardan uzak tutmayı yeğledi. Böylece öteki dört güç merkezi -Avrupa, SSCB, Çin ve Japonya- arasında serbestçe gidip gelebilecek ve dünya dengesini kurabilecekti. Nixon kısa sürede “Vietnamlaştırma” siyasetini açıkladı. Buna göre, ABD kuvvetleri yavaş yavaş çekilecek ve Güney Vietnam ordusu ağır silahlarla donatılacaktı. Yine de, üç yıl içinde (1969-1971), 15 000 Amerikalı daha Vietnam’da savaşırken öldü. Nisan 1970’te, komünist “yuvalarını temizlemeye yönelik boşuna bir girişim olarak, büyük bir kuvvetle Kamboçya’nın istilası başlatıldı. Daha sonra Nixon, Komünist Çin’e uzun süredir konmuş olan ABD ambargosunu kaldırarak, bir anda dünyanın dikkatini çekti. Şubat 1972’de ortak sorunlarla ilgili görüşmelerde bulunmak için Pekin’i ziyaret etti (bu 1979’da diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması için ilk adım oldu). Bir yandan da, 1971 sonlarında yeniden başlatmış olduğu, Kuzey Vietnam’ı havadan bomba yağmuruna tutmayı sürdürdü. Konre’nin Vietnam Savaşı’na son verme girişimlerini gözardı etti. “Başkomutan olarak, hâlâ Vietnam’da bulunan Amerikan askerlerinin yaşamını korumak için gerekli gördüğü herşeyi yapmaktan kaçınmayacağını” vurguladı. Mayıs 1972’de, Nixon, Moskova’da Sovyet liderleriyle görüşen ilk ABD başkanı oldu. Moskova’dan ticaretle ilgili önemli anlaşmalar, uzay programlarında ve teknolojinin öbür kollarında işbirliği, kültür alışverişi ve daha birçok alanda antlaşmalar yaparak ayrıldı. Kuzey Vietnamlılar ile Paris’te yaptığı görüşmelerin Vietnam Savaşı’na son vermeye yönelik olduğu anlaşılınca popülerliği büsbütün arttı. 1972’de Demokratlar, Güney Dakotalı senatör George McGovern’ı başkan adayı gösterdiler. McGovern yıllar boyu kadın haklarını, siyahların eşitliğini ve gençlere daha çok özgürlük verilmesini savunmuştu. Ne var ki ulusal muhafazakâr kültüre giderek daha çok bağlanması ve Vietnam’da barış eğiliminin artması sonucunda, Nixon ezici bir zafer kazandı. Ocak 1973’te de, Vietnam görüşmelerinin başarıyla sonuçlandığını açıkladı: Bir ateşkes yapıldı ve savaş tutsaklarının değiş tokuşu sağlandı. Watergate. Richard Nixon başarılı bir ikinci dönemden emin olarak başkanlık koltuğuna yerleşmişti. Ancak, daha 1973 yılı sona ermeden, göreve getirdiği üst düzey yetkilileri ABD tarihinin en büyük skandalinin batağına saplandılar. Mart 1974’te Watergate skandalinin şaşırtıcı olayları ve bununla ilgili yolsuzluklar -başkan yardımcısı dahil- bir düzineden çok üst düzey yetkilinin istifasına yol açtı. İşledikleri suçlar soygun, sahtekârlık, yasadışı telefon dinleme ve elektronik araçların kullanımı, yalancı tanıklık, adaleti engelleme, rüşvet, vb. birçok yolsuzluğu içermekteydi. Bu skandal olaylarının kökleri, Roosevelt’le başlayan uzun Demokrat iktidarı yıllarına dayanıyordu. Roosevelt döneminde ABD başkanlığı bir tür mutlak krallığa dönüşmüştü. Beyaz Saray’a yerleşecek herhangi bir kişinin birdüğmeye basması bu büyükgücü tam anlamıyla kullanmasına yeterliydi. Lyndon Johnson, dev boyutlu düşleri olan bir insandı; bunun bir sonucu ABD’nin Vietnam’da yıkıcı bir savaşa girmesi oldu. Richard Nixon da başkanın imparator yetkisine sahip olduğuna inananlardan biriydi. 1969’dan başlayarak Nixon, kendisinin vereceği buyrukla federal görevlilerin yasayı çiğneyebileceği ilkesinden güç alarak çalışmıştı. 17 Haziran 1972’de, Beyaz Saray’ın Özel Soruşturma Birimi üyeleri, Demokrat partinin Washington’daki |Watergate binasında bulunan bürosunu soyarken yakalanınca, başkanın buyruğuyla, Watergate soyguncuları ile yürütme yetkilileri arasında bağları örtbas etmek için olağanüstü bir çaba harcanmaya başlandı. Bu örtbas etme işi adaleti engellemek suçunu, yani sahtekârlığı oluşturdu. Bu gerçek, soygunların içyüzünü anlamak için Mayıs 1973’te başlatılan Kongre ön soruşturmasından aylarca saklandı. Ancak, televizyondan verilince, ABD halkı, karanlık pazarlıkların finansmanı için elden ele dolaşan milyonlarca dolardan haberdar oldu; izleri örtmek ve belgeleri yok etmek için harcanan bilinçli çabaları ve başkanın yardımcılarıyla yaptığı konuşmaları kaydeden bantların varlığını öğrendi. Watergate skandalinin Nixon’in saygınlığını yok etmesi sonucu, Kongre Kamboçya’nın bombalanmasını finanse etmek için kullanılan fonları keserek, ABD’nin Çinhindi’ndeki savaşını durdurdu (1 5-Ağustos 1973’ten sonra). Vietnam Barış Anlaşmasindan sonra da sürmüş olan bombardıman böylece kesildi ve ABD’nin bu en uzun savaşı sona erdi. Kasım 1973’te Kongre, başkanın vetosuna karşın, sınır dışı savaşlarda başkanın hareket özgürlüğünü önemli ölçüde sınırlayan “Savaş Yetkileri Yasasi’nı oyladı. 10 Ekim 1973’te başkan yardımcısı SpiroT.|Agnew görevinden istifa edince, Nixon, Sena- to’nun onaylaması sonucu Gerald R. Ford’u kendi yerine geçecek kişi olarak atadı. 24 Temmuz 1974’te, Yüksek Mahkeme Nixon’a elindeki Oval Ofis bantlarını Kongre’ye teslim etmesini bildirdi. Böylece başkanın örtbas etme işini doğrudan onaylamış olduğu ortaya çıktı. Bunun üstüne Cumhuriyetçi Kongre grubunun baskısıyla, Richard Nixon 9 Ağustos 1974’te başkanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Üçüncü Yüzyıl başlarken. Başkan Gerald R. Ford’un yönetiminde ABD’nin kuruluşunun ikinci yüzyıl şenliklerine hazırlanılırken (1974-1977), Anayasa’nın işlediği yolunda güvence verildi: Ağır yolsuzluklarla suçlanan bir başkanın barışçı yollardan görevinden ayrılması sağlanmıştı. Öte yandan, ABD halkı, Vietnam Savaşinda ülkesinin gücünün sınırlarını çok iyi anlamıştı. Ayrıca, Watergate skandalında, yolsuzluk tehlikesinin cumhuriyetin demokratik değerlerine verdiği zararı da öğrenmişti. Ülkenin kentleri büyük güçlükler içindeydi: Ulusun beyaz olmayan insanları gelir ve fırsat açısından hâlâ beyazların çok gerisinde sürükleniyordu; işsizlik oranı %
6’dan fazla bir düzeyde çakılmış kalmış gibiydi; enflasyon ülkedeki herkesin satınalma gücünü tehdit ediyordu. Bu sorunların çoğu, ABD kamuoyunu Jimmy Car- ter’ın başkanlığı döneminde (1977-1981) de kemirmeyi sürdürdü. Georgialı bir Demokratolan Carter, Ford’u 1976 seçimlerinde yenmişti. Carter, başkanlık makamına bir teklifsizlik ve bir dindarlık havası getirdi. Mısır-İs- rail barış antlaşması (1979’da imzalandı) için görüşmeler düzenledi ve Panama kanalı antlaşmasını sonuca bağladı (1978). Ayrıca, ABD ekonomisini durma noktasına getirmekle tehdit eden petrol sıkıntısı, İranlı militanların ABD’li diplomatları rehin alması (1979) ve Sov- yetler’in Afganistan’a müdahalesi sonucu (1979) yeni boyutlar kazanan uluslararası bir bunalımla uğraşmak zorunda kaldı. Sorunların çözümsüz kalması üstüne halkın gözündeki saygınlığı uçup gitti: 1980’de seçmenler, ezici bir çoğunlukla oylarını muhafazakâr Cumhuriyetçi aday Ronald Reagan’a verdiler. Reagan Dönemi. Reagan başkanlık görevine iyi koşullarda başladı. Serbest bırakılan İran’daki rehineler Rea- gan’ın and içerek göreve başladığı gün ülkeye döndüler. Bu iyimserlik havasından yararlanmak isteyen Reagan, vergilerde önemli ölçüde indirim sağlayan ve özel girişimleri yeniden düzenlemeyi öneren bir tasarıyı Kongre’ye sundu. Tasarı görüşülürken (Mart 1981), düzenlenen bir suikasti iyimser bir havada atlatması, Kon- gre’yi vergi tasarısını onaylama konusunda ikna edici oldu. “Reagan Devrimi”, Federal Rezerv Sistemi’nin sıkı para siyasetiyle birleşince, 1970’lerin ekonomik durgunluğunun sona ereceğini sananlar büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Yüksek faiz oranlarının, enflasyonun 1980’deki % 12’nin üstünden 1982’de % 7’nin altına düşmesine yardımcı olmasına karşın, işsizlik oranı % 7’den % 11’e çıktı (1940’tan beri en yüksek oran) ve yıllık federal bütçe açığı 117 milyar dolara tırmandı. ABD, 1930’lardan beri en kötü gerileme döneminin deneyimini yaşadı. Ancak, 1983’ten başlayarak ekonomi birden yeniden canlandı. 1986’nın sonunda 11 milyon yeni iş yaratılmış, tüketici fiyat indeksi 1979’daki % 13’1’den % 4,1’e düşmüştü. Reagan’ın ekonomiyi iyileştirici ilacının Ortabatinın gerileyen sanayi bölgelerine çok az yararı dokundu. 1980’lerin ilk yarısında yoksullar arasına % 40 bir artışla, 8,4 milyon kişi katıldı. Yaklaşık 33 milyon ABD’linin . -her yedi kişiden biri- yoksulluk çizgisinin altında yaşadığı bildirildi. Ama orta sınıflar refah içinde, düşük enflasyonun mutluluğunu yaşıyor ve başkanın ekonomi programını candan destekliyorlardı. Bu arada, Reagan, ateşli komünizm karşıtı konuşmalarını, genelde temkinli dış siyaset etkinlikleriyle dengeliyordu. SSCB’yi “şeytanlıklar imparatorluğu” diye adlandırmasına karşın, Afganistan’ın işgalinden sonra Başkan Carter tarafından Sovyetler’e karşı uygulamaya konan tahıl satışları ambargosuna son verdi. ABD tarihinin en büyük barış zamanı askeri gücünü kurmakla övünürken, Carter tarafından görüşmesi yapılmış SALT II silahları denetim antlaşmasının hâlâ onaylanmamış olduğunu görerek ele aldı. Barış gücü olarak Lübnan’a ABD birlikleri gönderdi; ama Ekim 1983’te bombalı bir saldırıda 241 deniz piyadesi öldükten sonra geri çekti. Yalnızca Orta Amerika’ya ve Antil adalarına tutumunda, hareketleri konuşmasına uyum sağladı. Salvador’da bir Komünist ayaklanmasını bastırmak için “askerî danışmanları” görevlendirdi ve Salvador hükümetine para yardımında bulundu. Nikaragua’nın komünist yanlısı Sendinista hükümetini devirmeye karar vermesi sonucu, “kontralar” adı verilen hükümet karşıtı asilere el altından yardım etti. 1983’te Antil adalarından Gre- nada’da, Küba yanlısı bir rejimi devirmek için askerî kuvvet kullandı. 1984’te, Reagan ve başkan yardımcısı adayı George Bush, Demokrat rakipleri Walter Wondale ile Geraldine Ferraro’yu kolayca altettiler; ama Demokratlar Kon- gre’de çoğunluğu sağladıklarından, başkan bu ikinci döneminde daha az iç girişimde bulunabildi. 1986’da Yüksek Mahkeme, otomatik kesintilerin anayasaya aykırı olduğunu açıkladı. Ticaret siyasetini denetleme konusunda çıkan anlaşmazlıklar da, dışalımların dışsatımlar üstündeki dengesizliğini büsbütün bozdu. Ancak, vergi indirimi ve savunma harcamaları ekonomiyi canlı tuttu. Reagan’ın başkanlık döneminin sonunda Cumhuriyetçi Parti, yönetimi sırasında 16,5 milyon yeni iş olanağı yaratılmasına yardımcı olmak, işsizlik oranını 17 yılın en alt düzeyine indirmek, çift rakamlı enflasyon hızını % 4’e indirmek ve GSMH’yi üçte bir kadar artırmış olmakla övünebilirdi. Öte yandan, Demokratlar, Rea- gan’ın programlarını refahı yoksulu harcama pahasına yarattığı için eleştirebilirlerdi. Reagan ABD’nin parasal geleceğini ipotek altına almıştı. Kamu borçları 1980’de- ki % 8,9’dan 1989’da % 14,8’e yükselmişti. Üstelik, sürekli ticaret ve bütçe açıkları ABD’yi 1914’ten bu yana ilk kez borçlu bir ülke durumuna dönüştürmüştü.
Görevde kaldığı sekiz yıl içinde Başkan Reagan,Yüksek Mahkeme’ye üç muhafazakar atamış ve muhafazakâr William Rehnquist’i başyargıçlığa getirmişti. Kısacası, 700federal yargıçlığın yarısından çoğunu muhafazakâr adaylarla doldurmuştu. Reagan’ın ikinci görev döneminde İran-Kontralar Olayı en büyük skandallardan biri oldu. Bu olayda ulusal güvenlik danışmanı John M. Poindexter, deniz piyade yarbay Oliver North ve öbür üst düzey yetkililer, İran’a gizlice sattıkları silahlardan elde ettikleri kazancın bir bölümünü Nikaragua’daki asi kontralara aktarmak gibi sinsi bir plana bulaştılar. Bu olayın Kongre tarafından soruşturulması (1987), Poindexter ile North’un suçlu bulunmasına yolaçarken, yönetimin görünümü de fena halde zedelendi. Ronald Reagan’ın ikinci döneminde, dışişlerindeki gelişmeler, gelmiş geçmiş başkanların bu en komünist karşıtı olanının, Sovyetler Birliği ile yeni bir uyumlu bir ilişki içine girmesine ve nükleer silahlanmayı kısıtlayan ilk süper güçler antlaşmasını imzalamasına yolaçtı. Batı ile gerginliği yumuşatmaya karar veren Sovyet lideri Mihail Gorbaçov, 1985 ve 1986’da Reagan’la buluştu; 1987’de Orta Menzilli Nükleer Silahlar Antlaşmasını imzaladılar. 1988’de zaferiyle övünen Reagan, dördüncü bir zirve ve daha başka silah indirimleri görüşmeleri için Moskova’ya gitti. Bush yönetimi. Soğuk savaşın yolaçtığı gerginliğin dikkat çekici boyutlarda azalması ve kavuşulan refah düzeyinin hiçbir vergi artırımı olmadan sürüp gideceği yolunda verilen sözler, Cumhuriyetçi George Bush ile yardımcısı Dan Quayle’i Demokrat adaylar Michael Dukakis ve Lloyd Bentsen’e karşı 1988’de zafere taşıdı. Reagan’ın güçlü kişiliğinden yoksun olan ve Demokratların denetimindeki bir Kongre’yle karşılaşan Bush, daha ılımlı bir tutumla ve Reagan’a oranla orta yoldan yürüyerek yönetmeyi seçti. 1989-1990’da Doğu Avrupa’da komünizmin hızlı çöküşü ve 1991 ‘de SSCB’deki karışıklıklar, Bush’a uluslararası gerginliği azaltma ve dünya işlerinde ABD’nin üstünlüğünü ilan etme fırsatı sağladı. Bush, 1989’da Panama başkanı Manuel Norie- ga’yı devirmek için askerîlmüdahalede bulundu. 1990 ortalarında, Irak’ın Kuveyt’i istila ve ilhakına yanıt olarak, 400 000’den çok ABD’li askeri Suudi Arabistan’ı savunmak için Basra körfezi bölgesine gönderdi. Bush’un ültimatomunu gözardı eden Irak, Ocak 1991’de askerlerini Kuveyt’ten çekmeyi reddedince Bush, Irak’ın ve Kuveyt’teki birliklerinin havadan yoğun biçiminde bombalanması, sonra da karadan saldırıya geçilmesi için yetki verdi ve kolay bir zafer kazandı (Bk. KÖRFEZ SAVAŞI). Dışarda kesin kararlı ve etkili olan Bush, iç işlere damgasını vurmayı başaramadı. Bölünmüş ve moralini yitirmiş Demokrat Parti’nin karşısında Bush, 1992’de yeniden seçilmeyi sağlamak için var gücüyle dış işlerdeki başarılar peşinde koştu. Bunun bir sonucu olarak, milyonlarca ABD’linin kurtulamadığı yoksulluk, suç ve uyuşturucu kullananların oranının giderek artması, sağlık bakımından eşitsizlik ya da aldırmazlık, duraklamış bir ekonomi ve federal bütçe açığının giderek büyümesi gibi sorunlar yine sürüncemede kaldı. Bunların doğal sonucu da, 1992 seçimlerinde, 12 yıllık Cumhuriyetçi Parti yönetiminden sonra, bakanlığajDemok- rat Parti’nin ¡başkan adayı Bili Clinton’ın seçilmesi ve 20 Ocak 1993’te, başkanlığı Bush’tan devralması oldu.