KENARDA BİRİLERİ
Şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprünün başında duruyordu.
Kıyı boyunca kurulacak yeni hâl ya da herhangi büyük bir yapı dolayısı ile
tahta perdelerle çevrili alanın bitimindeki köşedeydi. At da,
yükü hanidir boşaltılmış olan tozlu, köşelerinden belli belirsiz örümcek
bağlamaya yüz tutmuş araba da tahta perdelere hemen hemen bitişmişti,
Bütün sığıntılar, bütün yersiz yurtsuzlar gibi at, korku içinde de olsa,
başına gelebilecek her türlü uğursuzluğu önden kabullenmenin umursamazlığiyle,
yerine çakılıymışçasına durup, inatla bekliyordu kaldırımda. Ba
şını kaldırıp boynunu biraz uzattığında, köşeden köprüyü, taşıtları, gelip
geçen insanları, kirli denizi, hafifçe dumanlı da olsa, karşı kıyıyı, yapılarını
görebiliyordu. O zaman gürültüleri de duyabiliyordu. Taşıtları»
homurtusu, polisin durmamacasma öttürdüğü düdük, gübrelerini didikleyen
serçelerin ince cıvıltısı, insanların konuşmaları, ayırdedilmeksizin»
karmakarışık, yaklaşan bir fırtınanın korkulu uğultusu gibi vınlıyordu
kulaklarında. Başını indirip, tahta perdelerden yana döndürdüğünde, gördüklerinden
uzaklaşır uzaklaşmaz uğultu da, bıçakla kesilmiş gibi bitiyor,
kulaklarında en küçük bir vınlama olmuyordu.
Boynunda bir ağırlık duydu. Döndü. Kasketli bir adam, hafif hafif
tokatlıyarak okşuyordu boynunu. O olmalıydı. Sahibi. Ses vermezse
aytrdedemezdi pek. Tokatların düzeni alıştığı gibiydi. Tanıyordu bü ok
şayışları. Gene de belli olmazdı. Adam:
— Acıktık, aslanım! dedi.
Sesini alınca, yanılmasına imkân yoktu. Oydu. Kesik kesik kişneyerek,
başıyla yaşlı adamın koluna sürtündü.
Arabacı her zaman böyleydi, ikisi adına konuşurda. Arkadan, yarı
lanmış, yırtık, yamalı yem torbasını alıp boynuna geçirdi. Kendi de
arabaya bağdaş kurup, ccbinde getirdiği dörtte bir somunla üç iri domates,
bir salatalık ve bir tutam tuzu katık ederek yemeye koyuldu.
Kendini hiçbir zaman atlarından ayrı olarak düşünmemişti. Düşünememişti.
Birlikte, tekmişler gibi düşünürdü hep. Öyle alıştırmıştı önceleri:
Gençti. Atı da sırım gibiydi. Araba boyalı tekerlekleri, yağlı, gı
cırtısız dingilleri, cilâlı oku, parlatılmış koşum takımı – püskülleri, çıngırakları
– renk renk, biçim biçim çiçek, kuş, dere, kuzu, kır resimleriyle
yük arabasından çok, çiftlik beylerinin gezi arabalarını andırırdı.
Gür kara saçlarının üstünde geriye ittiği kasketi, tiril tiril ak gömleği,,
kırmızı kuşağı, bol paçalı çuha pantaloniyle kendi de resim gibi bir delikanlı
sayılırdı.
Bir gece yarısı, hiç yapmadığı birşey yapmıştı. Biraz sarhoştu galiba.
Ahıra girmiş, atının boynunu tokatlıyarak:
— Oldu, diye bağırmıştı. Yengemizi kaçırdık bu akşam.
Kesik kesik kişnemiş, başıyla koluna sürtünmüştü at. Sonra arkası
gelmişti :
— Ne mezelerdi onlar ha, yengemizin elleri dert görmesin ha, ne
rakı içtik ama. Yengemiz içmem deseydi olur muydu? Neşemiz kaçardı.
Karşılıklı geçip birlikte ne güzel içtik. Yüzünü bile buruşturmuyor ha!
— Oğlumuz olacak hey, oğlumuz! Sus ama. Kimse duymamalıymış.
Göze gelirmişiz sonra.
— Olmadı, o kadar özenmenin sonu buydu, olmadı işte! Çocuksuz
kaldık, yengemiz de hasta. Ama ona birşey olmazmış. Çabucak iyileşirmiş
yengemiz. Komşular söyledi. Yalnız çocuğu olmazmış artık. Olmasın
bo, olmasın. Biz onuıı çocukları değil miyiz? O bizim anamız da sayılmaz
mı ayrıca? Yetmiyor muyuz birbirimize, yetmiyor muyuz?
— Rakımız soğuyor kuyuda, terimiz kurudu, elimiz, yüzümüz, ayaklarımız
yıkandı tertemiz. Yengemiz mezeleri dizmiş sofraya. Sofra bah
çede. Lüksü de yakmış olmalı. Tıslıyor. Ay çıkınca söndürmeli ama. K afalar
da kıyak. Gecenin tadını çıkarmalıyız. Hadi bakalım aslanım! En
kötü günümüz bu olsun! İyiyiz, iyiyiz ha!
— Bu dama ne oldu böyle birdenbire? Akıyor mu ne!… Kırk yıllık
dam, nasıl olur? Ama oluyor işte. Düpedüz akıyor. Sezdirmeden, sinsi
sinsi akmış olmalı önceleri de. Yıllarca. Sızıntılarla, her yıl yavaş yavaş
inceldiğini, dam elek gibi olup da, odanın içinde, tepemize yağmura
yediğimizde kavrıyabiliyoruz ancak. Suyu emerek gün gün şişen, kabaran
duvarlar gür diye göçtüğünde ayırdedebiliyoruz ta başındanberi iş
leyen ufunetli yarayı, tş işten geçtikten sonra. Eskiyen kilimleri, kalayı
çabucak uçup giden kap kaçağı, gecenin sessizliğinde, kurtların için için
kemirdikleri tahta eşyaları, örgülerinden çözülüp çürüyen hasırları nasıl
da görmemezlikten gelebiliyor insan.
— Dam akmaya başladı yine bak. Kışa giriyoruz artık ha!
— Üşüyoruz. Soğuk mu çoğaldı, yoksa bizim mi sıcaklığımız azalı
yor? Delikleri tıkamak güçleşiyor, gittikçe de güçleşecek. Ne yağmura,
ne de soğuğa engel olabiliyoruz. Koca göğü tıkayabilir iniyiz? Rüzgârı
tutmak elimizden gelir mi ?
—> Yengemiz öldü— Öldü yengemiz…
— Çamaşırımız kirlendi, kim yıkayacak? Yem torbamız delindi, kim
yamayacak ?■■•
— Bu yıl kurak gitti. Arpa kırması ateş pahası. İşler de kesat. Gö»
riiyorsun. Samana kaldık ister istemez, kuru, yavan ota. O da doyaca
ğım ıza değil, kesemizin yettiğince. Ama az, ama çok. Ne gelir elden.
Tanrının işine nasıl karışılır? Dara akmadı bu yıl çok diye nasıl sevindiydik. Yağmur az yağdı da ondan. Nerden bilirdik kuraklığın sevincimizi
yarım bırakacağını. Damımız aksuvdı keşke eskisi gribi. Hiç
değilse karnımız doyardı istediğimizce.
— Koşamıyoruz eskisi gibi aslanım, koşamıyoruz! Yokuşlarda soluk
»oluğa kalıyoruz, düzde kesiliyoruz. Herkes geçiyor bizi. Tekerlekler
■gıcırdıyor. Dingiller ağırlaştı. Yağlamak da para etmiyor mu artık ne.
Herkes geçiyor bizi. Yaya giden hamallar bile. İşi de kapıp gidiyorlar
elbet. Bize beklemek düşüyor, köprü başında beklemek. Bekleriz n’apalım.
Sağlık olsun. Bekleriz. Bekleyen mevlâsım da bulurmuş, belâsını da.
Bekleriz. N’apalım.
İşte böylece sürüp gitmişti konuşmalar; böylece de sürüp gidiyordu
hayatları.
Arabacı, bir bayram, öteki arabacılar gibi, tepeye yatak çarşafından
bir güneşlik gerip, orasını burasını defne dallan, bayraklar, renkli
kâğıtlardan süslerle donatarak sözde, arabasının yıpranmışlığını, yoksulluğunu
örtmeye kalkışmıştı. Bu yolla çocuklarla birlikte, onlara kapılıp
hem yılların tortulanmış yorgunluğunu unutacaklarım, hem de birkaç
kuruş ekmek parası edineceklerini ummuşlardı. İkisi de olmamıştı.
Çocuklara kalsaydı, umduklarına, yarını yamalak da olsa, kavuşacaklardı
belki. Ama anne – baba olacak o büyükler, cüzdanlarına güvenen
o süs düşkünleri, o koca burunlu alıklar, beğenmemişlerdi onları. Burunlan.ışlardı
açıkça. Çocuklanııı da, yaşlı tek bir atııı çektiği bu kınk
dökük nesnenin yanma yaklaştırmaktan çekinmişler, çift atlılara, kö
rüklü, ya da hasırlı faytonlara, lâstik tekerlekli yaylılarla, göz alıcı
renklerle boyanmış olanlaıına bindirmişlerdi. Daha doğrusu, onlarla ilgilenmemişlerdi
bile. Görmemişlerdi onlan. Alanda kala kala, ötekilere
göre kılıksız sayılacak kadar kötü giyimli, sümüklü, koca kafalı birkaç
oğlanla, saçları iyi taranmamış beş – altı kız çocuğu kalmıştı. Yalnızdı
lar. Alana ayn yönlerden tek tek gelmiş olmalıydılar. Yaşlı arabacıyla
atı, onları birdenbire ayırdettiğinde – yağmur karanlığına gömülü koca
orman şimşeğin çakışiyle bir anda hızla ışıyıp or.mantıf bir bölümü,
oradaki bir küme ağaç yıldmmla ateş keserek aydınlanmış gibiydi – bir
köşede toplanmıştılar. Suskun suskun, ama gülüm siyerek seyrediyorlardı
çevrelerini. Arabacıyı da işkillendiren bu duruşları, avnı şeylere
– renkli balonlara, bayraklarla süslü arabalara – baktıklan halde, başka
şeyler seyrediyormuşçasma, o ayn ayn gülümseyişleri, topluluk içindeki
bu yalnızlıktan olmuştu. Biraz yüz göstermeseydi, binmeye de pek yanaşacak
gibi görünmüyorlardı. Kurcalandıktan sonra, ancak derindeki
istek kmırdandı. Sırıttılar. Arabacının takılmalarına bir tanesi kahkahayla
güldü sonunda.
— Paranız vardır elbet? diye sordu arabacı, çocuklar doluşnnea.
Uysal uysal başlannı salladılar. Yola koyuldular. Arabacı koouş-
tunırsa konuşuyorlar, ya da şakalanna gülüşüyorlardı. Yoksa sunuyorlardı.
Öteki arabalardaysa şarkı, çığlıktan, her biri ayrı hava tutturmuş
kışkırtıcı düdük seslerinden geçilmiyordu. Onlara yetişmeyi de göze alamamışlardı. Bir ara yetişseler bile, ötekiler özellikle yavaşlıyacaklar,
banlar yaklaşır yaklaşmaz yeniden hızlanıp bağıra çağıra alay ederek,
nanik yaparak, borazanları en üst perdeden öttürerek arayı açacaklardı.
Tersyüzüne seriye döndü. Yorulmuştu. Çocuklar konuşsa, bir-
şeyler anlatsalar, herhangi birşey, ya da gürültü etseler, olur olmaz
bağırsalar, kavga etseler, sırtına yumruk vursalar, kasketini kapsalar,
saçını çekseler, kamçıyı elinden alıp atı kıyasıya kamçılasalar, güç bulup
ötekilerle aşık atmayı gözü yiyecekti. Ama susuyorlardı. Üstelik
her biri ayrı bir biçimde susuyordu. Arabanın geri dönüşüne bile ses
çıkarmamışlar, olana küskün küskün boyun eğmişlerdi. Arabacı, onları
arka sokaklarda biraz daha dolaştırdıktan sonra, sıkıntıyla alana döndü.
Arabayı durdurup yere atladı. İnmelerine teker teker yardım etti. Hepsi
inince de :
— Para istemez! deyip arabasına çarçabuk binerek kamçısını hızla
şaklattı.
Adam geğirerek atına yanaştı. Yem torbasını boynundan aldı. Arkaya,
arabaya savurda. Gözlerini yumruklariyle uykulu uykulu oğuş-
turdu. Hava bulutluydu. Güneş görünmüyordu ama, ortalıktaki boğucu
sıcakla, varlığını, açıkça göründüğü günlerdekinden daha çok duyuruyordu.
Şimdi sanki herşey güneşti, güneştendi. Şu kavruk gübre yığını,
serçeler, kirli deniz, upuzun köprü, taşıtlar, gelip geçenler, gelip geçenlerin
açlıktan kokuşmuş kesik, hastalıklı soluklan, ya da tokların tembel,
uyuşuk geğirtileri. Polis düdüğünün cıvık sesiyle serçelerin cıvıltı
olmaktan çıkmış, belli aralıklarla damlıyan bir su damlası gibi, beyinleri
oyan aralıklı ötüşlerinde bile güneş kendini duyuruyordu. Arabacı
sesli sesli esnedi. Gerindi. Havaya baktı. Uzun uzun incelermiş gibi. Atı
na dönüp hayvanının boynunu okşadı. Uyumaya gitti sonra.
Önü aşmalı kahvenin kuytu bir köşesindeki peykeye daha yeni uzanmış
olmalıydı. Yağmur iri, ağır, sıcak damlalarla tozun içinde tıpırtıyla
yuvarlanmaya başladı.
At, başını kaldırmış, köşeden, köprüye, kirli denize, karşı yakaya
bakıyor, gelip geçenleri izliyordu. Damlalarla birlikte köprü parıldamayan
durgun, kirli deniz çimdikleniyomıuşçasma kıpırdamaya başlamıştı.
Karşı kıyı da yakınlaşmıştı sanki. Gelip geçenlerdeyse tuhaf bir hızlanma
belirmişti. Damlalar sıklaşınca, bu hızlanış koşmaca biçimini aldı.
Sağnak iyice bastırınca da, herşey bir anda karmakarışık oldu. Sanki
zemberek boşanmış, düzen alt-üst olmuştu. Sürü, içlerine kurt girmiş
çesine sağa, sola kaçışmaya, tek tek başlarının çaresini aramaya başlamıştı.
Taşıtlar, durmadan hızla geçiyordu. Ağzına kadar doluydu hepsi
de. Evlerine, dam altlarına, kuytulara kaçışıyordu herkes. Geniş alanlar,
köprüler, ağaçlıklı yollar, parklar boşalıyor, ıssızlaşıyordu. Karıncalar
gibi, toprağın altındaki karanlık deliklerde yitiyorlardı. Şehir bo
şalıyordu. Gökyüzü, deniz, ağaçlar, alanlar, köprüler, bir de sayısız damlar
vardı şimdi.
At, yerinden kıpırdamamıştı bile. Yalnız ara sıra belli belirsiz ku-¿¡ıklarım oynatıyor; bir de dizinin derisi, elinde olmaksızın, zaman zaman
seğiriyordu. Onu ancak sahibinin kamçısı harekete getirebilirdi.
Beklemesini bilirdi ikisi de. Günlerce, belki do gecelerce bekledikken
olmuştu. Hep bekliyorlardı. At için süre diye birşey olmadığından, bu
beklemenin, sıkıntılı, ya da sevinçli oluşu konusunda birşey söylenemezdi.
Süreydi insanları durdurmadan koşturan, bir yerde beklemeye
bırakmıyan. Mutlu, mutsuz kılan. Çevresi karşısında kör bırakan. Vuı-
dumduymaz yapan. Dolayısiyle gerçeklerin önüne bir duvar gibi dikilerek
aralıksız koşmayı, kaçışmayı, yaşamaymış gibi göstererek, durdurmadan
ölüme koşturan.
Sahibinin de bazan, karısını, gençlik günlerini hatırladığından olacak,
sürenin tuzağına düştüğü olurdu. O zaman arabaya atladığı gibi,
yan deli bir biçimde onu aralıksız kamçılıyarak boşu boşuna dolaşırlardı
şehirde.
Yağmur, geoe bastırdıktan çok sonra dindi. Arabacı, yağmur iyice
dindikten sonra da görünmedi. Akşam üstüne doğru uğramış, atını yemleyip
suladıktan sonra, üstüne de bir branda çekmişti. Ondan bu yana
da görünmemişti. Hâlâ da yoktu.
Geldiğinde, iyice sarhoştu. Vakit de iyice geçti. Sabaha az birşey
vardı. İçkievinde neden sabahlamamıştı ? Orada onu tedirgin eden bir-
şeyle karşılaşmış olmalıydı. Yoksa, sabahlardı. Yağmurda* güneşte uzun
bir gün, uzun bir gece bekliyen bir atla arabanın, yaşlanmış, sarhoş
bir arabacının, ya da damı akan boş ve yoksul bir kulübenin önünden,
hayatı boyunca, ancak bir kez şöyle bir kez geçiveren için, bütün bunları,
yalnızca acıklı bir sahne olarak günün birinde anacaklar için arabacıyı
tedirgin eden şey, küçük, önemsiz – en çok buruk diye adlandırı
labilecek – bir hikâye olabilirdi. Gerçekten de küçücük bir hikâyeydi.
Binlercesinden küçücük bir tanesi. Açık açık aıılatılamıyacak, kalın çizgilerle
belirlenemiyecek kadar küçük, yitik bir hikâyecik:
Masanın iki yanından sarkan ellerinde, arkadaşlariyle bakkalcılık
oynadığı dünkü günün tuğla – kırmızıbiber lekeleriyle sivri cam parçalarından
yalancı paraların çizikleri vardı daha. Babasiyle akşam üstü,
iş dönüşü uğramışlardı içkievine. El arabasını birlikte itmişler; birlikte
bağırmışlardı yüksek beton duvarlara, oyulu kapalı, karanlık pencerelere.
En çok da o bağırmıştı. Çoğu seslerini yankılamakla kalmış, kimisinden
her zamanki üç – beş kuruşluk öteberi istenmişti. Oğlan, sarkı
tılacak sepetleri beklemeden, merdivenleri soluk soluğa inip çıkarak sözde
alışverişi hızlandırmaya, babasının gözüne girmeye çalışmıştı. Artık
iki kişiydiler. Daha çok kazanacaklardı. Daha az yorulacaktı babası.
Çocuk böyle diyor, adam susuyordu. Ama, onu büsbütün karşılıksız İn
rakmış olmamak, bir çeşit oyun havasiyle sürdürdüğü çocuksu sevincine
ortak görünmek için de, ara sıra, belli belirsiz başını sallamaktan da
geri durmuyordu. Şimdi uyuyordu çocuk. Uykusunda ikide bir parmaklan,
sinirli sinirli oynuyor, sarkan kollarında kaslarının bir nabız gibi
seyirişi çiğ ışıkta açıkça görülüyordu. İyice yorulmuştu. Külçe gibiydi.Y üeünde-, uyuyan çocuklara özgü o nçuk pembelik dalgalanıyordu d at».
Ama dudaklarında, dün geeeki dinlendirici düşlerin behrsiz gülümseme*
sinden eser yoktu. Diiş görmüyordu çocuk. Karanlık, derin bir uykudaydı.
— Oğlumu*, dedi araba«*. Oğlumuzdu ya. Sanki uykudaydı. Oydu.
Doğmayan oğlumuz. Orada, içkievinde, bizden habersiz, yapayalnızdı.
Sanki uykudaydı, ama ölmüştü belki de.
At kesik kesik kişniyerek, başıyla arabacının koluna sürtündü. Adam
sallanarak brandayı aldı atın üzerinden. Toparlayıp arabanın içine savurdu.
Kendi de, atının boynunu okşadıktan sonra, tekerleğe basarak
arabaya tırmandı. Oturak tahtasına yerleşir yerleşmez, dizginleri sıkıca
gerip gevşetti. Kamçıyı salladı. Al deli gibi fırladı köşeden. Köprüye
çevrildiler. Geoe ıssızdı. Kamçı aralıksız iniyordu. Klırk yılın yaşarlanmış
tutsakçıbaşısı, artık ne çırılçıplak soyduğu cariyelerinin çekicilikleri,
ne de bu çıplaklığın karşısında gevşiyen, sonra da azgınlaşan kalabalıkla
ilgilenir olmuştu. Kullamlmıya knllamlnııya görme yetisi azalmıştı
gözlerinin. Kalabalığı azgınlığın, şehvetin ağdalı uğultusundan,
cariyelerini de, eskidenberi alışık olduğu – ama başkalarının, koyun koyuna
yatanlarının bile hiçbir zaman duyamıyacaklan – kokularından
ayırdedebiliyordu. Gözleri yerine, kulaklariyle burnunu kullanır olmuştu
böylece. Bu da işini rahatça görmesine, yaşamasını eksiksiz sürdürmesine
engel olmamıştı, olmuyordu da. Ama bir gün, uğultu birdenbire kesildi.
Satışa öğlede başlamıştı. Beş kız vardı elinde. Akşama doğruydu»
Elinde iki kız kalmıştı. Bir saattir övdüğü halde, birinden birini satamıyordu.
Tüllerinden soydukça soyuyordu kızları. Birbirinden çirkin olmalıydı
ikisi de. Kalabalık homurdanıyordu. Uyuşuk uyuşuk teşbihlerini
şakırdatıyorlardı. Hiç ummuyordu, bir kese ayaklarının dibinde
şangırdadı birden. Keseyi alıp eliyle şöyle bir tarttı; sonra kızı kolundan
tutup, kalabalığın içine, kesenin sahibine itekledi. Satış bitmişti.
Son kalanı satmazdı hiçbir zaman; ertesi satışa bırakırdı. Aslında satmak
istese de satılmazdı ya. Sona kalan en çirkini olurdu hep. Alıcı
çıkmazdı. Çıksa bile az para verirdi. Bu da işine gelmezdi. Oysa ki,
ertesi satışta, Çinden, Hintten gelecek öteki güzellerin arasında, daha
çok para getirmesi umulabilirdi hiç değilse. Bu umut, ne olursa olsun,,
elinde kalan son cariyeyi satmama alışkanlığını doğurmuştu onda. Onu
elden çıkarmak, umudunu satmak gibi birşeydi. Kızı kolundan tutup,
yattıkları çadıra sÜTÜkledi. İşte o sırada, ne olduysa oldu. Beş – altı kese
altın, düşmanca atılan taşlar gibi, suratına, kafasına, birbiri ardından,
indi. Daha ne olduğunu anlamadan, kamçısını bile kullanmaya vakit
kalmadan, kızın, kendinden daha güçlü birince, elinden çekilip alındı
ğını ayırdetti. Uğultu birdenbire kesilmişti. Kalabalık, bir anda, yer
yarılıp da içnie girmişçesine, yok olmuştu. O alışık olduğu koku da, kalabalıkla
birlikte, uçup gitmişti. Bir başına kalmıştı. Karanlıktaydı. Yeryüzünde
şimdi, ne sesi, sonra da o tanrısal azgınlığın uğultusunu doğuracak
küçücük bir kıpırtı oluşuyordu; ne de, alışık olduğu kokuyu yayacak olan o ürkek, o utangaç soluklar. Yaşamanın soluklan. Uçlan
topuzlu, kısa kamçısını çekti. Hızını almak için, kimbilir belki de son
bir gayretle, ortalığı uyarmak isteğiyle, havayı (sessizliği) b ir-ik i kez,
boşu boşuna döven kamçı, şimdi tutsakçıbaşmın etinde, herhangi bir
tutsağı dövercesine, acımasız şaklıyordu. Kamçı aralıksız iniyordu.
At, bütün gücünü bacaklarında toplamış, boş arabayı sağa, sola savura
savura koşturuyordu köprüde. Adam, oturduğu tahtadan yarı doğrulmuş,
çömelik duruyordu. Parmaklarının ucunda bir hoş yaylanıyordu.
Köprünün orta yerinde, birdenbire yan dönerek, arabayı da, kendini
de, güçlükle durdurabildi at. Araba savruldu. Adam dengesini bulamadan
yuvarlandı arabanın içinde. Öylece de sızdı. Köprü açıktı. Kirli
deniz, atın ayakları dibinde, aşağılarda yavaş yavaş ağarıyordu.
Köprü kapandığında, gök yarı yarıya ışımış, karşı kıyı sislerinden
sıyrılarak, kırmızı damlar, sudan yeni çıkmış gibi parıldamıştı. At o zaman
arabasını düzelterek, köprünün öteki yarısına geçip, ağır ağır, karşı
kıyıya yollandı. Başı, bir çekiç gibi, düzenli aralıklarla inip kalkıyor,
kuyruğu, aynı uygunluk içinde, bir siııek kovacağı gibi, bir sağa, bir sola
gidiyor, tekerlekler tıkırtıyla dönüyordu.
Adnan ÖZYALÇINER