Mektupçu
Bu edebiyat hocalığı, daha şimdiden Adnan’ı nelere mahkûm ediyordu; mektupçu, nazırın odasından çıkar çıkmaz, ka* çıyor gibi yürüyor, Adnan ora yetişmeğe mecbur, arkasından koşuyordu. İnsan, uşağile giderken bile daha kısa bir mesafenin ucunda yürürdü. Fakat Adnan, bu adamı mazur görüyordu: «Adnanın elindeki kalemin memlekette bir gün ihtilâl çıkaracağını, bu adam, nerden bilecekti!» Mektupçuyu, makamında görünce, Adnan şaşırdı: Demin nâ- zırın odasında oturan redingotun şimdi elleri, ayaklan vardı. Mektupçu, Adnana, ders günlerini kısaça söyliyecek, oturmasına imkân Wakmıyacaktı. Fakat Adnan köşedeki koltuğa geçti: ayak ayak üstüne atarak! Bu münasebetsizliğe pişman olmak için Adnana vakit bırakmak istiyerek, mektupçu masasındaki kâğıtlara eğildi. Halbuki adnan, hep ayni bacaklarla oturuyor, mektupçuyu düşündürüyordu: «Biı nasıl adamdı ki nazırın yanında kendi sesile konuşamıyor, ve nazırın hergünkü çehresine göre kendisine o günlük bir yüz seçiyordu. Kim bilir, kaç senedir, her değişen nazırın meşrebine göre şu ilikli redingotun içine bir başka adam, bir iblis, bir avanak, bir taylasanh softa, bir kaşıklı bektaşi, dervişi girmiş, çıkmıştı.» Mektupçu, başını hayretle kaldırdı; bu edebiyat hocası halâ aylığının ne kadar olduğunu, konağa hangi günler gideceğini sormıyacak mıydı?
Adnanın bu kayıtsızlığına kızan mektupçu, aruz vezninde öksürdükten sonra, aylığının ne kadar olduğunu ve konağa perşembe günleri gideceğini, Adnana cevap beklemiyen yüzle, söyledi; lâkırdısının muhavere olmaması için yine önündeki kâğıtlara eğildi. Adnan anlıyordu: Bu adam, onu, Hidayetin konağında sığıntı sanmıştı ve bir edebiyat hocası da bir muhavereye lâyık değildi! Adnan : — Perşembeleri meşgulüm. Fakat Hidayetin de hatırını kırmak istemem; derse gitmek lâzım… Şimdilik perşembeleri gideriz! Bu lâkırdı da bir muhavere olamadı. Çünkü mektupçu şaşırdı: «Edebiyat hocası, Hidayet beyefendi Hazretlerine «Hidayet* diyordu. Bu, üç kıtada kimsenin haddi değildi.» Adnan odadan çıkarken mektupçu, arkasından başını sallıyordu: «seni acemi hokkabaz seni!„ Adnan, mektupçunun odasından kibirli çehre ile çıktıktan sonra, artık kafileşen bu edebiyat hocalığına birdenbire sevindi. Fakat mesut çehresini hemen saklayacak bir yer bulmak istedi: Nazırın Hacı kâhyası, uzun bacaklarının cephane devesi gibi diz çıkıntısı dolu adımlarile koridorlarda ağır ağır geziniyordu. Bu adamın anlayarak bakan gözlerinden Adnanm mesut yüzü utandı ve cürmü meşhut olan sevincini çehresinden sildi. Kâhyanın önünden somurtarak geçti. Merdivenden, saadetini düşünmiyen yüzle indi. Kâhya, edebiyat hocasının arkasından uzun uzun bakıyor, gülüyordu
Buharayi Yaktılar
Mâliyeden çıkınca edebiyat hocalığından kurtulmuş gibi, Adnan ferahladı: Lütuf görmek ne. ağırdı; Hacı Kâhyaya, mek- tupçuya, maliye nazırına, kızma, ve nazırın konağına – binaya bile – şimdiden eziliyordu. Fakat bir taraftan da her ay para alacağı için, kendinden gizleyerek mesuttu.Mâliyenin önünden, bir masalın kadınları geçiyordular. Saray ve konak arabalarının loş koynunda – bir camekânm kadifesine konmuş renk renk taşlar gibi – insansız gözler, kolalı yaşmakların rüyaları arasından görünüyordu: Başka bir dünyanın yıldızlarına bakıyor gibi bebeklerinde nokta nokta renklerle, yeşil, sifah, sarı gözler… Oturanı ayakta duruyor zannettiren uzun feslerile arabacılar ve seyisler. Bu arahılar halkın arasından geçerken halka bir hatıra kadar uzaktılar. Ipekleı, elmaslar dolu arabaların arasından, birdenbire Ak- sarayın «jıeczub çıplak Ahmet» i fırladı ; kalın takunyelerini taşlara .çarparak koştu; tıraşlı, çıplak başını Adnanın hasırlı fesine “değdirerek uğultulu ve iptidaî sesle: ,— Buharîyi yaktılar! dedi, kaçtı,, j” Anadan doğma çıplak vücudunde çuvaldan bir donla gezen, yazın güneş göbeğinde doğan, kışın kar göğsünün kıllarına yağan çıplak Ahmet, araba pencerelerinden sokağa taşan ipek, elmas bolluğu arasında büsbütün çıplaktı. Adnan edebiyat hocalığının sevincini bir an için unuttu; başka şeye seviniyordu: bu tezadı romanına koyacaktı. Birdenbire sarhoş bir ses haykırdı: — Adnan!.. Adnan, durdu; o bu sesin ne demek olduğunu bildirdi; konyağın verdiği salâhiyetle bütün Bayazit meydanında serbest çıkan tek ses! Ve, konyak kokan bu şair, Adnanın karşısında sallanıyor, «Duydun mu? Buharîyi yaktılar!» diyor, Namık Kemalin vatanlı bir beytini okuyordu. Adnan bu adamdan kurtulunca kolundan bir sarıklı yakaladı : Bu da Adanalı bir şairdi. Bebeksiz âlil gözlerile Sokrat- larm, Omiroslarm Larustaki resimlerine benziyen adam. — Hey! Adnan Bey! Uyumıyalım, uyumıyalım; Buharîyi Şerifi yaktılar; diyor, zalimli, mazlûmlu bir şiir okuyordu. Durak yerlerinde, mısrâların parçalarını avucunda sıkarak yumruğunu sallıyor ; şiir , gıcırdıyor ; şair homurdanarak , uzaklaşıyordu: Adnan, düşüne döşüne Lâleliyi inmiye başladı:’ Demek ki
Abdülham’ıt Buharîyi yakmasaydı Şarkî Rumeliyi düşmana mu- harebesiz veren adama hâlâ kızmıyacaktılar? Fenalaştı: Karşıdan bir başka şair geliyordu; Buharînin yandığını başka bir şiirle dinlememek için Adnan kaçacak yer aradı. Koca Ragıp Paşa kütüphanesinin önündeydi; bahçesine daldı. Adnan bu kütüphanenin farkında olmıyarak, b’r defa bile geçmemiştir. Onun gözünde iki İstanbul vardır: «Camilerinin kurşun kubbelerinde fetih ordularının miğferleri duran İstanbul! Bir devin ufka yuvarladığı bir dağ: Süleyma- niye camii! Altında bir millet ayağa kalkıyor gibi duran kubbe! Süleymaniyenin bu kubbesi ufuktan sökülmelidin ki İstanbul ne kel, ne uyuz bir topraktır anlaşılsın.. Sonra fcçı minareler: Gökyüzünü madalyon bir ayna parçası gibi tutan* birer kız kadar narin minareler! <Bunların ucuna her fetih bayramından takılan bir hilâl!. İstanbul Süleymaniye yapıldığı gün biziu oldu!»
Adnan, romanına, kendi İstanbulunu bu duygularla yazı- yordu. Dinsizdi; fakat bu camilerle konuşur, bu mermerlerde sayfalar çevirirdi. Bir de ikinci İstanbul.
«Beyoğlu! Damarsız, kansız bir toprağın ayağa kalkmasını andıran bu beyaz binalar! Çamurun bayramlık elbisesini giydiği, taşın sonradan görme olduğu bu caddeleri Panayır tiyatrolarına benziyen bu evler! İçinde Konyalı Rumun, Antepli Ermeninin kommita oynadığı odalar! Bu yerde en korkak gözler, bir şapkanın gölgesinde, korkunç olur ve bir şapkanın altında bu sokaklarda Samatyalı Şarlmanlar, Tatavlalı Venedik Dojları dolaşır. Bu tahta bıçaklar, bu mukavva bombalar, Moskof bayrağının altında durduğu gün demirdir, alevdir. Şebin- karahisalı kadar alaturka dalavereye aklı eren bu yerli firenkî Eski ter ve ekşi lavanta kokan bu kokona! sonra bu Konsolos medeniyeti! Sonra bu vatansız sokaklarda, bir damla ecdat kanı gibi cuma günleri bikes dolaşan bayrak! Sonra, yüzünü ağyar gözlerden dizlerinin arasında gizleyen dul kadınlar gibi bu yıkık Kamerhatun camii! Beyoğlu, fethedilmiyen İstanbuldur.»
Adnan, Beyoğlundan, romanına yazdığı bu satırlarla iğre- nirdı; fakat, gittiği zaman, Beyoğlunu, yazdığı kadar fena bul- mıyordu. Hattâ orada oturabilirdi: Oradaki bir evden Süley- maniye camii, Sınanın eli ve Süleymanın devri kadar büyük mabet, belki daha iyi görünürdü. Fakat Adnanm bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmiyordu’. O, kubbeleri, minareleri, kavuklu me- zarlarile yalnız öteki îstanbulu sevdiğini sanıyordu. Sade bilerek ve istiyerek yaptığı birşey vardı: Moizle dost olduğu için, Yahudiler aleyhinde romanına birşey yazmıyordu. Hilâlile bir kubbe gördüğü vakit, damarlarındaki ecdat ka- nile sarhoş olan Adnan daima bu Koca Ragıb kütüphanesinin serin karanlığına kendinden geçerek dalar, kitab camekânlarını kuşatan demir parmaklığa alnını dayar, düşünür; sonra Koca Ragıbın cenklerde bile koynunda taşıdığı beyaz kılapdanll kitabın’[*] kabını öper, içine Ragıbm kendi elile yazdığı haşiyeleri okşar; sonra kubbeden sarkan 4 tahta avizenin siyah püsküllerini, iskemleye çıkıp parmaklarile kımıldatırdı ve kütüphaneye her girişinde, sarışın yüzü, kırmızı bayrağa sarılmış ölü gibi sararırdı. Bu saatte kütüphane kapalıydı. Koca Ragıbın bahçedeki kabrine gözlerini dikti : Bu mermer kavuk (Rekka) ya giden kavuktu. Önünde- dakikalarca durdu. Mezar taşının boynuna sarılmak istiyordu; ve Adnan caddeye çıkınca bu taş kalbin- deydi. Koca Ragıbı verseler, Adnan, bu mezar taşile değiş- miyecekti. Milyonla ecdat sarığını tek kavukta görüyordu; ve bu kabirde, istilâ ordusunun ayak sesleri vardı. Tarihin ma- sallaşması nekadar güzeldir; Adnan şimdi demir kaşlı yeniçerilerle altı yüz yılın rüyasında yürüyordu. Yürüdü; yürüdü; harbeli tüfeklerin orman karanlığında, terli başı serin ve uyuşuk; tarihe basan ayakları etrafa gölge saçarak, yürüdü; kendi vücudunun karanlığında kayboldu. Bu siyahlıkta, yeniçerilerin kırmızı çizmelerinden fecirler uçuyordu. Bu hayal ordusunun yanında herşey oyuncaktı: Mukavva tramvay, tahta beygirler, kumaş insanlar, şekillerinin seslerini çıkarmı- yarak geçiyorlardı.
Yeşil, kırmızı yeniçeri sancaklarının yüzüne vuran lâcivert gölgesi içinde Aksaraya geldi. Fakat birdenbire gözüne bir çocuk ölüsü çarptı : Eczacının camekânjpda, cam kavanozda göğsünde iki yumrukla duran, yüzü buruşuk çocuk ölüsü. Adnan arkasına baktı: Tarihin kalabalığı bu ufak ölüden kaçmıştı. Eczaneye gireceğini hatırladı; anasının reçetesini uzatırken eczacı Karnik Adanın yüzüne sokuldu : — Duydunuz mu, kuir’anı yakmışlar! dedi. Çemberlitaşta yanan «Buharı» Aksarayda «Kur’an» olmuştu. Adnan bunun farkına varmadı: Edebiyat hocalığından aylıklarını almağa başlayınca bu reçeteleri artık veresiye yaptırmı- yacağına seviniyordu.