ONLAR DÜNYANIN EN GÜZEL İNSANLARI
19.asrın ikinci varışında Prusya Devleti’nin Alman birliğini sağlayarak başta İngiltere olmak üzere bütün dünyanın karşısına bir süper güç olarak çıkışı dünya tarihinin önemli hadiselerindendir. Prusya gibi küçük bir devletten dünya çapında söz sahibi olan güçlü Almanya’ya geçişin iki mimarı vardır. Bunlardan birisi Prens Bis- marck, diğeri Mareşal Moltke’dir. Prusya ordusunun başkomutanı olarak Moltke, 1864’te Danimarka’yı, 1866’da Avusturya’yı mağlup etmiştir. 1870 yılında da Fransa ordusunu hezimete uğratarak Fransa İmparatoru III. Napolyon’u esir almış ve muzaffer bir komutan olarak Paris’e girmiştir. Bu başanları Alman birliğinin kurulmasını sağlarken Moltke’nin adı dünya askerlik tarihindeki yerini almıştır. İşte bu Moltke, 1835-1839 yılları arasında genç bir yüzbaşı iken Osmanlı ordusunda askeri öğretmen ve tahkimat uzmanı olarak hizmet etmiş ve 1839 yılındaki Nizip savaşma da katılmıştır. Moltke’nin ileride iyi bir komutan olmasında Türkiye’de iken edindiği tecrübelerin rolü olduğu bilinmektedir. “Seyyahların Gözüyle” bölümünde bu ay, Moltke’nin “Türkiye Mektupları” isimli eserinden iktibaslarda bulunacağız. Moltke bu eserini, Osmanlı ordusunu eğitmek için yurdumuzda bulunduğu sıralarda yazmış ve 1841 yılında Almanya’da bastırmıştır. Eser, 1960 yılında dilimize çevirilmiştir.
Namaz Kılan Müslüman
Biraz eksik aksak olmakla beraber Moltke, namaz kılan bir mümini şöyle tarif ediyor:”Bir Türk’ü ibadet ederken görmek daima hoşuma gider. Adamın kendini tamamıyla ibadete verişi, o kadar derindir ki acaba dönüp bakarmı diye arkasından insanın top patlatacağı gelir. Mümin, ellerini ve ayaklarını yıkadıktan sonra Mekke’ye yönelir. Bunun için de bazıları hançerlerinin başında küçük bir pusula taşırlar. Sonra bir an elleriyle kulaklarını kapar ve dudaklarını kımıldatarak fakat sessizce Kur’an’dan bir sure okur. Derken eğilir, iki diz üstüne çöker ve birkaç defa alnını yere değdirir. Sonra yerden kalkar, ellerini sanki bir kitap okuyormuş gibi açar, gene yere kapanır, doğrulur ve nihayet, sanki eski çizgilerini tekrar yerine getirmek ve bu dindarca hareketlerin bütün izlerini silmek istiyormuş gibi iki elini yüzüne sürer. Her iki tarafa, her ibadet edenin yanlarında duran iki meleğe karşı hafif bir baş keser, ibadet de biter.”
Türklerde Kölelik
Moltke, Türklerin kölelerine aslâ Batılı toplumlar gibi zulüm yapmadıklarını söylüyor. Onları aile fertlerinden biri kabul ederek kendi çocuklarından ayırmadıklarını hayranlıkla anlatıyor: “Doğuda esaret söz konusu olunca, bunda daima bir Türk kölesiyle Amerika’daki bir zenci esir arasında mevcut dağlar kadar büyük fark gözden kaçmaktadır. “Bir Türk’ün satın alınmış kölesi, kiralanmış olandan bin defa daha iyi durumdadır. Efendisinin malı, üstelik pahalı bir malı olduğu için efendi onu korur, hasta olursa bakar ve haddinden fazla yorarak onu işe yaramaz hale getirmekten sakınır. Şekerkamışı çiftliklerinde çalışmak gibi işler hiç de söz konusu değildir. Türklerin umumiyetle adamlarına karşı iyi hareketten, adaletten, iyilik istemekten yoksun oldukları da söylenemez. “Herhangi bir Avrupa devleti, doğudaki bütün esirlerin azat edilmesini sağlasa, buna esirler pek az müteşekkir kalacaklardır. Daha çocukken velinimetinin evine giren esirler ailenin bir üyesi haline gelir. Yemeklerini, tıpkı ev işlerini onlarla birlikte yaptığı gibi evin oğullarıyla beraber yer. Bu işler de çok defa bir ata bakmak ya da efendisine refakat etmek, hamama gittiği zaman elbiselerini götürmek yahut atla dışarı çıktığı zaman eşyalarını taşımaktan ibarettir.
“Esirlik hemen hemen hiçbir zaman sadece azat edilmekle son bulmaz. Esirin bütün ömrü boyunca geçimi de sağlanır. Çoğu zaman köle, evin kızıyla evlenir; eğer evin oğlu yoksa efendisi onu kendine mirasçı yapar. Padişahın damatları bile satın alınmış esirlerdir. ” Başka garip bir farka da burada işaret etmek zorundayım: Amerika’da Hıristiyan çiftlik sahipleri en kesin yasaklar ve en zalimce vasıtalarla Hıristiyanlığın esirler arasında yayılmasını önlemeye çalışırlar. Halbuki doğuda satın alınmış hizmetkârın, efendisinin dininde yetiştirilmesi kaidedir. Esir olarak alman çocuklara hemen bir Türk adı verilir.”
Sizde Kumaş Pek Pahalı Olsa Gerek!
Osmanlıların, Tanzimat’ın getirdiği moda ile o güzelim kıyafetlerini değiştirerek Avrupalı kılığına bürünmeleri, birçok seyyah gibi M oltke’nin de dikkatini çekmiştir: “Elbise bakımından Doğululardan sahiden çok şey öğrenebiliriz. Uzun zaman ve inceden inceye gözlemler yapmış olan ve romanlarında bu memleketin âdetleri hakkında birçok bilgince ldtaplardan daha doğru bir fikir veren Morrier, frak gören bir Türk’e şöyle dedirtir: ‘Frenk! Senin memleketinde kumaş pek pahalı olsa gerek!’ “Türklere Frenk elbisesi giydirilmeden önce onların neden dünyanın en güzel insanları sayıldığım anlamak kolay! Bizim mükemmel talim görmüş askerlerimize Türk kılığı giydirilseydi onların da m uhteşem bir görünüşleri olurdu.”