Osmanlı’da Cuma Selamlığı Bayram Şöleni Gibi Geçerdi
Osmanlı devlet teşrifatındaki en önemli merasimlerden olan Cuma Selamlığı; padişahın halkla bütünleştiği, arzuhallerin toplandığı, askerin teftiş edildiği çok yönlü bir merasimdir. Bu merasim, her devirde büyük bir itina ile yapılmış olup halk tarafından da çok rağbet görürdü. Hatta öyle ki bu merasim, Osmanlı coğrafyası haricindeki Müslümanlar arasında da bilinir, merasime şahit olanlar, gördüklerini büyük bir iştiyakla dinleyenlere anlatırlardı. İşte, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde, 1892’de çıktığı seyahatte İstanbul’a da uğrayan Hintli Müslüman âlim Şiblî Numanî, burada pek çok yeri ve kişiyi ziyaret etmiş; mektepleri, medreseleri, matbaaları ve kütüphaneleri dolaşmıştır. Bu üç aylık İstanbul ziyareti sırasında bir cuma günü şahit olduğu ve sonradan seyahatnamesinde de anlattığı selamlık merasimi, hem kendisini hem de Hintli Müslümanları son derecede hislendirmiştir. O, heves ve heyecan içinde koştuğunu söylediği bu Cuma Selamhğı’nı, “bir öğle vakti uyanıkken gördüğü bir rüya” olarak vasıflandırıyor ve şöyle devam ediyor:
Selam lık m erasim leri, devletin ihtişam , güç ve kuvvetinin ortaya çıktığı yerlerdi.
Haftanın En İhtişamlı Günü
“İstanbul’da ‘Selamlık’tan (Cuma Selamlığı) daha etkili ve insanın hoşuna giden başka bir şey yoktur. “Selamlık” kelimesi ‘selamlama’ demektir. Merasim sırasında askerler ve kumandanlar padişahı selamlamaya geldikleri için bu merasime genel anlamda ‘selamlık’ deniyor. “Sultan, genellikle sarayından dışarı çıkmaz. Sadece her hafta cuma namazı kılmak için camiye gelir ve burada namaz kılındıktan sonra ‘selamlık’ denen merasim yerine getirilir. Gerçekten o anda meydana gelen ihtişamı, heybet ve azameti, dille veya kalemle tasvir etmek pek zordur. Ayda 4 kere veya senede 48 kere icra edilmesine rağmen, bu yüzden de normal basit bir hadise gibi tahmin edilebilecek olan bu merasime daima çok sayıda insan katılmakta ve yerlerin almadığı insanlar, merasimi ağaçlara tırmanarak seyretmektedirler. İstanbul’u gezmeye gelenler ve ileri gelen devlet adamları, bu fırsatı hiçbir zaman elden kaçırmıyorlar, mutlaka seyretmeye geliyorlar. Padişah ve yanındaki heyetin güzergâhının üzerinde yüksekçe bir teras vardır. Bayramlaşma (muayede) salonunun önüne düşen bu terasa bilet alınarak çıkılır. Oraya ancak izin verilen kişiler, selamlığı seyretmek için oturabilir. Nitekim her cuma günü çok sayıda seyirci orada toplanır. İstanbul’da bulunduğum sırada burayı gezmeye gelen Macaristan devlet ileri gelenleri ve bazı önemli kişiler bu özel topluluk içinde bulunuyordu.
“Ben daha Hindistan’dayken bu merasimin ihtişamını duyduğum için, İstanbul’ a geldikten sonra ilk önce selamlık merasimini izlemeyi ve o muhteşem manzarayı görmeyi istedim.
Henüz yeni tanıştığım bir Suriyeli Arap arkadaşı yanıma alarak Hamîdiye Camii’ne geldim. Buraya ulaştıktan sonra gördüm ki geniş bir alanı askerler kontrol altına almışlar, kimseyi ileriye geçirmiyorlar. Mecbur kalarak geri döndüm. “Bir zamanlar Osmanlı’nın Bombay şehrindeki konsolosu olan, şimdiyse İstanbul’un emniyet amiri olan Hüseyin Hasib Bey, beni Hindistan’dan tanır. Osmanlı-Rus savaşında ben bir derneğin genel sekreteri olarak üç bin rupye tutarındaki bir parayı Türk konsolosu olarak onun aracılığı ile İstanbul’a göndermiştim. Ta oradaki tanışmamızdan dolayı kendisini ziyarete gittim. Beni, büyük bir sevgi ve heyecanla karşıladı. Tatlı bir sohbet yaptık. Sohbetimizin sonuna doğru isteğimi kendisine söyledim. Cuma günü Hamîdiye Camii’ne gelmemi, ön terasa çıkmam için bana bilet alacağını söyledi. Ama talihsizliğime (doğrusunu sorarsanız talihliliğime) balcınız ki ben oraya ulaştığımda kendisi ortalarda gözükmedi veya ben göremedim. Caminin kapısı önünde onu uzun süre bekledim.
“Yaklaşık saat birde ‘padişah geliyor, geliyor’ uğultusu yayıldı. Askerler geniş alana dağılarak, hilal şeklinde dizildiler. Bütün yollar kapandı. Ben ümitsizliğe düşerek caminin ön avlusunun içine girdim. ‘Bu cumayı da isteğime ulaşmadan boşa geçirdim’ diye üzülüyordum. Çok az bir vakit geçmişti ki, yıldınm gibi bir ses geldi ve bütün meydan inledi. Anladım ki sultanın arabası ve çevresindeki heyet çok yakına gelmişti. Türklerin millî bir narası halini alan “padişahım çok yaşa” çığlığı her tarafı inletti. Bu nara arka arkaya üç kere yükseldi. Sultanın arabası caminin tam önüne ulaştı, ama her tarafı inleten naralar hala dinmemişti. Tam bu sırada padişahın gelişini beklemekte olan müezzin ‘Allâhü Ekber’ nidasını yükseltti. Bu iki ses birleşince kalplerde derin bir etki yapıyordu.
Bu Merasim, Hakkıyla Anlatılamaz
“Daha önce hiç görmediğim bu manzara karşısında kendimden geçtim. İçimde tarif edilmez bir neşe hissettim. Padişah üstü açık bir arabaya binmişti. Caminin avlusu, caminin içi sayılmadığından, yani orada namaz kılınmayıp, ayakkabılarla gezilebildiğinden dolayı araba avluya girdi ve caminin duvarı yanma gelerek durdu. Sultan İkinci Abdiil- hamîd’in yaptırdığı bu Yıldız Hamîdiye Camii’nin ana yapısının kenarları iki katlı özel mekânlar olarak yapılmıştı. Sol taraftaki ikinci kat özel olarak sultanın namaz kılması için ayrılmış bir yerdir. Sultan arabadan inerek, birkaç basamaklı mermer merdivenlerden çıktı ve kendine ait yere (sultan mahfili) girdi. Oraya girmesiyle birlikte pencerelerdeki atlastan yapılmış perdeler indirildi.
“Caminin içini dolduran halk, sükûnet içinde oturuyordu. Bu sırada hatip, minberde hutbe okumaya başladı. Derken ikinci hutbe başladı ve hatip, haşmetli padişaha doğru eliyle işaret ederek, heyecanlı bir sesle: ‘Ey Allahım! Şu sultan oğlu sultan, hakan oğlu hakan, Sultan Abdülhamîd Han’a yardım et, ona zafer ver!’ duasını okudu. Bu Arapça duanın manasını anladığım için üzerimde enteresan bir etki yaptı. Öyle bir duygu selinde yüzüyordum ki durmadan gözlerimden yaşlar süzülüyor, sürekli dilimden dua şeklinde sözler dökülüyordu…
“Namazdan sonra tesadüfen Hüseyin Hasib Beyfendi’yle karşılaştım ve yakınarak: ‘Neredesiniz, nereye kayboldunuz, durmadan ben sizi arıyordum.’ dedim. O da bana: ‘Yukarıdaki terasa çıkıp oturmak için şimdi izin temin edilemez, ama ben sizin için bundan daha iyi bir fırsat hazırlayacağım.’ dedi. Namaz kıldıktan sonra herkes dışarı çıkıp gidince, sultan kendine ait bölmeden dışarı çıktı ve ‘selamlama’ merasimini rahatça seyredilebildiği ve sultanın kendisini ise hiç kimsenin göremediği merdiven başına gelip hususi yerine oturdu. Ordu kumandanları ve paşalar avlunun sağ tarafında sıra halinde dizilmişler, ayakta duruyorlardı. Hüseyin Hasib Bey, beni bu safa getirip koydu ve oradakilere “Bu bizim misafirimizdir.” dedi. Değerli bir kumandan güzel ahlakından dolayı geri çekildi ve bana kendi yerini verdi.
“Biraz sonra askerlerin geçidi başladı. Sultan sarayından camiye kadar aşağı doğru inişli, geniş bir cadde vardır. Geniş alanda hilal şeklinde dizilerek ayakta duran askerler, sarayın önünden geçerek, caminin avlu ana kapısından içeri giriyorlar, padişahı selamlayarak diğer kapıdan da çıkıp gidiyorlardı. Uygun adımla ve tertipli yürüyüşle ateşli silahlar taşıyan değişik ve güzel görünümlü merasim bölükleri, askerlerin arka arkaya birlikler halinde gelişleri, sultana bağlılıklarım ve vefakârlıklarını arzederek önünden geçişleri, öyle zevkli ve insana heyecan veren bir manzaraydı ki, hiçbir şekilde insan bunu hakkıyla anlatamaz.
Osmanlı Devleti’nde selamlık merasimi, uzun zamandan beri yapılmakta olup devlet protokolünün bir parçası haline gelmiştir.
“Araplardan oluşmuş Saltanat Muhafız Bölüğii’nün başlarında sarıklar vardı. Rüzgârla dalgalanan yeşil perçemleri insana enteresan bir neşe veriyordu. 3 saat boyunca bu asker denizi dalgalandı durdu. Aşağı yukarı 10 bin asker geçti.
“Merasimin sonuna doğru sultanın iki şehzadesi geldi. Gönülleri coşturan muhteşem bir görüntüleri vardı. Askerî elbise giymişler, bellerine kılıç kuşanmışlardı. 10-15 yaşlarında olmalarına rağmen öyle bir ciddiyet ve vakarla atlara binmişlerdi ve yüzlerinde öyle bir cesaret ve ihtişam gözüküyordu ki anlatılamaz. Şehzadeler de selamlama merasimini yapıp gittikten sonra, padişah saraya gitmek için merdivenlerden indi. Önümüzdeki arabasına binmek için yakınımıza geldi. Tam o sırada benim de içinde bulunduğum ordu kumandanlarının ve paşaların dizili olduğu saf birden selam için eğildi. Ben ilk anda, şaşkınlıktan dolayı kendimden geçmiş bir haldeydim. Gözlerim padişaha çivilenip kaldı. Sultanı ziyaret edebilirsem büyük bir saygı ve bağlılıkla yapılması gereken hareketleri yerine getireyim diye önceden kendi kendime karar vermiştim. Ama kendimi öyle kaybetmişim ki, aralarında bulunduğum saf, eğilip durdukları halde ben, gözlerim padişaha çivilenmiş şekilde öyle ayakta kalakaldım. Ama şüphesiz dilimden farkında olmadan dua sözleri dökülüp duruyordu.
“Sultan dört beş adım yaya yürüyerek arabasına bindi, kumandanlar tekrar selam verdi ve o rüya gibi manzara birden gözlerden kaybolup gitti.
“Gözlerim açık ama ben hâlâ uykudayım.”
“Sultan, merdivenlerden inip arabasına ilerlediği anda, bizim sıramız ile padişah arasında sadece 4-5 adımlık mesafe vardı. O bakımdan ben kendilerini çok yakından iyice görebildim. Sultanın eşkâli şöyledir: Orta boylu hatta orta boydan biraz daha uzunca. Vücut narin, çehre uzunca oval, yüz hatlarından vakar ve metanet damlamakta hatta insana derin bir şey düşündüğünü tahmin ettirmektedir. Kisvesi çok sade idi; siyah çuhadan ceket, pantolon ve fes denen Türk serpuşu giymişti. Türklerde selamlık merasimi âdeti, uzun süreden beri yapılmakta olup devlet protokolünün bir parçası haline gelmiştir. Bu merasimde sadece padişah haşmeti ve azametinin gösterilmesi amaçlanmamaktadır. Aksine bunun daha büyük bir faydası şudur:
Her hafta ordunun önemli bir bölümünün teftişi yapılmış oluyor ve devlet merkezinde ve merkezin çevresinde kalan askerî birliklerin hepsi bu yolla senede birkaç kere de olsa sultanın teftişinden geçmiş oluyorlar. Yine bu yolla sultan, ordunun durumunu bir ölçüde öğrenmiş oluyor, bu vesileyle askerlerin gönlünde padişaha karşı beslenen saygı ve bağlılık duyguları artıyordu.
“Bu gösterileri seyrettikten sonra kaldığım eve döndüm. O sırada içim heyecanla dolu, gönlüm neşeden sarhoştu. Şairane duyguların coşmasıyla kendiliğinden şiir dizeleri dilimde birikmeye başladı. Elime kâğıt ve kalemi alarak oturdum ve biraz şiir yazdım. Sonra aklıma, bayram günü bundan daha fazla beni heyecana sürükleyecek görüntülerle karşılaşacağım, geldi. Onları da gördükten sonra şiir yazmayı düşündüm ve o ana kadar dilime gelenleri yazdım.
Kalemin İfadeden Âciz Olduğu Anlar
“Meğer bayram günü selamlık merasimi yapılmazmış. O bakımdan da askerî birliklerin sayısı azdı. Ama yine de ihtişam, heybet, azamet, heyecan ve insan üzerindeki tesir, selamlık merasiminden daha da fazlaydı. Saat 8 ,e doğru askerî birlikler gelmeye başladı. Bir, bir buçuk saat boyunca dizi dizi gelişler sürdü. Daha sonra içinde kimse olmayan pek çok boş araba geldi. İnsanlar bunun ne demek olduğuna şaştılar. Derken birden uzaktan piyade birlikleri gözüktü. Bütün vezirlerin, paşaların, ordu kumandanlarının ve en üst düzey idare yetkililerinin sultanın yanında yaya gelmekte oldukları anlaşıldı. Yolun iki kıyısında )’ürüyen bu insanlardan oluşan dizi yarım kilometreden daha uzundu. Kıyafetlerinden, özel elbiselerinden dolayı enteresan bir şan, şevket, azamet göze çarpıyordu. Omuzlarında yaldızlı apoletler, elbiselerinin yakalarında ve eteklerinde ibrişimle işlenmiş nakışlar, göğüslerinde parlak dizili madalyalar bulunuyordu. Bunlara güneş vurup da ışıklan etrafa saçılınca bütün meydan heyecanla çalkalandı.
Bu dizi geçip gittikten sonra, sultanın cihanı süsleyen yüzü göründü. Zat-ı âlîleri ata binmişlerdi. Kıyafeti çok sadeydi. Birkaç ünlü büyük askeri kumandan, atlarına binmiş olarak yanındaydı. Atlar ağır ağır ahenkli bir şekilde adım atıyorlardı. Her adımda yüksek bir sesle bütün meydanı inleten ve her tarafı çınlatan ‘Padişahım çok yaşa!’ narası yükseliyordu.
“Bu manzarayı gördükten sonra evime döndüm. Kalemimi elime alarak gördüklerimi başkalarına da göstereyim diye yazmak için oturdum. Ama ne yazık ki kalemim bana ihanet etti; içimdeki o derin duyguları ve heyecan dolu hatıraları dile getiremedi. O bakımdan anlattıklarım, hissettiklerim yanında çok zayıf ve yetersiz kaldı.