İNSAN NASIL YAŞLANIR ?
Yaşam sürecinin belirii aşamalarında, üretici- yaratıcı işlevler gerilemeye başlamakta ve organizmanın koruyucuları yeteneklerini yitirmeye başlamaktadırlar. Bütün bu olguları değerlendirdiğimizde, yaşlanma olayının genetik açıdan özel biçimde programlanmış bir süreç olduğu varsayımının da göz önünde tutulması gereken bir olasılık olduğu ortaya çıkar. Yaşlıları özellikle etkileyen hastalıklar arasında da büyük bir benzerlik vardır. Binlerce çeşidi bilinen hastalıklardan yalnız yedi tanesi, her 100 yaşlı kişiden 85’inin ölümüne neden olmaktadır. Bu kadar sınırlı sayıda hastalığın bu kadar yüksek bir oranda etki yaratması şu soruyu akla getirmektedir: Acaba yaşlılıkta hastalıklar da mı genetik olarak programlanmıştır? Bu ilginç sorunun yanıtını olumlu nitelikte destekleyici kanıtlar bulunmaktadır. İnsan, alabalık ve sıçan gibi birbirlerinden tümüyle farklı üç canlı türünün yaşlılık dönemlerinde, aynı çeşit hasta
lıklara yakalandıkları saptanmıştır. Özellikle yumurtlama döneminden sonra yaşamları sona eren alabalıklarda bu durum daha belirgindir. Alabalıklar yumurtladıktan sonra kandaki kolesterol düzeyleri çok yüksek değerlere ulaşır ve koroner yetmezliğinden ölürler. Bu ve benzeri kanıtlar, endokrinologlarm üeri sürdükleri tezin de belirli ölçülerde gerçekleri yansıttığını, fakat yaşlanma olayını tümüyle aydınlatmaya yetmediğini göstermektedir. insanoğlu için büyüme olayı yaklaşık 25 yaş dolayında durmaktadır. Varsayım olarak birçok etkinliğin de bu dönemde sabitleştiği düşünülür. Fakat gerçekte durum böyle değildir. Yetenekte bir artış gözlenir, fakat artık birçok şey dengeleyici ve kontrol edici karmaşık sistemler aracılığıyla ayarlanmakta ve yavaş yavaş gerilemeye başlamaktadır. O halde 25 yaşındaki bir insanın temel biokimyasal parametreleri incelenerek, büyümesinin üst sınırındaki yeri saptanılmak ve bundan sonra periyodik olarak yapılacak incelemelerde kişinin bu değerlerden ne ölçüde sapmalar gösterdiği bulunmalı ve değişen parametrelerin yeniden normal değerlerine dönüşümü sağlanılmalıdır. Böylece yaşlanma süreci dondurulmuş olabilir. Bugün için yalnız bir varsayım olmaktan öteye geçemeyen bu düşüncelerin, ne ölçüde gerçekleşebileceğini zaman gösterecektir.
29.3. YAŞLANMANIN OLUŞUM NEDENLERİ İLE İLGİLİ BİLİMSEL KURAMLAR: Günümüzde geri- yatrik (yaşlılık bilimi) açıdan yapılan yaklaşımlar hücrelerin yaşlanması olgusu üzerinde yoğunlaştırılmıştır. Yaygın biçimde benimsenen görüşe göre vücudun ya da organların yaşlanması, hücresel ya da moleküler düzeydeki değişikliklerin birikmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Doku kültürleri yapılarak hücresel düzeydeki değişmelerin özellikleri saptanılmaya çalışılmıştır. Bu araştırmalar sonucunda elde edilen 954
bulgular iki farklı görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur: Bir grup bilim adamı yaşlanma olgusunun genetik bir program ürünü olduğunu ileri sürerken, başka bir grup canlı organizmayı oluşturan makromoleküller arasında rastgele oluşan hata ya da hasarların birikimi sonucunda yaşlanma olayının ortaya çıktığını savunmaktadır. Genetik Programlama: Tam anlamıyla farklılaşmaya uğramış bir hücrenin, bölünerek çoğalabilme yeteneğini kaybetmiş olması gerçeği, farklılaşma ve yaşlanma olgularının tek bir programlı sürecin parçaları oldukları olasılığını güçlendirmektedir. Bu konuda çeşitli modeller ileri sürülmüştür:
1) Hücresel genlerin kaybolması: Bu genel yaklaşım içerisinde de iki farklı görüş vardır. Bir görüşe göre somatik hücreler her çekirdek bölünmesinde DNA moleküllerinin uç bölümlerinden bir parçalarını kaybederler. Bu nedenle de hücreler zamanla yaşama yeteneklerini yitirirler.
Diğer görüşe göre de özel enzimler, yinelenen DNA parçalarındaki baz çiftlerini yenilerler. Sonuç olarak her iki yaklaşımda da, hücre DNA’smda oluşan değişmeler hücrenin yaşlanmasına neden olmaktadır.
2) Kodon sınırlanması: Bu varsayıma göre de, değişim ve yaşlanma süreçlerinde sentez baskılayıcı molekülleri sentezleyen genler uyarılmaktadır. Bu gelişim sonucunda ise RNA çevrimleri gerçekleşememekte ve zaman içerisinde hücrenin canlılık işlevleri gerileyerek yaşlanmaktadır.
3} Transkripsiyonda bozukluk: Yaşlanmr* olayı, çekirdek kromatinindeki kontrol mekanizmasında oluşan bir bozukluk sonucu, genetik bilginin RNA moleküllerine dönüşümünün engellenmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.
4) DNA tamir mekanizmasındaki bozukluk: Yaşlanmış hücrelerde, genetik bilgi – DNA tamir mekanizması yavaş çalışmaktadır. Bu durumda tamir işinde görevli enzimlerin sentezinin programlı bir biçimde yavaşlaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Hataların Birikmesi: Yaşlanma sürecinin genetik olarak programlanmış bir olgu olduğu düşüncesinin karşısında yer alan görüşü savunan bilim adamları ise, yaşam süreci içerisinde çeşitli yanlış işlemlerin oluşması ve bunların sonuçlarının birikmesinin yaşlanmaya neden olduğunu üeri sürmektedirler. Bu hatalar rastlantı sonucu mutasyonla ya da protein sentezleri sırasında ortaya çıkan yanlışlıkların birikmesi sonucunda oluşmaktadırlar. Rastlantısal mutasyon kuramı eskiden önemle benimsenirken, günümüzde yapılan araştırmaların ışığı altında eski önemini yitirmiştir. Medvedev’in “Gereğinden fazla üretilmiş mesaj” kuramı: Bu kuram şimdiye kadar değinilen yaklaşımlarda açık kalan bazı noktaları çözümleyici niteliktedir. Bazı temel genler birden fazla kopyalan bulunacak biçimde üretilmişlerdir. Dolayısıyla baskı altında tutulan genlerdeki mutasyon oranı, aktif genlere oranla daha fazla olmalıdır. Aktif genlerde oluşan mutasyonlar ise hücre tarafından belirli bir sınıra kadar tolere edüebümek- tedir. Bu sınır aktif genlerin fazla sayıdaki kopyaları üe belirlenmektedir. Mutasyona uğrayan aktif bir genin yerine, diğer kopyası gerekli işlevi sürdürmektedir. Fakat bu hatalı mutasyonlar üst üste gelip tüm kopyaları tüketince, hücresel işlev yetmezlikleri başlayacak ve hücre yaşlanma aşamasına girecektir. Bu görüş her iki ana grup kurama da yer verdiğinden, geniş ve oldukça doyurucu bir açıklama olanağına kavuşmaktadır. Protein Sentez Bozuklukları: Ünlü bilim adamı Orgel tarafından ortaya atılan bu kurama göre, protein sentez mekanizmasında oluşan bozukluklar hücre için hatalı mesajlar üretimine neden olmakta ve sonuçta bu hatalı mesajlar birikerek hücreyi ölüme götürmektedir. Yukarıda özet olarak anlatılmaya çalışılan iki ana grup kuram – Genetik Programlama ve Hataların Birikmesi- günümüzde yaşlanma olgusunu açıklamaya yönelik olarak kabul edilen bilimsel kuramlardır. Fakat bunların yanı sıra daha farklı yaklaşımları olan eski kuramlardan bazıları da, henüz önemlerini tümüyle yitirmemişlerdir. Bir zamanlar yaygın biçimde benimsenen kurama göre yaşlanma olayı hücreler arası ortamda bağdokusu birikmesiyle açıklanıyordu. Kollagen molekülleri arasında artan oranlarda çapraz bağlanmaların söz konusu olduğu varsayılarak, birikimin açıklaması yapılmaktaydı. Bazı bilim adamları ise yaşlanmada immünolojik mekanizmaların rol oynadığı görüşünde bileşiyorlardı. Timus bezinin yaşlanma ile orantılı gerilemesi, programlı bir biçimde immün toleransın homoeostatik kontrol mekanizmasında gerilemesi, doku bağışıklığı, antijenlerinin mutasyon oranını denetleyen genlerin baskılanması gibi olgular hep bu görüşü destekler niteliktedir. Günümüzde bu görüşlere ek olarak yaşlanmanın serbest radikallerin neden olduğu birtakım değişiklikler sonucu ya da hipotalamo hipofizer sistemden yayınlanan bir “Yaşlanma hormonu” ile gerçekleştiği yolunda da bazı kuramlar ileri sürülmektedir. Bütün bu kuramların ışığı altında ortaya çıkan önemli bir soru ile karşı karşıyayız: Hücresel yaşlanma, organizmanın yaşlanma olgusunda temel anahtar rolünü oynuyor mu? Bu soruyu bazı açıklamalarla yanıtlayalım. Bir organizmayı oluşturan o kadar çok sayıda hücre vardır ki, bunların belirli bir bölümü belirli bir zamanda yaşlansalar bile, onların eksikliği organizmanın yaşam etkinliklerini bozmayacaktır. Örneğin insan, böbreğinin birisi olmadan, karaciğerinin yarısı alınmış halde, beyninin belirli bölgeleri zarar görmüş, bağırsaklarının tümüne yakın bölümü çıkarılmışken de yaşamını çok iyi bir biçimde sürdürebilmektedir. Bu organlarda yaşlanan hücre sayısı çok büyük oranlara ulaşmalı ve hücre yapım mekanizmasını engelleyici boyutlara erişmelidir, ancak o zaman beklenilen sonuç ortaya çıkabilir. Bugüne kadar da böyle bir dudumla henüz karşılaşılmamıştır. pâeki bilgilere göre ulaştığımız noktayı özetleyecek olursak; yaşlanma konusunda hücresel düzeyde doku kültürleri ile yapılan çalışmaların sonuçları canlı organizmalardaki süreçlerle bir uyum göstermemektedir. Bu nedenle elde edilen bulgulan genelleştirme olanağından yoksunuz. Hücresel yaşlanma olgusunu açıklayan mekanizmalar da henüz tartışılabilir niteliktedir, kesinlik kazanmamıştır. Diğer bir deyişle, hücresel yaşlanmanın organ ve organizmanın tümünün yaşlanma süreci üzerinde ne tür sonuçlara yol açtığını yorumlamak için zaman henüz erkendir. CANLI ORGANİZMALARIN YAŞLANMA MEKANİZMALARIYLA İLGİLİ BİLDİKLERİMİZ HENÜZ BİLEMEDİKLERİMİZİN YANINDA ÖNEMSENMEYECEK DÜZEYDE AZ BİR YER TUTMAKTADIR.
29.4. YAŞLANMA SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN YAPISAL VE İŞLEVSEL DEĞİŞİKLİKLER: Yaşlanmış bir vücudu rahatlıkla genç olanından ayırt edebiliriz. Fakat bir organ için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Şimdi de bir organın yaşlanmasını özelleştirebilecek işlevsel, biyokimyasal ve morfolojik değişikliklerden söz edelim. 1) Yapısal Değişiklikler: İnsan vücudu üzerinde patalog ve anatomistlerin uyguladıkları bilinen yöntemlerle, çıplak gözle inceleme ve ışık mikroskobuyla, yaşlanma sürecinde söz konusu olan morfolojik değişmeler saptanmıştır. Çeşitli organlar içinde yaşlanmaya bağlanılan bazı değişiklikler tanımlanmıştır. Fakat bu değişikliklerin gerçek nedeninin yaşlanma mı yoksa özgür bir hastalık mı olduğu (örneğin ateroskleroz) ya da fizyolojik koşulların bozulması (inaktivite ya da kötü beslenme) sonucu ortaya çıkan bir durum mu olduğunu saptamak henüz günümüzdeki tekniklerle olanaksızdır. Örneğin morfolojik değişimlerle ilgilenen geriyatristlerin pek hoşuna giden bir konuyu ele alalım; kalbin yaşlanması. Yaşlı bir insan kalbi umulmadık derecede küçük olabileceği gibi, anormal derecede ağır da olabilir. Aşağıdaki değişikliklerin birçoğunun nedeni de yaşlılığa bağlı olarak değerlendirilebilir; endokardiumun kalınlaşması, sertleşmenin artışı, kalp kapakçıklarının kalınlaşması ve kalsifikasyonu, miyokardiumdaki hücreler arası fibroz ve adipoz doku artışı, miyokardial dokunun bazı bölgelerinin büzülmesi, bazı bölgelerinin ise hipertrofisi, sino atrial nodülde fibrosis ve kas hücrelerinde lipofusin pigmentinin birikmesi sayılabilir. Tümüyle sağlıklı kişilerde, kalp ağırlığının yaşlanma ile bir artış göstermediği de saptanmıştır. Yukarıda saydığımız değişikliklerin tümü ya da bir bölümü (kas dokusunda lipofusin pigment birikimi dışında) yaşlılık dışı nedenlerden,örneğin, koroner damarlarındaki arteroskle- roz, kalp damar sistemi bozuklukları, kalp romatizması ya da sigara içilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle kesin bir genelleme yapmak olanaksızdır. Yaşlanmakta olan beyin ve karaciğer dokuları içinde yukarıdaki yorumu destekler nitelikteki bulgular elde edilmiştir. Geçmişteki genel kanıya göre, organizma yaşının ilerlemesi ile birlikte, beyindeki sinir hücrelerinin artan biçimde azalmaları söz konusudur. Fakat bu konuda araştırmalar, beyindeki sinir hücreleri kaybının önemli ölçüde doğum ile ergenleşme aşaması arasında söz konusu olduğunu ortaya çıkarmıştır. Deney hayvanlan üzerinde yapılan bir inceleme – de de erişkin dönemdeki yaşam süreci içersinde beyindeki DNAmiktarlannın değişmeden kaldığı saptanmıştır. İnsanda da erişkin hale geldikten sonraki yaşam süreci içerisinde beyindeki sinir hücrelerinin belirli bir miktar azalma gösterdiği saptanmıştır. Fakat bu azalma miktar olarak değişkendir ve yalnız beynin sınırlı bölgelerinde görülür. Yaşlanma ile bir bağlantı kurmak oldukça güçtür. Herhangi bir karaciğer hastalığı geçirmemiş bir kişinin karaciğeri de çıplak gözle incelendiğinde, herhangi bir değişikliğe uğramamış olarak gözükür. Yapılan ışık mikroskobu incelemelerinde ise bazı hücresel değişiklikler olduğu görülebilir.
Fakat bu değişiklikler için de bir genelleme yapmak olanaksızdır, çünkü birçok yaşlı karaciğerin histolojik açıdan da tümüyle normal ve eksiksiz işlev gördüğü saptanmıştır. Bağırsak, testis ya da akciğerler gibi diğer organlar üzerinde yapılan incelemelerin sonucu kalp, beyin ve karaciğer için varılan sonuçlar da aynıdır. Organizmanın yaşlanma süreci içerisinde dokularda bazı değişmeler olabilir, fakat bu değişmelerden sorumlu süreç yaşlanma olmaz. 2) Fonksiyonel Değişiklikler: Genellikle vücudun yaşlanması ile birlikte işlevlerde etkinlik yönünden azalmalar olduğu düşünülür. Klinik geriyatri üzerinde yazılmış kitaplarda, genellikle birbirlerine zıt işlevler olmalarına karşın kas gücünde, dokunma duyusunda, karanlığa uyumda, kalbin pompalama gücünde, mide asidi salgılanmasında, akciğer vital kapasitesinde, böbrek glomerüler filtrasyon oranında, periferik sinirlerdeki iletim hızında ve tiroit hormonları salgılanmasında yaşlanma ile birlikte azalmalar olduğu yazılır. Fakat bu değerlendirmelerin, genel doğrular olarak benimsenebilmeleri için üç temel noktanın sağlıklı biçimde yerlerine oturtulmaları gerekmektedir. Birinci önemli nokta; pek az sayıda belki de şimdiye kadar hiç kimse üzerinde, günümüz olanaklarından yararlanılarak, erişkin hale gelmesiyle yaşlılık dönemi arasında sözü edinilen işlevlerde bir gerileme olup olmadığı saptanamamıştır. İkinci önemli nokta; bu işlevsel etkinliklerin düzeyleri ve azalma dereceleri üzerinde uluslararası ölçütlere henüz ulaşılamamış olmasıdır. Üçüncü önemli nokta ise; söz konusu işlevlerde oluşan etkinlik azalmalarının yalnız kişinin yaşlanması sonucu ortaya çıktığını, herhangi bir hastalıkla, çevresel koşullarla, kötü
Değişikliklerin türleri ve yerleri
1) Vücut dokuları iskelet sistemi Mineral tuzlar, özellikle kalsiyum, kemiklerden dokulara ve dolaşım sistemine geçerler.
Hücre bölünmesi ve doku onaranı, hücre gelişmesi kapasitesi geriler.
2) Dişler Çekilen dişler yenilenmez.
Dişler dökülebilir.
3) Duyma Duyma tek ya da her iki kulakta yavaş yavaş azalır.
4) Dolaşım Kan damarları daralır ve kanın akışını yavaşlatır.
Isı ve çeşitli etkinliklere uyum sağlama hızı azalır, uç noktalarda, özellikle bacaklarda dolaşım daha da yavaşlar.
5) Sinir sistemi Duyu algılaması ve motor gücü azalır.
6) Görme Göz merceğinde ve gözdeki kan damarlarında değişiklikler oluşabilir.
7) Deri Diğer organların yaşlanması deriyi etkiler. Dolaşım değişiklikleri kan miktarını azaltır ve duyu ve motor uyarıların taşınmasını yavaşlatır.
Bezlerin etkinliklerinin azalması ve diğer yaşlanma öğeleri saçın rengini, yapısını ve miktarını değiştirebilir.
8) Uyku Uyku düzeni değişir. Etkinliğin azalması uzun süreli uyku gereksinmesini ortadan kaldırır, ancak genellikle gündüz uyumaya gerek duyulur.
9) Beslenme Etkinliğin azalmasıyla daha az besine gerek duyulur.
Tad alma duyusu daha az duyarlı hale gelir.
10) Cinsel Yaşam Kadınlarda adet kanaması durur ve menapoz başlar.
Erkeklerde cinsel etkinlik azalır.
Fiziksel değişikliklerin etkileri
Kemikler zayıflar ve kolayca kırılabilirler.
Kan damarları esnekliğini kaybeder. Kalp iç organlara yeterli kanı sağlamak için daha çok çalışmalıdır.
Ufak bir çürükte dişetleri bozulur ve dişler iltihaplanır. Diyet alışkanlıkları değişebilir. Yüzün görünümünde de değişiklikler oluşabilir. Kişi bu eksikliğin farkına varmayıp ya da önemsemeyip, söylenenleri sık sık yanlış anlayabilir. Grup etkinliklerinden uzaklaşarak Lşndini yalnız hissedebilir. Pıhtılar oluşabilir. Eğer varis damarları varsa çatlayıp ülser oluşturabilirler. Kısmi ya da genel felç oluşabilir. Kişi soğuğa karşı duyarlıdır ve vücut ısısı genellikle düşüktür.
Dış uyarılara karşı duygusal ve motor uyarılar ve karşıt tepkiler geriler. Kişi tehlikelere daha yavaş tepki gösterir. Görme değişiklikleri, herhangi bir etkinlik sırasında oluşursa kişi duygusal tepki gösterebilir. Zayıf görme nedeniyle daha kolay kaza olabilir. Kişi puslu ya da kısıtlı görebilir. Glokom ya da katarakt oluşabilir. Uç noktalar, özellikle ayaklar şişebilir, yanma üşüme hissedilebilir. Deri kolayca çürüyebilir ve özellikle ayaklar ve bacaklar kolayca iltihaplanabilir. Deri kuruyup buruşabilir.
Saçlar beyazlanabilir, kuruyabilir, incelebilir.
Boş zamanların artması daha sık dinlenme ve uykuya yol açar. Geceleri uyuma süresi kısalır.
İştah azalabilir ve yiyeceğe karşı ilgisizlik oluşabilir.
Genel menapoz belirtileri sıcak basması, terleme ve sıkıntıdır.
Kadınlarda da, erkeklerde de telaşlı ve üzüntülü dönemler görülebilir ve yaşam ümitlerini yitirebilirler.
Alınması gereken önlemler
Belirli aralıklarla sağlık kontrolundan geçmek. Fiziksel darbelerden korunmak. Geniş, orta yükseklikte topuğu olan, sağlam ayakkabılar giymek gerekiyorsa bilek desteği kullanmak. Merdivenleri iyi aydınlatmak, tamir ettirmek, ortalıkta fazlalık bırakmamak, trabzanlarm bulunmasına dikkat etmek. Düzenli diş bakımı yaptırmak. Ağzı temiz ve mikropları barındırmayacak biçimde tutmak. Dengeli beslenme diyeti uygulamak. Bu eksikliği kabullenme ve düzeltme için yardım kabul etmek. Gerekli tıbbi yardım sağlamak. Gerekiyorsa işitme cihazını (kulaklığı) kullanmayı öğrenmek. Dolaşımı kolaylaştırmak için olabildiğince aktif olmak. Ülser ya da derideki açık yaralar için tıbbi yardım sağlamak.
Kasların gevşemesi ve dolaşımın kolaylaşması için salıncaklı sandalye gibi yardımcılar kullanmak. Dinlenmek için uzanüdığında ayakları kalp hizasına kadar yükseltmek. Kalp damar sistemi üzerine bir sağlık kontrolünden geçmek
Ağıza uygun protez yaptırmak. Ağız içi ve protez temizliğine dikkat etmek.
Aileyi, arkadaşları ve diğerlerine duyma güçlüğü çeken kişiyle yüzyüze ve tek tek konuşmaları gerektiğini hatırlatmak.
Deriyi kuru tutmak. Gerekli biyokimyasal ve hemotolojik analizleri belirli zamanlarda yenilemek.
Sıcak ve soğuğa karşı önlem almak. Ağrıyı bir tehlike belirtisi olarak kabul etmek. Bellek kaybının etkisini gidermek için yazarak not almak. Yakından çalı’şma ya da okuma için bol ışık sağlamak. Gözleri sık sık dinlendirmek.
Ayakları temiz ve kuru tutmak, dinlenirken yükseltmek. Deride bir kızarıklığı ya da yarayı doktora bildirmek.
Sabunu az kullanmak.
Hareketsizliği kesinlikle engellemek. Çok fazla yorulmadan, sürekli birşeylerle uğraşmak.
Dengeli beslenme uygulamak. Daha sık aralıklarla daha az yemek yemek.
Yaşam döngüsünün bu dönemini anlamaya, tanımaya çalışmak. Tıbbi kontrolden geçmek.
Vücut ısısı kaybını giyinerek önlemek. Evi ve yerleri yeterince sıcak tutmak. Kaza olasılığı yaratacak şeylere karşı gereken önlemleri almak. Gerektiğinde tıbbi yardım almak. Düzenli göz kontrolleri yaptırmak. Ortalıkta kazaya yol açabilecek eşya bırakmamak.
Saçları temiz tutmak ve günde en az bir kere fırçalamak. Saçları fırçalamak, kafatası derisinde dolaşımı hızlandırır.
Boy ve yaşa göre gereken ortalama ağırlığı ya da biraz altını korumak
Sindirim zorlyğuna yol açan yiyecekleri yememek.
İlginç etkinlikle planlayarak, sürekli birşeylerle uğraşmak.
beslenme ile ilgisi olmadığını kanıtlamak olağanüstü güç bir iştir. Organizmada oluşan yapısal ya da işlevsel değişikliklerin gerçek nedeni yaşlılık olabileceği gibi, çeşitli hastalıklar da olabileceği gerçeği daima akılda tutularak ve bu konuda bir genelleme yapılmaması gereği göz ardı edilmeden bazı yaşlı kişilerde görülebilecek değişiklikler genel olarak şu biçimde sınıflandırılabilir: Kemiklerde: Atrofi osteoporosis, kalsiyum metabolizması bozukluğu sonucu ortaya çıkan sorunlar, omurgada eğilme, boy kısalması. Kaslarda: Esneklik kaybına bağlı olarak gevşeme ve kasılma işlevlerinin gerilemesi, kas gücü azalması sonucunda çabuk yorulma, fiziksel iş gücü kaybı ve yürümede güçlük. Kardiovasküler sistemde: Parenkimal doku kaybı, özellikle kalp damar sistemindeki aterosklerotik değişmelerin kalbin beslenmesini bozması, kalbin kan pompalama gücünün azalması, kapakçıklarda sertleşme ve kalsiyum birikmesi, sistolik ve diyastolik basıncın yükselmesi. Solunum sisteminde: Akciğer kapasitesinin düşmesine neden olan fibröz değişmeler ve anfizem oluşumu, vital kapasitesinin azalması. Gastro-intestinal sistemde: Mukozada atrofi, kas katlarında zayıflama, tonusun azalması. Tükürük salgısının azalması, ağız kuruluğu, dilde atrofi, tat doyuşunda azalma, dudak ve oral mukozada ödem, ağız kenarında kuruluk ve çatlaklar, mide asit salgısında azalma. Ürogenital sistemde: Bağdokusu artışı ile böbreklerin işlev yetersizliği, glomerüler filtrasyon oranında azalma, idrar torbasında atrofi, sistit ve prostat hipertrofisi. Deride: Pigmentasyon artışı, su içeriğinin azalması, ter bezlerinin dejenerasyonu. Epidermis tabakasının incelmesi, saydamlaşması, elastik liflerin azalması ve su kaybı. Endokrin bezlerde: İç salgı bezlerinde gerileme görülür. İdrarda 17-ketosteroid çıkışı azalır. Tiroit hormon salgısı geriler. Bazal metabolizma: Tam dinlenme durumunda, yalnız iç organların temel yaşam etkinliklerini sürdürmek için harcadıkları enerji olarak tanımlanan bazal metabolizma, zamanla azalma gösterir. Bu durum vücuttaki enerji üreten reaksiyonların yavaşladığına kanıttır. Başta tiroit bezi olmak üzere, bazal metabolizma üzerinde etkili olan iç salgı bezlerinin de bu değişime katkısı büyüktür. Solunum ve dolaşım sistemlerindeki yetersizlikler, biyolojik oksidasyonlar için gerekli 02’nin sağlanamaması da bazal metabolizmanın azalmasında rol oynayan etkenlerdir.
29.5. HÜCRESEL VE MOLEKÜLER DÜZEYDE YAŞLANMA OLGUSU VE BU SÜREÇTE ORTAYA ÇIKAN DEĞİŞİKLİKLER: Bilim adamları yaşlanma olayının hücre düzeyinde genetik manipülas- yonlarla kontrol altına alınabileceğini düşünmektedirler. Bu nedenle yaşlanma olgusunun hücresel düzeyde de incelenilmesi olayın bütününü aydınlat ab ilme açısından önem taşımaktadır. Bir canlı organizmayı oluşturan hücreler nitelikolarak değişmeden kalan bir iç ortamda yaşarlar. İç ortam ise kan, lenfa sıvısı ve hücreler arası sıvıdan oluşmaktadır. Bu ortam hücrelere oksijen, besin ve enerji sağlar, metabolizma artıklarını ise arıtır. Değişen dış ve iç koşullara karşı iç ortam bileşiminin bozulmadan kalması olayı ise “Homeostasis”tir. Organizma yaşının ilerlemesiyle de, bu dengeleme mekanizmasının gerilemeye başladığını görüyoruz. Değişen hor- monal dengeler (puberte, menapoz gibi), sinir iletisinde ortaya çıkan aksamalar homeostatik dengenin bozulmaya başlamasında rol oynayan en önemli etkenlerdir. Yaşlanmanın biyolojisini kavrayabilmek amacıyla yapılan çalışmalarda, teknolojik olanakların da gelişmesiyle hücre kültürlerinin yaşatılması başarılmıştır. Bu çalışmaların başlangıcında kültüre alınan yüksek yapılı organizma hücrelerinin, gerekli koşullan sağlanıldığmda sonsuza dek çoğalarak yaşamlarını sürdürecekleri düşünülmüştür. Fakat yapılan çalışmalar gerçeğin böyle olmadığını göstermiştir. Bazı normal dışı kanser hücrelerinde sınırsız bir bölünme olayına rastla- nılmaktaysa da, yaşlılık normal hücrelerin oluşturduğu bir organizmada gelişen fizyolojik, doğal bir süreçtir. Bu nedenle de kültür çalışmalarında normal hücreler incelenmelidir. Normal olarak 46 tane kromozomu bulunan ve diploid hücre diye adlandırılan normal insan hücrelerinin kültüre alındıklarında sınırlı bir yaşam süreleri olduğu görülmüştür. Aynı olgu hücrelerin alındığı yüksek yapılı organizma için de geçerlidir, onun da yaşam süresi sınırlıdır. Bu hücrelerin kültür ortamında, normal koşullarda kendi ömürlerinden daha uzun süreler için yaşatılabilmeleri de başarılamamıştır. Omurgalı canlıların yaşlanma olayları, kültüre alınmış hücreleri düzeyinde de geçerlidir. İnsan embriyon hücreleriyle yapılan ilk çalışmalarda, genellikle bir yıldan kısa bir süre içerisinde kültüre alman hücreler aktif olarak çoğalmayı sürdürürler. Fakat belirli bir zaman sonra, hücrelerin normal olarak 24 saatte gerçekleşen bölünmeleri giderek daha fazla sürede gerçekleşmeye başlar. Hücrelerin mitotik etkinlikleri zaman içerisinde giderek bir azalma şösterir ve sonuçta hücre ölümü söz konusu olur, insan fetal dokusundan kültüre alınmış fibroblast populas- yonları bölünerek yaklaşık 50. generasyonlarma ulaşabilirler ve bu süre altı aydan fazladır. Sürekli hücre kültür koşullarında hücreler ikiye bölünerek çoğalırlar. Bu ikiye bölünmeler sonuçta logaritmik bir artış demektir. Bir hafta*1 şişe ile başlanan hücre kültürümüz gelecek hafta 2 şişe ve ondan sonra gelecek haftalarda da sırasıyla, 4, 8, 16, 32…… şişe biçiminde sürecektir. Eğer bu bölünmelerde tüm hücreleri korumaya kalkışsaydık, 50 generasyonluk bir bölünme sürecinde yaklaşık yirmi milyon ton hücre miktarına ulaşırdık. Böyle doğal bir sınırlama nedeniyle kültür çalışmalarında hücrelerin tümünü koruyabilmek olanaksızdır. Bu duruma farklı bir bakış açısı getirmek için yapılan incelemelerde diploid hücrelerin dondu
yaşlanmış fare karaciğerinde artışlar malan öldüğü halde yaşamlarını sürdürebilecekler mi? Bu sorunun yanıtını bulabilmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çeşitli laboratuvar- larda meme dokusundan, deriden ve kan yapıcı hücrelerden örnekler alınarak seri transplantasyonlar yapılmıştır. Fakat bu hücrelerin de sonsuza dek yaşayabilme şansları olmadığı saptanmıştır. Öte yandan benzer koşullarda yapılan transplantasyonlarda, anormal kanser hücrelerinin seri olarak sonsuza dek yaşayabildikleri de iyi bilinmektedir. Bir başka deyişle, kanser hücreleri yaşlanmamakta ve bunun doğal sonucu olarak da ölmemektedirler. Hücrelerin gerek organizma bütünü içerisinde gerekse de besi ortamında kültüre alındıkları zaman sınırlı bir yaşam süreleri vardır. Hücrenin yaşlanması doğal olarak oluşturduğu doku, organ ve canlının da yaşlanması sonucunu doğurmaktadır. Hücrelerin de canlı organizmaların bir birimi olarak yaşlandıklarını kavradıktan sonra, bu yaşlanma süreci içerisinde hücre yapısında ve moleküler düzeyde ne tür değişmeler olduğunu görelim. Elektron mikroskobunun biyolojinin hizmetine girmesiyle yaşlanma sürecinde hücre ultrastrük- türünün ne tür değişiklikler gösterdiğinindaha iyi anlaşılacağı ümit edilmişti. Fakat elde edilen sonuçlar soruna umulduğu ölçüde ışık tutmamıştır. Yaşlı hücrelerin membranlarmda anormal bir değişme saptanılamamış olmasına karşılık, yaşlı sıçan hepatositlerinin yüzey alanlarında artma görülmüştür. Yaşlanma ile hücre çekirdeğinde gerçek hacim ve yüzey alan artışları saptanamamış, fakat çekirdek membranmda derin çukurlar oluştuğu görülmüştür. Yaşlanmaya paralel değişmeler çekirdekçik (nucleoili) yapısında görülür. Yapısı geniş ve çok biçimliyken küçülür ve düzensizleşir. Yaşlanma süreciyle bağlantılı olarak Golgi cisimciklerinde önemli bir değişme saptanamamıştır. Hücre çekirdeği ile bağlantılı ve protein sentezinden kısmen sorumlu endoplazmik ağ ile ilgili çelişkili bulgular vardır. Azaldığı, arttığı ya da değişmeden kaldığı bulunmuştur. Bazı araştırmacılar da hücrenin enerji santralleri olan mitokondrilerin nöronlarda ve karaciğer hücrelerinde yaşlanma ile azaldıklarını bulmuşlardır. Yaşlanan hücrelerde yapılan ultrastrüktürel çalışmalarda en çok dikkati çeken ve ışık mikroskobu sonuçlarını destekleyen nitelikteki bulgu lipofusin birikmesidir. Bu pigmentin, insanlarda ve geniş çapta da hayvanlarda yapılan incelemelerde yaşlı nöronlarda ve miyokardial hücrelerde biriktiği görülmüştür. Bugün için yaygın kanıya göre, lipofusin granüllerinin birer hücre organeli olan lizozomla- nn kalıntısı olduğu ve bu pigmenti oluşturan lipoproteinlerin yaşam etkinlikleri için zorunlu yağ asitlerinin peroksidasyonu sonucu oluşan ürünlerin etkileşimleriyle sentezlendiği kabul edilmektedir. Yaşlanmakta olan hücrelerin enzimler açısından da bir değişim gösterip göstermediklerini saptamak amacıyla, biyokimyasal ve histokimyasal tekniklerin uygulandığı çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. İncelenen tüm enzimlerin bir tablosunu çıkarabilmek oldukça güçtür, ancak küit noktalarda yer alan önemli enzimlerden söz edeceğiz. En çok ilgi çeken enzim, hücre yüzeyindeki transport mekanizmasını ayarlayan “Alkali fosfa- taz”dır. Yaşlanma sürecinde arttığı, azaldığı ya da değişmeden kaldığı yönünde çeşitli sonuçlar bulunmuştur. Diğer bir transport enzimi olan “5-nükleotidaz”ın yaşlı sıçanın karaciğer ve akciğerinde azalma gösterdiği saptanmıştır. Lizozomal hidrolitik enzimler de, eşit ölçüde değişken bir özellik taşırlar. Asit fosfataz enzim etkinliğinin yaşlanmış fare karaciğerinde artışlar.
Yaşlanma ile immün sistem işlevlerinin gerilemesi infeksiyon, otoimmün ve immün kompleks hastalıklarının oluşumunu ve kanser riskini artırmaktadır. Yaşlı kişilerin infeksiyon hastalıklarına karşı daha duyarlı oldukları ve iyileşme süreçlerinin daha uzun zaman aldığı, sonuçta ölüm oranının yüksek olduğu iyi bilinen bir gerçektir. Ottoimmu- nite olavı ise, oldukça ilginç ve sorun yaratan bir konudur. Vücudun savunma mekanizması dışarıdan gelen maddelere, savunu amacıyla antikor üretmektedir. Fakat bazı durumlarda vücut,kendi yapısal moleküllerinden bazılarını da yabancı antijen gözüyle görür ve onlara karşı antikor üretir. Otoantikorlar ve bunun sonucunda da otoimmün hastalıklar ortaya çıkar. Yaşlanan organizmada yapısal öğelerin bozulması, mutas- yona uğraması olasılığı arttığından ve çeşitli mikropların otoimmün hastalıklarında oynadıkları rolü karşılayacak direnç azaldığında yaşlılıkta bu tür hastalıklar artar.
29.7. YAŞLANMA VE HORMONLAR: Geçmişte çeşitli bilim adamları, yaşlanma olgusunun endokrin sistemde oluşan değişmeler sonucu ortaya çıktığı görüşünü savunmuşlardır. Fakat bugünkü bilgilerimizin ışığı altında böyle tek boyutlu bir yaklaşımın ne derece etkisiz kaldığını görmekteyiz. Bunun da ötesinde örneğin bir hormonal gerileme olayı olan menapoz olgusunu ele aldığımızda, yumurtalıklarda işlev gerilemesi ve östrojen hormonları salgısının azaldığını görürüz. Fakat bu durum, yaşlanma ile ilgili
endokrin değişmeler için bir kural değil de, kuraldışı bir örnek oluşturur. Diğer hormonların ise bu durumun karşıtı olarak ve bir genelleme yapabilecek biçimde yaşlanma sürecinde bir azalma göstermediklerini belirtmek gerekir. Fakat bu konuda unutulmaması gereken önemli bir nokta da yaşlanma sürecinde iç organlarda oluşan işlevsel değişikliklerin etkisi ve organizmanın genel statüsünün değişmesi sonucunda hormonların sentezi, salgılanması ve etki mekanizmasında da bazı değişmelerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle de yaşlanma ile ilgili olarak oluşan endokrin değişmelerde, hastalık kavramının ne olduğunu ve bunun karşıtı olan fizyolojik değişmelerin ne olduğunu iyi kavramak gerekir. Önemle üzerinde durmamız gereken bir konu da fizyolojik ve biyokimyasal klinik testlerin her zaman tam anlamıyla yaşlanmaya bağlı değişmeleri saptamakta yeterli olamadıklarıdır. Herhangi bir hormonun yaşlanma sürecinde kandaki düzeyinin değişmeden kalması, herhangi bir fizyolojik değişmenin söz konusu olmadığının kanıtı değildir. Kandaki hormon düzeyleri bir dizi olayın dengede bulunmasının yansımasıdır. Hormonun kandaki yoğunluğunun değişmeden kalması, her zaman belirli oranda sentezlenmesinin sonucu olmayabilir. Hormonun kullanımı azalmış olabilir, buna bağlı olarak sentezi de azalır, fakat kandaki düzeyi değişmez. Hormonların sentezi, kanda taşınması ve yarattıkları biyolojik etkilerin değerlendirilmesi konumuzun sınırlarını çok aşmaktadır. Bu nedenle burada, bazı endokrin bezlerin durumu ve hormon düzeylerinin yaşlanma süreci ile kurulacak ilintileri değerlendirilecektir.
Üst: Tiroksin salgının denetlenmesi (sol). Tirotropin hormonunun tiroit bezine etkisi (sağ) Sol: Tiroit bezinin mikroskobik yapısı. Yuvarlak foliküller ve içlerindeki kırmızı renkli kolloid maddesi görülmektedir.
Ön Hipofiz Bezi: İnsanlar üzerinde yapılan incelemeler, bu endokrin bezle ilgili herhangi bir yorum yapmanın çok güç olduğunu göstermektedir. İnsan yaşının ilerlemesi ile ön hipofiz bezinin kitlesinde en fazla % 20’lik bir azalma gerçekleşmektedir. 4 ‘ Adrenokortikotropik hormon” ve “Büyüme hormonu” düzeylerinin yaşlanma ile değiştiğine ilişkin belirgin bir kanıt yoktur. Tiroit bezini uyarıcı (TSH) hormonunda azalış ya da artış göstermediği bilinmektedir. Folikül uyarıcı hormon sentezi ise özellikle menapoz aşamasından sonra artış gösterir. Çünkü yumurtalıklarda östrojen hormonu yapımı azalmıştır. Hipotalamus: Yaşlanma sürecinde hipotalamusta gerçekleşen olaylar oldukça karmaşıktır; bu konuda yorum yapmak da oldukça güçtür. Yalnız sinirsel ileti açısından katekolaminler ve asetilko- linin direkt uyarıcı etkileri yaşlılıkta artmaktadır. Büyüme Hormonu: Yaşa bağlı olmaksızın, dinlenme halindeyken, bir gece aç kalındığında plazmadaki bazal büyüme hormon düzeyleri en hassas yöntemlerle bile saptanamayacak kadar azalır. Yaşlı-genç ayrımı fark etmeksizin, kadınlarda erkeklere oranla bazal değer olarak büyüme hormonu daha yüksektir. Bu saydıklarımızın yanı sıra, daha birçok özellikleri de değişken olan büyüme hormonunun yaşlanma ile bağlantısını saptamak güçtür. Tiroit Bezi: Tiroit bezinde yaşlanma sürecinde ortaya çıkan anatomik değişiklikler en düşük düzeydedir. Çünkü yaşlılıkta da, sağlıklı kişilerin tiroit bezleri gerektiği biçimde etkinlik göstermektedir. Hormonal açıdan saptanan azalmalar ise tiroit bezinin gerilemesinden kaynaklanmamaktadır; metabolik etkinliklerin azalması sonucunda ortaya çıkan bir değişikliktir. Adrenal Bezi:Adrenal bezinin yaşlanma ile ilgili olarak gösterdiği yapısal ve işlevsel değişiklikler, lürlere özgü niteliktedir. Yumurtlama aşamasındaki alabalığın adrenal bezinin kitlesel hipertrofi- si ve hiper etkinlik göstermesi, belki de en dramatik örneği oluşturmaktadır. İnsan adrenal bezinde kitlesel bir değişme gözlenememesine karşınbazı mikroskobik farklar vardır. Adrenal bezle ilgili kortizol hormonunun yaşın ilerlemesiyle kandaki düzeyi değişmeden kalmakla birlikte, yayınlanma hızı % 30 oranında azalır. Dehidroe- piandrosteron ve androsteron olarak bilinen adrenal streoit hormonların üretimleri yaşlılıkta azalmaktadır. Pankreatik Hormonlar – İnsulin: Glukoz toleransının yaşlanma ile aşamalı olarak azaldığı iyi bilinmektedir. Bu durum insulin düzeylerinin değişmesiyle açıklanmaya çalışılmıştır, fakat bazı çalışmalarda da bunun tersi durumlar saptanmıştır. Bir başka pankreatik hormon olan glukagonun salgılanmasmdaki değişiklik, yaşlanma ile glukoz toleransının azalmasından sorumludur. Gonadlar Testosteron: Bireysel değişikliklerin çok fazla olmasına karşın, cinsel ilginin yetişkin erkeklerde ilerleyen yaş ile paralel bir azalma gösterdiği bilinmektedir. Yaşlı kadın ve erkeklerdeki cinsel eğilimlerin, geçmiş yaşam süreçlerinde kazandıkları deneyimlerle yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Yaşlılıkta cinsel etkinlik
farklılaşmasının, bazı endokrin işlev değişmelerinden çok, bu olgudan kaynaklandığına inanılmaktadır. Kan plazmasındaki testosteron düzeylerinin saptandığı ilk çalışmalarda yaşlanma ile hormon düzeylerinde bir azalma olmadığı bulunmuştu. Oldukça yeni çalışmalarda ise durumun farklı olduğu saptanmıştır. Adolesans döneminden erişkin bir birey oluş dönemine kadar, plazma testosteron düzeyleri büyük bir artış gösterir, bunun ötesinde ise 50 yaşma kadar herhangi bir azalma görülmez. 50 yaş sınırı aşıldığında ortalama değerlerin azalması söz konusudur. 80-90 yaş grubundaki kişilerin ortalama testosteron değerleri 50 yaşın altındaki grubun ortalama değerinin ancak % 40’ı kadardır. % 60’lık bir azalma söz konusudur. Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta da, 80 yaşındaki bir erkeğin testosteron düzeyi 20 yaşındaki bir delikanlı ile aynı olabildiği gibi, normal bir kadının sahip olduğu testosteron düzeyi kadar da düşük olabilir. Hormonun kandaki düzeyinin mutlak değer olarak artıp azalması kadar, fizyolojik olarak aktif biçimde olmasının da önemi büyüktür. Östrojen ve Progesteron: Yaşlanma ile değişken bir paralellik göstermekle birlikte, kadınlarda östrojen hormonu azalması az çok erkeklerdeki testosteron azalışına benzemektedir. Yaklaşık 40 yaş dolaylarında östrojen hormonu salgısı azalmaya başlamakta ve bu durum menapoz olayı ile aşağı yukarı zamandaş olmaktadır. Unutulmaması gereken bir gerçek ise zamanlamanın bireyler arasında büyük farklılıklar göstermesidir. Östrojen hormonu salgısındaki azalma 50-60 yaşlar arasında da sürer. Ondan sonraki dönemde ise hormon düzeyi kararlı kalır. Yaşlı kadınlarda yumurtalıklar östrojen hormon salgısını tümüyle durdurur. Kandaki östrojen hormon düzeyleri % 70-90 arasında azalma gösterir. İdrar yoluyla atılan biyolojik olarak aktif hormon düzeyleri ise, menapoz öncesi düzeylerin beşte birine düşer. Yumurtalıkların tümüyle sentezini durdurduğu östrojen hormonu, yaşlı kadınlarda periferik olarak sentezlenmeyi sürdürür. Kadınlarda östrojen hormonunun yanı sıra, az da olsa erkek cinsiyet hormonu, testosteron sentezi de yapılır. Erkeklerde ise testosteronun yanı sıra, az da olsa östrojen hormonu salgısı vardır. Yaşlılıkta kadınlardaki testosteron salgısında bir değişiklik olmamasına karşılık, erkeklerdeki östrojen salgısında yaşlanmaya paralel bir azalma görülür. Erkeklerde testis ve adrenal bezlerinde kayda değer ölçüde progesteron hormonunun sentezlen- diği görülür. Yaşlanmaya paralel olarak bu hormon düzeylerinde de % 40’lık bir azalma görülür.
Organizmanın endokrin sisteminde, yaşlanmaya paralel bazı değişmeler olduğu bir gerçektir. Tüm endokrin bezlerin ya da aynı bezin salgıladığı tüm hormonların aynı ölçüde etkilendiklerini söylemek yanlış olur. Bütün bunlara karşın, bu konudaki bilgilerimizin oldukça sınırlı olduğunu ve teknik sınırlamaların bir engel oluşturduğunu da akılda tutmak gerekir. Hormonların etkilerini gösterdikleri hedef dokuların da, bu süreç içerisinde yanıt yönünden farklılık gösterebileceğini de belirtelim.
29.8. GENÇLİK AŞISI: Yaşlılık bilimi – Geriyatri ile uğraşan bilim adamlarının sorunu çözümlemek amacıyla yaptıkları gerçekçi yaklaşımlar, bugüne kadar henüz bir gençlik aşısının bulunmasıyla sonuçlanmamışsa da, yaşlanma konusunda pek çok bilimsel gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Organizmanın endokrin (hormonal) ve immünolojik sistemleri arasındaki bağlantılar ve duyarlı dengeler dikkatli biçimde incelenmiştir. Araştırmaların ışığında, yaşlılıkta beyin hücrelerinin ölümü ya da bir cinsiyet hormonu olan testosteron düzeylerinin azaldığı gibi olguların statik kavramlar olmadığı anlaşılmıştır. Sağlıklı bir yaşam sürmüş bir kalbin, genç yaşlardakin- den farklı bir biçimde atmadığı ve 70 yaşındaki bir karaciğerin en az 30 yaşındaki kadar işlevleri yerine getirebildiği bilinmektedir. O halde yaşlanmayı doğal bir değişim biçiminde değil de, bazı işlevlerin bozulması, hastalanması biçiminde de düşünebiliriz. Bilimdünyasmda birçok olguda karşılaşıldığı gibi, bu konuda da birbirleri ile bağlantısız gibi gözüken birçok bulgu bir araya getirildiğinde,gerçek sonuçlara ulaşılmaktadır. Örneğin, beyindeki elektrokimyasal süreçler incelendiğinde, sinir hücreleri arasındaki noradrenalin, dopa- min, serotonin gibi mesajcı moleküllerin oynadıkları roller ortaya çıkmıştır. Bu moleküller insanın günlük ruh durumunu, duygularını, kaslarının etkinliğini ve entellektüel algılama yeteneklerini düzenlemektedirler. Sinirsel üetide rol alan bu moleküllerin yaşlanma olgusu üe ilgisi de parkinson hastalığı incelenirken ortaya çıkmıştır. Zamanından önce oluşan bir dejenera- tif hastalık olan parkinsonizm aslında organik kökenli, dopamin sistemindeki bir bozukluktan kaynaklanan bir hastalıktır. Temel sorun, sorun yaratan ilk aşamanın saptanmasıdır. Bu aşamada hormonal dengeyi bozan ve ileti mekanizmasında ortaya çıkan sorumlu bir aksaklık söz konusudur. Hayvan deneylerinden elde edilen bir bulguya göre de yüksek dozda “L-dopa” (dopaminin sentez maddesi) verilen fareler, ileri yaşlarında bile hala gençlikteki görünümlerini koruyabilmektedirler. Acaba L-do- pa olası bir gençlik aşısı mı sorusu hemen akla gelmektedir.
29.9. YAŞLANMA VE KANSER: Yaşlanma ile kanser gelişme tehlikesi arasındaki ilişki oldukça karmaşık bir özelliktedir. Bu konudaki temel soru, tümör oluşumunun yaşlanmanın bir parçası mı olduğu, yoksa birlikte yürüyen iki ayrı olay mı olduklarıdır. îlk bakışta kanser olgusunun yaşlanma ile paralel bir artış gösterdiği ve benzer yollan izlediği görülür. Fakat olaya daha yakın açıdan bakınca ve değişik tip tümörler için ayrı ayrı değerlendirmeler yapıldığında gerçeğin daha farklı olduğu anlaşılmıştır, örneğin prostat karsinomunda, tümör sıklığı 50 yaşından sonra artmaya başlamakta ve 80 yaşma kadar hızla artmaktadır. Klinik olarak da prostat kanseri erkeklerin % 15’ini etkilemektedir. Diğer tip tümörlerde de genellikle prostat tümöründe olduğu gibi, yaşa göre dağılım grafiğini görmek olasıdır, fakat bu grafiğin özelliği farklı tümör türlerinde, farklı yaşlarda değişmektedir. Tümör olgusunun yaşlanma sürecinin bir parçası olmadığı yönündeki görüşlerin dayandığı gerçek ise, farklı tömür tiplerinin farklı hayvan türleri arasında yaşlara göre dağılım sıklığı açısından büyük değişkenlik göstermesidir. Lösemi ve lenf oma tipleri birlikte değerlendirildiğinde, hayvan türlerinin çoğunda yaygın oldukları görülür, fakat tümör açısı geniş tutularak çeşitli lösemi türleri incelendiğinde, türler arasında farklı bir dağılım gösterdikleri saptanır. Örneklemeleri uzatmak olasıdır, fakat sonuç olarak söylemek gerekirse yüksek yapılı memeli organizmalar için istatistikler, kanser olgusunun yaşlanmanın bir bölümü olduğu yönünde somut bir kanıt olmadığını göstermektedir. Bu gerçek oldukça sevindiricidir. Çünkü kanserin kendi başına çözümlenebilecek bir sorun olduğu ortaya çıkmaktadır. Eğer yaşlanma sürecinde kaçınılmaz bir gelişme olsaydı, çözümü çok daha güç bir sorun olacaktı. Habis tümörler için yaşlanma olgusu ile somut bir ilişki kurulamazken, selim tümörler için tam tersi söylenebilmektedir. Bu gerçeğin sevindirici yanı da, selim tümörlerin habis dönüşümler göstermemesidir. Eğer habis tümörlerin oluşumu yaşlılık sürecinden bağımsız bir olguysa, neden orta ve ileri yaşlarda gençlere oranla daha fazla rastlanıl- maktadır sorusu da ister istemez zihnimizi kurcalamaktadır. Bu soruyu yanıtlamak için çok sayıda yaklaşımda bulunulabilir; immünolojik denetleme mekanizması ya da diğer immünolojik mekanizmalar, hormonal düzensizlikler gibi. Bu olasılıkların yanma bir de hücrelerin yaşlandığında kanser oluşumuna daha duyarlı olabileceklerini ekleyebiliriz. Bu yeni olasılığı kanıtlayacak bazı bulgular saptanmıştır, fakat tümüyle bir açıklama olabileceği henüz tartışmalıdır.
29.10 ERKEN YAŞLANMA; PROGERİA VE PARKİNSON HASTALIKLARI: Progeria (Hutchin
son – Gilford Progeria Sendromu): İlk kez 1886 yılında Sir Jonathan Hutchinson tarafından teşhisi konulduğundan bu yana, 60’m üzerinde hasta da Progeria sendromu bildirilmiştir. Kalıtımsal bir hastalıktır. Her zaman rastlanılan belirtileri şunlardır: Boy kısalığı, boyla oransız kilo azlığı, cinsel gelişim yetmezliği, derialtı yağ azalması, başın yüze oranla büyümesi, küçük çene, saçlı deride damarların belirgin olması, belirgin gözler, “yırtıcı kuş görünümü”, uzamış ve onarmal diş yapısı, kuş göğsü, “ata binme” duruşu, eklem sertliği. Sıklıkla görülen belirtiler ise, kahverengi benekli, buruşuk, kuru, gergin ve ince deri, yüzeysel damarların belirgin oluşu, terleme azalması, kirpik ve kaşların yokluğu, gaga tipi burun, ince dudaklar ve çıkıntılı dudaklardır. Progeria sendromunu taşıyan çocuklar genellikle normal bebekler gibi kabul edilebilirlerse de, doğumda sendromu gösteren bulgulara sahip olabilirler. Yaşamlarının ilk yılında ileri dereceye varan gelişim yetmezliği oluşur. Özgün bir yüz,derialtı yağ dokusunun azalması, eklem sertliği, kemik ve deri değişiklikleri ikinci yılda ortaya çıkar. Motor ve zihinsel gelişmeler ise normaldir. Tiroit, hipofiz ve adrenal bezlerinin işlevlerinde dikkat çekici bir anomali yoktur, İnsuline karşı direnç, kollagen doku anomalisi, metabolizma hızının artmış olması ve serum lipidlerinin değişik anomalileri söz konusudur. Progerik hastalarda ateroskleroz oluşumu ve 7-27 yaşlan arasında (ortalama 13.4 yıl) kardiyak ya da serebral damar bozukluklarının ölüme neden olmasıyla birlikte normal bir yaşlılık sürecinde görülebilecek birçok belirtilere (katarakt, arkus senilis, osteoartiritis ya da senil kişilik değişiklikleri) rastlanılmaz. Bu hastalıkta söz konusu olay, çocuğun normal gelişimini tamamlamasına fırsat kalmadan hızlı metabolizma nedeniyle süratle yaşlanmasıdır. Klinik belirtilerde söz edilen noktalarinr arada değerlendirildiğinde, görünüm olarak yaşlı bir insan ortaya çıkmaktadır. Halbuki bu tür hastalarda gerçek yaş en fazla 20 dolaylarında olabilmektedir. Hastalığın tedavi edilebilme şansı henüz yoktur. Parkinson hastalığı: Bu hastalık ise progerianm tersine, orta ve ileri yaşlarda ortaya çıkmaktadır. Diğerinden farklı bir başka yönü de sinir ileti sisteminde ortaya çıkan bir bozukluk sonucu gelişmesidir. Hastalık uzun bir süreç içerisinde belirtilerinin giderek artmasıyla gelişir. Hastalığın gelişimini tamamladığı aşamadaki klinik görünüm şöyledir: Vücut kamburlaşır, hareketler sert ve yavaştır, yüzdeki anlam sabitleşir, ağır vakalarda ritmik titremeler görülür. Bu bozukluklar hastalığın ileri aşamalarında vücutta simetrik olarak görülürse de, başlangıçta tek taraflıdır. Örneğin, tek elin ya da ayağın titremesi gibi. Nedenleri çeşitli olabilir, fakat progeria gibi çaresiz bir hastalık değildir. L-dopa ve benzen ilaçlarla tedavisi yapılarak hastanın sıkıntıları azaltılabilir.
29.11. ZİHİNSEL YETENEK YÖNÜNDEN YAŞLILIĞIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Yaşlılığın zihinsel açıdan incelenmesi, sınırlan çok geniş bir konudur. Çünkü yaşlanma bireyin öğrenme, bellek, problem çözme ve entellektüel yapısını etkilemektedir. Unutkanlık ve karıştırma gibi olguları bu kapsamın dışında bile bıraksak, yine de özetlenmesi oldukça güçtür. Yaşlılığın zihinsel açıdan bir değerlendirmesini yapabilmek için, bireyin tüm yaşam sürecini bir bütünlük içerisinde değerlendirmek zorundayız. Çünkü gelişimin erken aşamalarında ileriye yönelik büyük birikimler ortaya çıkmaktadır. Bu tür bir yaklaşım bize insan yaşamını gençlik ve yetişkin faz olmak üzere ikiye ayırabilme kolaylığını sağlar. Gençlik döneminin fiziksel ve zihinsel yönden değerlendirilmesi, üzerinde en fazla durulmuş konudur. Sperm ile yumurta hücresinin birleşmesiyle başlayan bir dizi karmaşık yapılı genetik etkileşimler ya da bir program sonucu fiziksel yapı oluşur. Bu konuda gidilecek yol belirlidir, fakat nicel değişmelerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan yapının farklı oluşu, olayın dinamik yapısını yansıtmaktadır. Yaşamın ilk döneminde gelişim normal olursa vücudun fiziksel yapısında ortaya çıkan değişmelerin yanı sıra zihinsel yeteneğimizi artıracak, sosyal ve entellektüel yönümüzü de geliştiririz. Bu erken dönemdeki gelişimiz, hareket, konuşma, tanıma ve cinsel gelişim gibi, ne kadar normal sınırlar içerisinde oluşmuşsa, bunun üzerine kurulacak olan gelecek de o derece sağlıklı olur. Bu temel yaklaşım hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Birinci aşama gelişimini tamamlayan birey, bir sonraki aşama olan erişkin döneme geçer. Bu dönemde biyolojik gelişmemiz yavaşlar ve gerileme yönüne geçer. Bu değişim yaşlanma sürecin
eki sosyal ve psikolojik değişimleri de birlikte getirir. Yetişkin dönem aşamasında da unutulmaması gereken önemli bir temel nokta ise, bu dönemin sürekli bir değişim aşaması olduğudur. Bu dönemdeki ölçütler ilk dönemdeki kadar belirgin değildir, öznel değer yargılarını taşır. Yetişkin dönemde bireyin biyolojik yaşını sapta- yabilme olanağı yok denilebilecek düzeyde olduğundan, nesnel ölçüt olarak kronoljik yaş esas olarak alınmaktadır. Normal olarak yaşlanmanın zihinsel yeteneği üzerindeki etkilerini şöyle belirleyebiliriz; zihinsel işlemlerin yürüyüş hızlarında göreceli bir gerileme, entellektüel sorunlara özgün ve yaratıcı çözüm yollan bulma yeteneğinde gerileme, belirli bir yaştan sonra hata yapma oranının artması ve beyinde oluşan hasarları önlemede hassas deneylerde hataların oluşması. Yaşlanmanın yarattığı etkilerin bir ölçüsü olarak “Farklılık” teriminin kullanılması da yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü birbirleri ile karşılaştırılan bireylerin gelişimlerinde ve içerisinde bulundukları koşullarda eşitlik yoktur. Bu konuda genellemeler yapmak, kesin sonuçlara ulaşmak olanaksızdır. Çünkü insanoğlunu deney hayvanı gibi tüm yaşamı boyunca laboratuvarda, eşit koşullar altında incelemenin olanağı yoktur. İnsanoğlu zihinsel yeteneğini sürekli geliştirebilir. Kuramsal olarak bir ayırım yapacak olursak, 4 grup ortaya çıkar: Erişkin yaşamlarında da zihinsel yeteneklerini geliştirenler, erişkin döneme vardıklarında zihinsel yetenekleri en yüksek değere ulaşanlar, erişkin dönemde bu yeteneği sabit tutanlar ve erişkin dönemde zihinsel yeteneğini geriletenler. Öğrenme ve hatırlama yetenekleri üzerinde yaşlanmanın etkisini tanımlamak oldukça güçtür, çünkü öğrenme olayı birçok biçimlerde gerçekleşebilir ve hatırlamayı etkileyen sayısız etken vardır. Yaşamın erişkin döneminde zihinsel etkinliğimizi geliştirebilmemiz için ‘‘Koşullan” iyileştirmemiz gerekmektedir. Yaşlanma süreci içerisinde insanoğlunun zeka ve yeteneklerinin ölçülebilmesi, somut değerlerle tanımlanabilmesi son derece güç ve karmaşık bir sorundur. Fakat zihinsel gelişme düzeyimizin sosyal ve psikolojik yaşantımızdaki etkinliklerimizi belirleyici bir öğe olduğunu da yadsıyamayız.
29.12. ÖLÜM: Yaşlanma süreci çeşitli organ ve dokularda değişik zaman dilimlerinde gerçekleşmektedir. Fakat organizma bütünlüğü içerisinde kritik bir bozulma sistemi oluşturan diğer parçaların tümü de sağlıklı olsalar bile, yaşamın sona ermesine neden olmaktadır. Yaşlanan bir sistem, yapım sürecinin yavaşlaması, onarım yeteneğinin gerilemesi ve savunma sisteminde oluşan boşluklar nedeniyle geçmişte kolaylıkla üstesinden gelebileceği bir sorun karşısında yıkıma gidebilir. Ölüm olayının fizyolojik teşhisini koymak oldukça güçtür. Çeşitli doku ve organların dış ortam koşullarının kötüleşmesi sonucunda, kendi konumlarını koruyabilme yetenekleri oldukça farklıdır. Bu nedenle hangi organ ya da dokunun etkinliğini tümüyle yitirmesi ölüm olayını somutlaştırır: Yanıtlanması çok güç bir soru. Böbrek, kalp gibi kritik ölçüde yaşamsal önemi olan organlar, transplantasyon tekniklerinin gelişmesiyle bir başka yaşamı sürdürebilmek amacıyla kullanılabilmektedirler. Bu nedenle ölüm olayını sosyal ve biyolojik yönleriyle tanımlamak gün geçtikçe güçleşmektedir.
Yetişkin insanın zihinsel yetenekleri üzerine yaşlanmanın değişken etkisi. Bu ortalama, yaşlılık eğiliminin zihinsel yetenek yönünden indeksi, aynı denek kişiler ve aynı metrebe ölçüleri kullanılarak çıkarılmıştır.