Osmanlıda Bina Yapımı
bakış açısını azaltmamak için, yer olarak olması gerekenden yüksek binalara izin verilmediği bu işle uğ- raşanlarca bilinir. Böyle büyük ve yüksek binalar, daha yüksek yerlerde yapılmış olsa şehrin genel görünüşü itibarıyla daha güzel görünümlü olur. Vakıf Han hakkında ortaya konulan görüşler Düyûn-ı Umûmiyye binası ile Eminönü, Yemiş İskelesi sahillerinde yapılan binalar hakkında da tamamen belirtilmiştir. İstanbul tarafında arazinin, karşı yakada olduğu gibi, birdenbire yükselmeyip her yükselen kısmın arasında küçük küçük bahçeler, meydanlar oluşmasına bakılırsa, İstanbul tarafında böyle yüksek binalar, arkalarında yer alan kısımların doğal manzarasını ve o yerlerin topografya açısından özellik arz eden vaziyetlerini örteceğinden uygun görülmemektedir. Karşı tarafta ise, bu taraftaki gibi sahalar bulunmayıp, arazi birdenbire yükseldiğinden yüksek binaların mahzuru bu taraftaki kadar değildir. Ticarî ve ekonomik işlerin önemle cereyan ettiği yerlerde öncelikle maddî kazanç dikkate alınırsa da bu arada memleketin hayat ve sağlığının korunmasına ilişkin hususların da dikkatten uzak tutulmaması, yani maddî getirinin biraz feda edilmesi ve bundan dolayı şehrin doğal güzelliğinin de dikkatle düşünülmesi gerekeceği şehrimizin doğal güzelliğiyle meşgul olanların görüşlerindendir. Özellikle ve sadece kişileri değil, manevî bir kişi hüviyetinde olan hükümeti ilgilendiren işlerde bu noktaya daha fazla uyulması icap etmektedir. Çünkü hükümetler, maddiyatı değil, estetik güzellikleri de düşünmeye mecburdurlar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan anlaşmanın hükümleri gereği İstanbul’a gelen itilâf kuvvetleri arasında bulunan Fransızlar, inşaatı henüz tamamlanmadan ve teslimatı yapılmamış olan bu Han’ı işgal ederek içine askerlerini yerleştirmişlerdir. Bunun hukuka ne dereceye kadar uygun olduğunun dikkatle düşünülmesi gerekir. Görüşlerimdeki isabeti doğrulamak için aşağıdaki satırları, Sultan Mahmud’un yüce türbesinin karşısında bulunan Türk-Alman Dostluk Yurdu binasının temel atma töreni için şehrimize gelen ve üniversitenin konferans salonunda büyük şehirlerin imar edilmesine dair bir konferans veren ünlü şehir mimarı Jahn- sen’in İstanbul’un imarı hakkında yazmış olduğu bir makalesinden dikkat ve ibret için aynen alıyorum: “İstanbul’un genel görünümünde büyük binalar ile küçük evler arasında olan fark insana bir büyüklük duygusu vermiştir. Sahilde bir iki katlı depolar ve dükkânlar vardır. Bunların üst tarafında birkaç sıra ev göze çarpar. Evlerin alçaklığı, camilerin yüksekliğini göstermek için çok iyi bir ölçüdür. Son yıllarda camiler dışında yapılan büyük binalar maalesef genel manzaranın güzelliğini artıracak bir mahiyette değildir. Bu gibi binalar ne kadar çoğalırsa camilerin meydana getirdiği heybetli görünüme o kadar zarar gelir. Ağaçlarla çevrili olan müftülük daireleri gibi manzarayı bozmadığı gibi tam tersine arttıran binalar çok azdır. Camilerin yükseklikleriyle beraber renklerinin beyaz olması, etraflarında büyük ağaçlardan oluşan yeşil bir çerçeve bulunması ve bu çerçevenin büyük beyaz binalarla küçük evler arasında bir sınır oluşturması da şehrin güzelliğini arttırmaktadır. Son zamanlarda Haliç sahilinde yapılmaya başlanan dört, beş, hatta altı katlı ticaret binaları, asırların meydana getirdiği güzel manzarayı bozma kabiliyetini göstermektedir. Köprüden bakılınca bu binaların çatılarıyla camilerin zemini aynı çizgidedir; aradaki bahçeli evlerden oluşan mozaik gözden kaybolup gider. Meselâ Süleymaniye Camii, sahildeki ticaret depolarının çatıları üzerinde kurulmuş gibi görünür. Böyle giderse İstanbul tarafı ikinci bir Beyoğlu olacaktır. Hâlbuki şehir için Beyoğlu yeterlidir. Sahilde yüksek binalar yaparak şehrin manzarasını kapamak, fotoğrafları çekilmesi gereken birtakım adamların uzun boylularını öne, kısa boylularını onların arkasına koymaya veya bir tiyatronun ön sıra koltuklarının arkasını iki metre yüksekliğinde yapıp arkadaki seyircilerin sahneyi görmesine engel olmaya benzer. Yapılan yüksek binaların civarında barakalarla dolu, boş arsalar çoktur. Altı katlı dar bir bina yerine üç katlı geniş bir bina yaptırmak çok fazla bir masrafı gerektiriyor olamaz. Birbirinden sonra camiler yaptıran sultanlar, önceden var olan camilerden daha yüksek ve daha heybetli bir bina meydana getirmeye çalışmamış, çevre ile daima sanatkârane bir ahenk ve ölçü tutturmuşlardır. Mimarlık açısından çok seviyesiz bir devir olan zamanımızda, ecdadımızın bıraktıklarını taklit etmekten daha iyi bir şey yapamayız.”
Apologoteton Manastırı’nın dayandığı surlarla önündeki liman arasında geniş bir alan493 vardı ki vaktiyle burada Coparia denilen kürek imalâthaneleri bulunurdu. Buraya Onorati veya Anarati de derlerdi. Mandilâ Manastırı ile meleklerin büyüklerinden olan Mikâil’in Oyanius Mahallesi’ndeki kilisesi, Pat- riçyan Theodosius’un Sarayı, Bassianus’un Metochion’u, yani küçük manastırı, hepsi Cenevizlilerin mahallesinin doğusunda ve bundan dolayı Oyanius Kapısı’nın yakınlarındaydı. Bunlardan başka, Boni denilen eski Rektör Kapısı (Porta Veteris Rectoris S. Boni)’nın da zikredildiğini görüyoruz ki, bunun Sirkeci İskelesi’nin yakınlarında bulunmuş olması muhtemeldir. Eubulus sütunları ortasında bulunan Cenevizlilerin yeni mahallelerinde^ Botaniadis’in Hanesi diye anılan labirent gibi birçok bina ve St. Jean Calybite Kilisesi vardı. Eski Zaptiye Binası, Yeni Postahane Dairesi Botaniadis’in evinin veya Cleman Sarayı’nın yeri, eski Zaptiye Dairesi olarak gösteriliyor. Çünkü anılan arazinin Cenevizlilere verilmesine dair olan senette zikredilen kayıtlara ancak bu Zaptiye Dairesi denk geliyor. Bu binanın arka tarafında, BizanslIlardan kalma yüksek bir duvarın arasına sokulmuş bazı mermerler üzerinde Bizans dönemine ait bazı ima ve işaretler görülüyor.495 İstanbul valilik binası, H. 1333 yılında bu civardaki Basiret Hanı’na taşındığı zaman Nevşehirli İbrahim Paşa Mektebi önünden Acı Musluk’a çıkan yokuşun düzeltilmesi esnasında bir iki parçadan ibaret olan bu mermerler başka yerlerde kullanıldı. Bunlar, Michel Paleologos’un, Cenevizlileri Galata’da yerleştirmesinden sonra yıktırdığı Castrum Tauri’nin kalıntılarıdır. Büyük Leon zamanında,496 İstanbul’u harabe haline döndüren büyük yangın hakkında Sedrenos ile Zonaras’ın tariflerine göre, Ayos loannes Callipitos Kilisesi’nin yerini Cenevizlilerin oturduğu yerlerin batı kısmında ve Bahçekapı civarında ve daha önce zikredilen Zaptiye Dairesi’nin yakınında ve hemen Forum’un yukarı taraflarında göstermek gerekiyor. Son asırda İstanbul’da inşa edilen devlet binaları arasında, Yeni Postane binası, şehrimize hoş bir güzellik veren büyük ve ihtişamlı binalardandır. Dış yüzünü meydana getiren yüz parça beyaz mermerden sütunları, muhteşem ve yüksek kemerleri, damlacıklı kemer köşeleri, kubbeleriyle göz alıcı güzellikteki bu muhteşem binanın yapımına, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın zamanında, o devrin sadrazamı Av- lonyalı merhum Ferid Paşa’nın sadaretinde ve Posta ve Telgraf Nazırı Hasip Efendi’nin zamanında başlanmış ve tamamlanmış, kalan çok az noksanları da rahmetli Sultan Beşinci Mehmet Reşad Han’ın zamanında giderilerek bitirilmiştir. Binanın Hamidiye Caddesi’ne bakan yüzü ve içeride zemin katında mektup işlerini gören memur ve hizmetlilerin bulunduğu, tavanı camlı geniş divanhanenin duvarları kısmen Kütahya çinileriyle döşenip süslenmiştir. Eski devirlerde en seçkin ve millî bir sanatımız olan çiniciliğin tekrar diriltilmesine bu görkemli binanın mimarı Sırrı Paşazade Mehmed Vedat Bey sebep
olmuştur ki, özellikle Defter-i Hakanî ve Sirkeci’deki Mes’adet Hanı binalarını ve Yeni Postane’nin arka yüzünde yenileyerek inşa ettiği Hoca Hubyar el-Mir (ilk inşası: H. 878) Camii’ni de hep Kütahya çinileriyle süslemiştir.497
İki ucundaki kubbeli kulelerin yan yüzlerine konulan armalara ve ana giriş kapılarının üzerlerine Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın tuğrası yazılıyken, Meşrutiyet’in gelip çatması anında ve onu takip eden zamandaki taşkınlıklar ve tarihi hiçe saymak hususundaki şımarıklıklar yüzünden ana giriş kapılarının üzerlerindeki tuğralar kazınarak yerlerine Sultan Beşinci Mehmed Reşat Han’ın tuğrası yazılmıştır (H. 1327). Yalıköşkü ve Topkapı kapıları, Oyanius ve Aya Barbara kapılarına karşılık geliyor. Bandori, Marian ve Pertozie taraflarından yayınlanan fotoğraflarda bu iki kapının resimleri görülüyor. Bunlar, daha sonraları oradaki surlarla beraber yıktırılmıştır. Oyanius Kapısı’nın (Yalıköşkü Kapısı) Prosforius Kapısı’na (Porta Prosforius, Sirkeci İskelesi) bitişmesinden dolayı İstanbul açısından büyük bir önemi vardı. Vaktiyle civar köylerden gelen yiyecek vesaire gibi ihtiyaç maddeleri günümüzde köprü başındaki Eminönü İskelesi’nde olduğu gibi oraya, yani Oyanius Kapısı’na çıkarılırdı. Bu iskelenin ismi daha sonraları değiştirildi ve Boğaz İskelesi denilmeye başlandı. Bununla birlikte Prosforius tabiri başka bir yer için kullanıldığı halde, orası birçok zaman yine eski ismiyle anılır oldu. Patria ile Codinus’un ifadelerine göre, öküz alım satımı orada yapılırken, Beşinci Kostantin Koproni- mus (740-775), bu pazarı oradan kaldırarak Beyazid Meydanı’na taşıtmıştı. Bu iskelenin Rumca Sigma ( _ ) harfine benzeyen şekli hâlâ görülmektedir. Bu durum, Akropol’ü (Topkapı Sarayı’nm bulunduğu yer) kuşatan surların burada güneye yönelmesindendir. Burası, surların deniz tarafında birleştiği noktadır. Osmanlılar İstanbul’u kuşattığı zaman, Haliç’i kapatan zincir bu kapı civarındaki kuleye bağlanmıştı. Zincirin bir kısmı Askerî Müze olarak kullanılan St. İren Kilisesi’nde Porphirogenete’nin anıtının yanında korunmaktadır ( Bu zincir bugün müzenin içine alınmıştır). Yedikule’deki Yaldızlıkapı gibi Oyanius Kapısı da tantanalı, debdebeli girişlere ö z e ld i.4 9 8 Oyanius Kapısı çevresinde bulunan başlıca kiliseler, Aya İrini ve Ayos Pavlos mabetleriydi. Aya İrini Kilisesi o tarihte Cenevizlilerin elinde bulunan daire içindeydi. Latinlerin İstanbul’u ilk işgalleri zamanında, 1865 yılı Eylül ayının yirmi birinci gününde çıkan yangın gibi, aynı noktadan başlayıp aynı alanı yakan büyük yangını anlatan eser, bu kilisenin Oyanius Kapısı civarında bulunduğunu doğruluyor. Bu bölümdeki tarife göre, Araplarla Almanların mahallelerinin burada, doğal olarak Cenevizlilerin sınırları dışında olduğu da anlaşılıyor. Rumeli tren istasyonunun yapımı esnasında, inşaat kazılarında İmparator Emanuel’in işaretlerini içeren Bizans tuğlaları bulunmuştu; tarihî kayıtlara bakılırsa, adı geçen imparator bu kiliseyi yeniden yaptırmaya başlamıştı. Aya İrini Kilisesi’nin kapladığı alan içerisinde Aya İsidoros adında küçük bir mabet ve deniz kenarına yakın yerde Aya Dinamaus Kilisesi vardı. Bu kiliseyle Ayos Petros ve Pavlos adlarıyla bilinen hayır kurumlan, Alkisiad’ın ifadesine göre Akropol’ün ( Topkapı Sarayı’nm bulunduğu tepe) eteklerinde ve Ni- kiphoros Gragoras’ın açıklamasına bakılarak Yalı Köşkü civarında bir yerdeydi. Novgorodlu rahip Antu- an bu müesseseyi Davut Paşa sahrası tarafında gösteriyor ki Georgius Akropolitis’e göre bu isim özellikle İtalyan kuruluşlarına has idi.
Yukarıda verilen bilgiler o kadar karmaşıktır ki, bunlara bakarak bu kilisenin gerçek yerini belirlemek mümkün değildir; anılan kilisenin Çinili Köşk’ten pek uzak olmadığı tahmin edilebilir.499 Sarayburnu’nda Ayos Demetrios Kilisesi’nin ön tarafında Ste. Barbara Kapısı vardı ki, bir zamanlar Topkapı adıyla bilinmekteydi. Nikiphoros Gragoros’un buraya dair verdiği bilgiler, daha önce anılan isme tamamıyla uygun düşüyor. Patria’ya göre Aya Demetrios Kilisesi eski tıp okulu binasının olduğu yerdeymiş. Gerek bu kiliseden ve gerekse kapıya ismini veren Ste. Barbara Kilisesi’nden eser kalmamıştır. İstanbul’un kuşatılması esnasında Kardinal İsidor şehri savunmak için askeriyle birlikte bu kapıda durmuştu. Ste. Barbara denilen Topkapı’dan tepeye çıkarken, şimendifer köprüsünü geçince Topkapı Sarayı’nm birinci avlusuna5°o girilir ki, burada başlığı iyonik* tarzında işlenmiş bir sütun bugün de dimdik mevcuttur. Nikiphoros Gragoras, bu sütunu şu cümlelerle anlatıyor: “Akropol’ün doğusunda bulunan sütun ki, denildiği gibi vaktiyle üzerinde Bizans’ın kurucusu olan Vizas’ın heykeli vardı.” Sütunun ayağında Latince olarak, “Baht ve tali’ mağlup olan Gotlar tarafına döndürüp sevk etti.” anlamında bir yazı vardır. Bu sütunun, Gotik** diye şöhret bulan Claude de Gothiqu- e’nin şan ve şerefini yüceltmek için dikilmiş olması muhtemeldir. Hamidiye İmareti’ne Ait Olup Tarihe Kaydedilmiş Güzel Bir Hatıra: Kösem Mahpeyker Valide SuI- tan’ın vakfından olmak üzere, Muharrem ayının on ikinci günü eski Hamidiye İmareti’nde aşure pişirilerek karşılıksız, fakirlere ve muhtaçlara dağıtılırdı. Aşurenin pişirilip dağıtılmasının ardından aşr-ı şerifler okunur, bütün eller niyaz etmek için kaldırılarak din ve devletin selameti ve vakfın hayırlı sahibinin ruhu için dualar edilir, merhume Kösem Sultan’ın vakfından kısmetini almış bulunan topluluk da gönül rahatlığıyla ‘Amin!’ derlerdi. Hele bu arada yaşlı âmâların boyunları bükük olarak ‘Amin, Amin!’ sedaları sanki yeri ve göğü de merhamete getirip kendinden geçirirdi. Ne yüce maksat, ne kutsal bir merasim… Milletin karakterinin yüceliği ve ruhî cömertliğiyle alâkalı bu gibi güzel gelenekleri kaldırdık, hayır sahiplerinin şefkatli, ulvî maksatlarını asla göz önünde bulundurmadık, hayır eserleri için büsbütün başka bir siyaset takip ettik… Ettik amma, belki de telâfisi imkânsız maddî ve manevî zararlar gördük. Müslüman olmayan topluluğun genel itikatlarına dayanan geleneklerini koruma ve devam ettirmedeki millî taassuplarından bari ibret alsak…
Eskiden Kostantiniye’de Yaşamış Olan Milletlerin Kısa Tarihçeleri
Yeni Cami yakınlarına Bizans kayserleri zamanında yerleşmiş olan Latin milletlerin işgal ettikleri yerlerle ticarî ve mezhebî müesseselerine, özellikle de kayserler ile bunlar arasında cereyan eden olaylar ve bu yüzden ortaya çıkan hadiselere dair İstanbul’da Latinliğin Tarihi501 adında muteber bir eserde çok dikkat çekici bilgiler vardır: Miladın 991 yılından itibaren Kayser İkinci BasileS02 ile Dokuzuncu Kostantin, öteden beri ticaretle uğraşan Amalifiler’in, Yahudîlerin, Lombarlar’ın Aya İrini vs.nin ticaretlerine mani olmalarını men etmekle beraber, Venediklilere payitahtta bazı ticarî imtiyaz ve müsaadeler vermişlerdi. İstanbul’da yerleşmiş bulunan Venedikliler 994’te bir cemaat teşkil etmiş bulunuyorlardı. Bize bu bilgiyi veren Depping, bunların mezhebî müesseselerinden bahsetmiyor. Fakat o tarihten beri cereyan etmiş olan hadiselere dayanarak adı geçen milletin fertlerinin siyasî ve ticarî menfaatleri kadar mezhebî çıkarlarının da saklı kalmış olmasının muhtemel olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten, sonraları bu milletlerden her biri kayserlerden maddî menfaatleri için ayrı ayrı bölgeler tayin ettirmeyi başarmakla beraber, dinî merasimlerinin icrası gibi hayır işlerinin seyredilebilmesi için de kiliseler, daha doğrusu küçük mabetlerle mezarlıklar vs. tesisinde ayrıcalıklı olmalarına dair kolaylıkla müsaade aldıkları görülmüştür. Fakat maalesef birtakım mezhebî ve siyasî ihtiraslar, sık sık meydana gelen yangınlar ve özellikle rakipleri ile mezhebî müesseseleri hakkında gösterilen ilgisizlik, Latinlerin İstanbul’da işgal ettikleri yerlere dair neredeyse hiçbir iz bırakmamıştır. Bu hal de bunların yerlerini belirlemeye yönelik her türlü çalışmayı çok zorlaştırıyor. Bununla beraber Doktor Paspati’nin bu husustaki bilgileri sayesinde vaktiyle Megalopolis (İstanbul)’teki Latin cemaatinin işgal ve iskân ettikleri eski yerlerin sınırlarını bir dereceye kadar sağlıklı olarak belirlemek mümkün olabilecektir. Paspati diyor ki: “İstanbul’un Liman tarafındaki eski surları, limanın en doğusundan, Haliç’in veya sarayın en doğudaki noktasından başlar, sonra Aya İrini’yi dışarıda bırakarak Ayasofya ile Aya İrini arasından geçmek üzere Ayasofya’ya doğru yükselir.” Bu surların doğudan batıya doğru liman boyunca güzergâhında bir diğerini takip eden başlıca şu üç kapı görülürdü:
1. Neorion; Orea5°3 dedikleri ve Türklerin Bahçekapı (sarayın bahçe kapısı) diye adlandırdıkları kapı. 2. Geçit Kapısı (Galata’dan Bizans’a) dedikleri Porta Peramatis Kapısı’dır ki, sonraları Balık Pazarı, Yahudî Kapısı da denilmiştir. Bu kapı Karaköy Köprüsü’nün batısında ve Yeni Camii’nin karşısında olup Galata’dan İstanbul’a buradan geçilir. 3. Üçüncü kapı da Droungarion, sonraları Porta Caravion (Sefâin Kapısı) ve civarında borçluları hapsettikleri bir kuleden ibaret olan Zindankapı dedikleri kapıdır. Bu kapıdan Yemiş İskelesi’ne gidilirdi.5°4 Kayserlerden birtakım müsaade ve imtiyazlar almış olan Frenk cemaatinden her biri, bu adı geçen üç kapı arasındaki mesafede, sur içinde (intra muros) başlıca bir merkezî müesseseye5°5 ve ticarî işlemleri için bu müesseselere ait olmak üzere bir de iskeleye sahip oldular. Peramatis Kapısı’nm solunda, doğu tarafında Musevî Karay cemaatinin (Juifs Caraîtes) bir mahallesi vardı. Bu mahalle o tarihten beri Yeni Cami’nin avlusu içinde kalmıştır. Karayların burada evleri ve bir de sinagogları vardı. Daha sonra yapılan araştırmalardan anlaşıldığına göre bu haneler mösyölerden alınmış, buna karşılık hükümet tarafından Hasköy’de evler yaptırılmış ve Karay cemaatinden kırk kişi de vergiden muaf tutulmuştur. Sinagoga gelince, burası satılamaz mülklerden (meşrûta) olduğu için caminin mütevellisi tarafından kiralanarak adı geçen cemaate 1872 senesine kadar yıllık belirli bir vergi verilmiştir. Doğu tarafında, Karayların bulundukları mahallenin bitişiğinde St. Antoine adında bir Rum manastırı ve sahilde de bunun iskelesi vardı. Du Cange’ın5°6 ifadesine bakılırsa, doğuda ilk kurulan Latin kolonilerinden biri olan Amalfilerin İstanbul’da Ste. Maria (Deiparae sue Mariae Amalphitarum de Latina) adında bir mabetleri varmış.
Bunlara verilen ayrıcalıklar hakkında Miclosich ile Müller’in verdikleri bilgilerden anlaşıldığına göre bunlar Nero-dromal Sokağı’nda ikamet ederlerdi. St. Antoine Manastırı İskelesi’nin (Yeni Cami İskelesi) solunda ve daima doğu tarafında, İstanbul’da en eski Frenk kolonisi olan Amalfilerin iskelesi vardı. Fakat bu koloniye verilen imtiyazlar Venediklilere verilen imtiyaznamelerdeki kararlar ile çok geçmeden kaldırıldı. Çünkü Anna Comnenos’a göre Basile ile biraderi zamanlarında, Robert Guiscard’ın Normanları aleyhine meydana gelen seferde Venedik donanmasının imparatora ettikleri hizmet ve yaptıkları yardıma ödül olarak Venedikliler yeniden birtakım imtiyaza erişmişlerdi (1801-1890). Venedik doju,5°7 İmparator Alexios tarafından ‘Protosevastos’ (birinci derecede hürmetli) unvanına, Venedik patriği de ‘Hipertimon’ lâkabına mazhar olmuşlardı. İmparator, bu patriğe birtakım ikramlarda bulunduğu gibi, Venedik kiliselerine yıllık büyük meblağlar tahsis etmiş, İstanbul’daki Amalfileri Venedik’teki Ayos Marcos Kilisesi’ne vergi vermeye mecbur kılmış ve eski Yahudî İskelesi ile Bigla arasındaki sahada bulunan dükkânlarla üç iskeleyi Venediklilere hediye etmişti. Bu iskelelerden biri Büyük İskele (Schala major) adıyla bilinirdi. İmparator, St. Akindiani Kilisesi civarındaki değirmeni de Ayos Marcos Kilisesi’ne vermişti. Şüphesiz ki Amalfilerin Ste. Maria Kilisesi de cemaatin duçar olduğu akıbete uğrayarak Venediklilerin eline geçmiştir. Doğu kilisesinin Batı kilisesinden 1064 yılından itibaren ortaya çıkan ayrılığı esnasında İstanbul patriği Michel Cerularie’in aforoz edildiğini bildiren Papa Dokuzuncu Leon tarafından İstanbul’a gönderilip, üç üyeden oluşan bir heyet tarafından patrik ve toplanan ahali huzurunda Ayasofya mihrabına konulan aforoznâmede®08 İstanbul’da Latin kiliselerinden bahsedilmiştir. O tarihten birkaç yıl sonra, İngiltere taç ve tahtının ‘piç’ lâkabıyla bilinen, meşhur le Bâtard Guillaume’ye intikali ile meşhur Hastings Savaşı’ndan sonra Rumî 14 Ekim 1066 tarihinde İngiliz ileri gelenlerinden biri memleketini terk ederek İstanbul’a çekilmiş ve burada St. Nicolas ve St. Augustin de Cantorbery namıyla bir kilise tesis eylemişti. Fakat bu ikinci nam sırf millî bir hatıra olduğundan bir zaman sonra tamamıyla unutuldu ve kilise de Latinlerden alınıncaya kadar yalnız St. Nicolas adıyla tanındı. Edirnekapı ile Topkapı arasındaki surların bir burcunda Mösyö Paspati birkaç yıl önce Faederatilere ait bir mezar taşı kitabesinin bir suretini çıkarmıştı. Acaba bu Faederati Varangesler5°9 adı geçen kiliseyi kendi millî mabetleri kabul ederek bunun etrafında toplanmışlar mıydı? Doktor Dethier birkaç yıl önce510 aynı yerde adı geçen topluluğa ait olan bir mezar taşı bularak Stutt- gard Müzesi’ne göndermişti. Paspati, Varanjların (Varanges) Panaîa Varanghiotica namıyla Ayasofya’nın batı cephesi karşısında ve yine Ayasofya’ya hemen bitişik, özel bir kiliseleri olduğunu söylüyor. Bu tabir ile “Varanj-Frenk-Fran- gos-Vlanga” kelimelerinin ahenk ve telaffuz tarzları arasındaki münasebet dikkat çekicidir. İstanbul’da Langa adıyla bir semt vardır ki etnografi açısından kökenini bilmiyoruz. Paspati, Balık Pazarı’yla Zindankapı arasındaki yerlere Venedikliler tarafından işgal edilen bu iki kapıdan birine izafeten ‘Perama’ denildiğini ilâve olarak söylüyor. Henry Galavani’nin fikrine göre Venediklilerin ilk müesseseleri Marmara sahilinde, Kumkapı’da, Lan- ga’nın doğusunda bulunmuş olacak. Şu vaziyete göre bu müessese Sergius Manastırı denilen Küçük Aya- sofya’nın batısına düşüyor. Nicola Barbara İstanbul kuşatmasından bahseden hatıralarında dört Hristiyan gemisi ile Osmanlı savaş gemileri arasında meydana gelen bir deniz savaşından söz ediyor. Doktor Mordtmann’a göre Hristiyan gemileri İstanbul şehrine karşı “Langa bahçesi yakınlarında” demirlemişlerdi.
Yine Doktor Mordtmann’ın ifadesine göre Ste. Maria adlı Venedik kilisesinin pek yakınında bulunan St. Marcos*11 bandırasını taşıyan Venedik Balyosunun sarayı, Çemberlitaş’ın bulunduğu Forum Kostan- tin’de imiş. Çemberlitaş’ın karşısında harap halde*12 bir han vardır ki, Busbecq üçüncü mektubunda burasına kervansaray diyor. Bu han zamanımızda yıktırılarak yerine Elçi Hanı yapılmıştı. Moldavya’dan; Bagdad, Ulah, Rakuze, Transilvanya, Erdel vs.’den ve hatta Macaristan kralı sıfatıyla Almanya İmparatoru tarafından gönderilen elçiler burada ikamet ettikleri gibi, Macaristan kralının temsilcisi Busbecq de burada adeta tevkif edilmişti. Hammer diyor ki: “Kanunî Sultan Süleyman Han, 1559 yılında Amasya’dan dönüşünde Busbecq’i Elçi Hanı’na hapsetmişti.” Du Cange’nin ifadesine göre, Venedikliler İmparator Henry’den, daha önce Ayasofya’ya nakledilmiş olan Hz. Meryem’in tasvirini (l’image hodighitrias) istemişler ve Ayasofya’dan kaldırdıktan sonra Ham- mer’in beyanına göre, Fransız Venedik fethinde Latinlerin genel karargâhı olan Pantocrator Kilisesi’ne nakletmişlermiş.