ŞEMS-I TEBRİZÎ, Evliyanın büyüklerinden. Adı
Mevlâna Muhammed bin Ali’dir. Daha ilk mektebe
giderken Resûlullah’m aşkından, yemez, içmez
olmuştu. Ebû Bekr-i Kermânî’den ve Baba Kemâl-i
Cündî’den feyz aldı. Bir gün Allahü teâlâya münâcatta
bulunarak dedi ki: “Acaba Hak teâlânın has âşıklarından,
kendisi ile sohbet edebileceğim kim vardır?” Gaybtan
bir ses duydu: “ Ey Şemseddin, mert biri ile sohbet
etmek istiyorsan Rum diyarına (Anadolu’ya) git.!”
Bunun üzerine 1244 yılında Konya’ya geldi ve
Pirinçciler hanına yerleşti. Celâleddin-i Rûmî’de talebeleri
ile oradan geçerken karşılaştılar. Mevlâna’ya Resû-
lullah ile Bâyezîd-i Bistamî’nin derecelerini sordu. Aldığı
cevaplar karsısında kendinden geçti. Bu şekilde tanış
mış oldular. İkisi arasında büyük muhabbet hasıl oldu.
Bir gün bile ayrı kalmaya dayanamazlardı. İki yıl kadar
böyle devam etti. Daha sonra Mevlâna’nın hâllerini
inkâr edenler çoğaldı. Şems-i Tebrîzi buna çok üzülü
yordu. Nihayet buna dayanamayıp, Mevlâna’ya vedâ
ederek Şam’a gitti.
Ayrılık uzadıkça Mevlâna huzursuz olmaya baş
ladı. Bu yüzden oğlu Sultan Veled’i, Şems-i Tebrizî’yi
geri getirmesi için Şam’a gönderdi. Şems-i Tebrizî
daveti kabul ederek tekrar Konya’ya geldi. Mevlâna ile
buluştu. Epey bir zaman daha beraber kaldılar. 1247
senesinde bir gece Mevlâna ile sohbette iken dışarı çağrı
larak pusu kuran yedi kişi tarafından bıçakla şehid edildi.
O gece Mevlâna ile sohbet ederken, bir ara kapı çalındı.
Gelen şahıs, Şems-i Tebrizî’nin dışarı çıkmasını istedi.
O da hemen ayağı kalkarak: “Beni öldürmek için davet
ediyorlar” deyip dışarı çıktı. Dışan çıkınca pusuya
yatan yedi kişi bıçakla saldırarak şehid ettiler. Bıçağı
batırdıklarında “Allah” diye bir nâra attı. O yedi kişi
düşüp bayıldılar. Ayıldıklarında cesedini alıp kuyuya
attılar. Bunlardan biri de Mevlâna’nın oğlu Alâüddîn
Muhammed idi.
Daha sonra bir gece Mevlâna’nın diğer oğlu Behâ-
üddin Sultan Veled, Şems-i Tebrizî’yi rüyâsında gördü.
Kendisine “falanca kuyuda yatıyorum” diye söyledi.
Sultan Veled yakınlan ile gece yansında gelip cesedini
çıkardı. Mevlâna medresesine defnedildi. Bu yedi kişi
çok geçmeden çeşitli belâlar sebebiyle öldüler. Mevlâna
ölen oğlunun cenazesinde bile bulunmadı.
Şems-i Tebrizî, Mevlâna’dan uzak kaldığı, onun
ateşi ile yandığı bir zamanda yanına bir yahudî gelerek
dedi ki:
“Müjde yâ Şems, Mevlâna geliyor!” Bu söz üzerine
ne kadar malı mülkü varsa hepsini yahudiye hediyye
etti. Bir müddet sonra da bin gelerek dedi ki: “O yahudî
seni aldattı. Yalan söyliyerek senin bütün mahnı aklı.
Ortada Mevlâna yok, gelip giden de…”
“Biliyorum yalanı için onu verdim. Doğru söyleseydi
nelerimi vermezdim ki?”
Birgün Şems-i Tebrizî ile Mevlâna havuz başında
sohbet ediyordu. Bu esnada havuzun yakınında bulunan
bir takım el yazması kıymetli kitaplar gördü.
Mevlâna’ya dedi ki: “Ey Mevlâna bunlar nedir?”
“Ey sır ve nur saçan güneş, bunlar dedikodudur.”
Şems-i Tebrizî “Senin onlarla ne işin var” deyip bu
kitapları bir bir havuza atmağa başladı. Mevlâna önce
hiç ses çıkarmadı. Sıra iki el yazması kitabına gelip
onlan da havuza atınca üzülerek dedi ki:
“Ey Şems ne yaptın? O iki kitaptan biri babamın,
öteki de Hazret-i Attar’ın bulunmaz yadigârı idi.”
“Ey Mevlâna, merak etme!”
Hemen havuza ellerini uzattı, o iki kitabı sudan
çıkarıp silkeledikten sonra Mevlâna’ya uzattı. Kitaplarda
hiç suya düşme alâmeti yoktu. Mevlâna hayret
ederek dedi ki:
“Efendim bu ne’hâldir, ne hikmettir?”
“Ey basiret gözünün ışığı, buna zevk, hâlet ve
tecellî-i kudret derler.” Mevlâna’nın bundan sonra sevgi
ve muhabbeti daha da arttı. Üç ay beraber kaldılar.
Mevlâna Celâl eddin-i Rûmî’ye felsefecilerden bir
grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlâna
bunları Şems-i Tebrizî’ye havale etti. Bunun üzerine
onun yanına gittiler. Şems-i Tebrizî mescidde
talebelere bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını
gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini
belirttiler. Şems-i Tebrizî “sorun” buyurdu. İçlerinden
birini reis seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
“Allah var dersiniz. Ama görünmez, göster de inanalım.
Şems-i Tebrizî buyurdu ki: “Öbür sorunu da
sor!”
“Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da
ateşle azap edilecek dersiniz, hiç ateş ateşe azap eder
mi?
Şems-i Tebrizî: “Pekiyi dedi, öbürünü de sor!”
“Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını
çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne
istiyorsa yapsınlar karışmayın.”
Şems-i Tebrizî elindeki kuru kerpici adamın başına
vurdu. Soru sormaya gelen derhal zamanın kadısına
gidip, Tebrizî’yi şikâyet etti. “Ben soru sordum, o
başıma kerpiç vurdu” dedi. Şems-i Tebrizî de dedi ki:
“Cevap verdim.” Kadı bu işin açıklamasını istedi,
Şems-i Tebrizî de şöyle anlattı:
“- Efendim bana Allahü teâlâyı göster de inanayım
dedi. Şimdi başının ağnsını göstersin görelim.” O kimse
der ki: “Ağrıyor ama gösteremem.” Şems-i Tebrizî
buyurur:
İşte Allahü teâlâ da vardır, ama görünmez. Yine
bana şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben
buna toprakla vurdum. Onun başını acıttı, halbuki
kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana, “Bırakın
herkesi ne isterse yapsın hak olmaz” dedi. Şimdi
benim canım onun başına şu kerpici vurmak istedi ve
vurdum. Niçim hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada
küçük bir mesele için hak aranırsa sonsuz olan
ahiret hayatında niçin hak aranmasın.” Felsefeci bu
güzel cevaplar karşısında mahcup olup, söz söyleyemez hale düştü.
ŞEMS-İ TEBRİZİ
05
Tem