Hazreti İbrahim İrak (Mezopotamya) da doğmuştur. Babasının
mesleği m arangozluktu. Tahtadan putlar yapıp, hem
şehrilerine satarak geçiniyordu. Yaptığı işde babasına yardım
eden H azreti İbrahim , aklı başında adam ların nasıl olup da
bu putlara tapındıklarını ve onlara harikulâde bir k udret isnat
ettiklerini bir tü rlü akim a sığdıramıyordu. Bunu babası
na sordu. Aldığı cevap kendisini asla tatm in etmediği için, baş
kalarına da baş vurdu. M ünakaşalar oldu. İbrahim ’in babası,
oğlunun kendisini m aişet vasıtasından m ahrum edebilecek olan
sözlerinden endişeye düştü. Bir çok vesilelerle ona dilini tu tmasını
tavsiye etti. Fakat İbrahim babasının sözlerine ehem
m iyet verm iyerek kanaatlerini, her vasıtaya m üracaatla, yaym
ağa devam etti. Fakat bu hususta bir m uvaffakiyet elde edemedi
ve m em leketini terk etmeğe m ecbur oldu. Karısı ile birA rien denilen bu mezhep, «İsa’yı Allah’ın oğlu olarak ilân
eden, onu Eb’in yâni babanın zatından (Substance) doğmuş,
onunla hem-cevher, Eb’ten meydana gelmiş, fakat doğmamış,
Eb gibi ebedî, binaenaleyh fıtraten lâyetegayyer addeyliyen»
İznik Konsili tarafından reddedilm işti.
İm parator K onstantin’in devlet kuvvetile him aye ettiği bu
tarife rağm en, Arianisme yalnız Bizans İm paratorluğunda de
ğil, fak at İm paratorluğun dışında barbarlar arasında bile yayıldı.
Beşinci asırda, hudutları zorlıyan bütün barbarlar Arien
oldular. Sonra, teslis akidesi üzerine yapılan ve içtihat ihtilâ
fı sebebiyle adlî takibatı intaç eyliyen m ünakaşalar baş gösterdi.
«Meryem A llah’ın anası mıdır?» meselesi yeni bir mezhebin
türem esine m eydan verdi: N esturîlik = (Nestorianisme).
İstanbul patriği Nestor bu meseleye: «Hayır, Meryem İsanm
anasından başka bir şey değildir» diyerek cevap verdi ve
bu söz de, 431 de azledilmesine sebep oldu.
A rien ve Nestorien m ücadeleleri, İsa’nın tecessüdü meselesile
ortaya çıkan m üşkilâtı henüz azaltm am ıştı ki, yeni bir mesele
daha baş gösterdi: İsa’da (biri İlâhî, biri beşerî) iki m ahiyet
mi, yoksa yalnız bir m ahiyet m i var? Mısır rahipleri tarafından
iltizam ve m üdafaa edilen ve «Monofiszm» denilen ikinci
m ülâhaza Efes = Ephese (449) konsiline (din meclisi) tevdi
olundu. İm parator ikinci Teodos oraya asker gönderdi ve monofistlerin
aleyhtarlarına karşı şiddetin en son derecesiyle m uamele
edildi. İstanbul Patriği aldığı yaralar yüzünden öldü.
Bu konsile tarihte «Efes Haydutluğu» adı verilm iştir.
Diğer bir konsil, 541 senesinde, İsa’nın beşerî fıtratının İlâ
hî fıtratı tarafından yok edilmediğini iddia ile beraber, monofist
akidenin aleyhinde bulundu. Mücadele, teolojiden zevk
alan, İm parator Jüstinyen zam anında tekrar başladı. Karısı
Teodora gibi Monofist mezhebinde olan İm parator, İstanbul’a
celbettiği Papa Vigile’i itaata m ecbur kılmış ve m üteakiben
topladığı m üteaddit konsillere haklı olduğunu tasdik ettirm işlekete girmiş olan Yahudilik ve H ıristiyanlık da intişar ve taam
m üm edememişti. M üsteşrik M uir şöyle dem ektedir: «Beş
asır devam eden Hıristiyanlaştırma faaliyetinden sonra Hıristiyanlığın
nüfuz ve mevkiini muhafaza edebildiği ancak bir kaç
nadir yer görebiliyoruz.»
Yahudilik biraz daha ziyade yaygındı. A surîler, Y unanlı
lar ve Rom alılar tarafından bir düziye y u rdlanndan kovulan
Yahudiler, A rablar nezdinde sığınak bulm uşlardı. Fakat mü-
zevvirlik ve fitne fücur ruhunu da beraber getirm işlerdi. Bu,
h er vakit onların başına gelen felâketlerin sebeplerinden biri
olm uştur. Y ahudiler bir çok kim seleri dinlerine ithal etmeğe
m uvaffak olm uşlar ve hattâ bazan, Zü-Nüvas (*) zamanında
olduğu gibi, itikatlarım yaym ak için, cebir ve şiddete bile m ü
racaat eylem işlerdir.
Yegâne H ıristiyan kabileler N ecran’da oturan Benî Hâris
ile Yemamedeki Beni Hanife kabilesi idi. Taym a’da oturan Benî
Tay kabilesi içinde de bazı H ıristiyanlar vardı.
Hıristiyanlık, başlıca iki sebepten dolayı, A rabistan’da yayılm
ağa m uvaffak olam amıştır: Evvelâ, Roma İm paratorluğuna
hâkim olduktan sonra, kazandığı k udret ve nüfuzu suiistimale
ve yalnız m üşrikleri (putperesleri) değil, itizale sapan
(mezhep ayrılıkları çıkaran) H ıristiyanları bile tenkile baş
lam ıştır. Üçüncü ve dördüncü asırlarda devam eden m ücadeleler
bilhassa A llah ile İsa arasındaki m ünasebetlere m üteallik
idi: Onlar ayni cevherden mi idiler? İsa, «Eb» in (Baba’mn)
aynı mı idi? Bu itikat sisteminde Ruhü’l-Kuds’ün mevkii ne
idi? A ntakya rahiplerinden biri, Palm yre (Tedmür) melikesi
Zenobie’nin him aye ettiği Paul de Samosate, İsa’yı açıktan açı
ğa A llah’ın em rine tâbi olarak gösterdiğinden, bir meclis ta
rafından m ahkûm ve nihayet azl edildi. İskenderiye rahibi
Arius (280- 296), yine bu şehrin Piskoposu St. Atanas aleyhine
— Allah’ı İsa’dan üstün tuttuğu iç in — uzun bir m ücavvb açtı.bir baykuş şeklinde, uçmağa başladığını zannederlerdi. Ölen
kimse, eğer katledilm iş ise, baykuşun içecek b ir şey istiyerek
bağırdığına ve m aktulün intikam ı alınmadıkça susmadığına
inanırlardı.
A raplardan ahiret hayatına inananlar, kabirlerin üzerine
bir deve bağlarlar ve açlıktan ölünceye kadar onu orada bırakırlardı.
Böylece kıyam et günü, ölünün bir bineğe sahip olaca
ğından emin bulunurlardı.
B üyük kuraklıklar esnasında, A rablar bir ineğin kuyruğuna
b ir yığın ot bağlarlar bunları ateşler ve hayvanı dağlara
koyuverirlerdi. D ağların yamaç ve tepesinde parlıyan ateş şim
şeğe benzer ve A rablar böyle yapm akla yağm urun çok geçmeden
yağacağını um arlardı.
A rablar, fala, kehanete inanırlardı. Soldan sağa uçan kuş
fal-i hayır (iyi fal) sayılırdı.
Um um iyetle, hurafelere, alışkanlık yüzünden inanıyorlardı.
Bu yüzden itikatlarım , ekseriya bizzat kendileri gülünç
bir hale sokarlardı.
M ühim bir k arar alm ak lâzım gelip gelmediğini bilm ek
için, fala m üracaat ederlerdi. Üç ok alırlardı. B unlardan birinin
üzerinde «Lâ» (hayır) İkincisinin üzerinde «Naam» (evet
yazılıydı, üçüncüsünde hiçbir işaret yoktu. P u ttan uzak m uayyen
bir mesafede d ururlar ve okları atarlardı; en yakm a dü
şen, takip edilecek hareket h attını gösterirdi. Üzerinde hiç bir
işaret bulunm ıyan ok bu atışın tekrarı gerektiğine delâlet
ederdi.
Babası öldürülm üş olan, m eşhur şair îm ri’ü-l-Kays, babasının
intikam ını alıp alm am ak lâzım geldiğine dair fala m üracaat
etmişti. Okları atm ış ve bu hareketi üç defa yapm ağa mecb
ur olmuştu. Netice hep m enfi çıkmıştı. Bu neticeden hiddetlenen
İm ri’ü-l-Kays, oklardan birini p u t’un yüzüne atarak,
şöyle bağırm ıştı: «Sefil! Öldürülen kendi baban olaydı, intikamını
almaktan beni menetmezdin!»
Y ukarıdanberi gördüklerim ize nazaran, A rabistan’ın dinî
bir teceddüde m üsait olduğunu iddia etm ek m üşküldür. Memrın, çocuk getirm ek için, yabancı erkeklerle m ünasebette b u
lunm aları câiz idi. Buna «İstihza’» derlerdi.
Babanın veya oğullardan birinin ölümü halinde, kadın mirasçı
olmazdı. Kendisi terekenin bir parçasını teşkil eder, m irasçılara
intikal eder ve m irasçı onu istediği gibi kullanırdı.
Babasının ölümü üzerine oğul, babasının m irası m eyanm da,
anasından başka kadınlara da tevarüs eder ve, isterse onlarla
bir nevi m etres hayatı yaşar, isterse onlarla evlenebilirdi. Talâk
(boşama) o derece suiistim al edilm işti ki, bir adam k arısı
nı istedikçe boşar ve yine alabilirdi. Talâkın gerçekten zâlimce
bir şekli vardı ki, erkeklerin karılarına bir daha yaklaşm am
ak ve karılarını ana m akam ında tanım ak için yem in etm eleriydi.
Bu takdirde terkedilm iş olan kadm boşanmış olmazdı,
sadece açıkta kalırdı ki, bu da kadını başka bir erkekle evlenm
ekten alıkordu. Bu, bir intikam alm ak şekli idi ki, kadını cem
iyetin haricinde yaşam ağa m ecbur kılardı.
A rablar, kızlarını diri diri gömmeği bir asalet eseri sayarlardı.
İhtim al ki, bu âdet, o kadar az m ahsul veren bir m em lekette,
faydasız kim seleri beslem ek m üşkilâtm dan ileri gelmiş
ti. Bir baba kızını diri olarak gömmeğe karar verdiği vakit,
onu çöle götürür, kendi elile kazdığı çukurun kenarına kor,
sonra çukura iterek zavallı m asum un feryatlarını, kum ların altına
gömmek suretile, bastırır, boğardı.
Bazan, şayet b ir kız çocuğu doğacak olursa, onu diri diri
gömmek vazife-i elîmesinin anaya ait olacağı, evlenm e sırasında,
kararlaştırılırdı. Bu takdirde, zavallı ana bu vahşî cinayeti,
onu seyretm eğe çağırılan bir sürü kadınlar önünde irtikâp
etmeğe m ecbur olurdu.
İki seyyie, iki kötü âdet; içki ve fuhuş, A rabistan’da pek
yaygın idi. A rablar hurafelere pek ziyade inanırlardı. İnsanın
vücudüne giren cinlerin hastalıklara sebep olduğuna inanırlardı.
B unlardan kurtulm ak için efsunlar okur, tütsüler yakarlardı.
Arablar, insan ruhunun, yeni doğan çocukların vücudüne
giren küçük bir m ahlûk olduğunu ve, insanın öldüğü zaman,
bu küçük m ahlûkun vücuddan çıkarak, ölünün kabri üzerinde,M elekleri, A llah’ın kızları addederlerdi. Büyük adam ları
nı ilâh laştırırlar ve isim lerini kaba bir şekilde yontulm uş olan
taptıkları taşlara verirlerdi. Arab, seyahate çıktığı vakit yanı
na dört taş alırdı. Üçü ateş yakm ağa m ahsus bir ocak çatm a
ğa y arar, dördüncüsü put (idole) vazifesini görürdü. Eğer yalnız
üç taşı varsa ocağı çatm akta kullandıklarından birine ta
pardı.
Kâbede üç yüzden fazla put vardı. Sıhhati koruyan, zürriyeti
sağlıyan ve m em leketi kıtlıktan m uhafaza eden putlar
en m ühim leri idi. Gazablarım giderm ek ve iyiliklerini dâvet
etm ek için, A rablar putlara kurban keserler ve m ahsullerinin
bir kısm ını onlara takdim ederlerdi.
H alkın büyük ekseriyeti tarafından hürm et ve takdis edilen
putlardan başka her kabilenin, hattâ âilenin kendine m ahsus
p u tu vardı. M ekke’nin güney doğu havalisinde dolaşan Benî
Hevazin’lerin en m akbul putları «Lât» idi ki, m akam ı (Taif)
’di. Benî Kenane, A ldobaran dedikleri yıldızdan başka, (Uzza)
adlı ilâheye tapıyorlardı, ki M ekke’den bir çok gün uzakta
bulunan N ahle’de bir ağaç halinde idi. M enât adlı ilâh, ise
M ekke’den Suriye’ye giden kervanların takip ettikleri yol üzerindeki
bir kaya ile tem sil olunuyordu.
Dinî vaziyete m üteallik bu kısa m ülâhazadan sonra, A rabistan’ın,
İslâm dan evvelki İçtimaî seviyesini biraz tetkik edelim:
Kadının cemiyet içindeki vaziyeti, onun kadir ve itibarını
düşürecek m ahiyette idi. Kadının güzelliğini terennüm eden
şiirler, behim î aşkın ifadesinden başka b ir şey değillerdi. Fazla
olarak, kadınlara hayvanlardan daha iyi m uam ele edilmiyordu.
Bütün iptidaî kavim lerde olduğu gibi, taaddüdü zevcat
(çok karı alm a = Polygamie) âdeti câri idi. Bir adam ın alabileceği
kadınların adedi sınırlı değildi. Fuhuş norm al bir meslekti
ve kibar fahişeler (Kayna) âm m enin hürm et ve itibarına
m azhar olarak, m ergub tutulurlardı. Efendiler, gelir elde etmek
maksadiyle, esirleri fuhşa teşvik ederlerdi. Evli kadınla- İslâm dan evvelki devirde A rabistan’da şiirin parlak bir
mevkii olduğu inkâr edilemez.
Şiirler, ifade ettikleri fikirlerin büyüklüğünden ve geniş
liğinden ziyade lisanın güzelliği ve sadeliğile parlıyordu. O devirdeki
A rablarm bulundukları k ü ltü r seviyesine göre, bundan
başka tü rlü de olamazdı.
Şiirlerin ekseri nesilden nesle ağızdan intikal ettiği için,
yazı yazm anın büyük bir faydası yoktu. Yalnız «Muallâkat»
denilen bazı şaheserler, K âbe’nin duvarına asılmak üzere yazılmıştı.
Sayıları son derecede az olan bir takım h attatlar bu işe lü
zumundan ziyade kifayet ediyordu.
A rablar pek ziyade m isafirperver idiler. H ürriyetleriyle
iftihar ederler, aşkı, cesareti, asaleti överler, kendilerini diğer
kavim lerin hepsinden üstün sayarlardı.
Fakat gösterdikleri m isafirperverlik İnsanî bir duygunun
•neticesi değildi; daha ziyade şöhret ve üstünlük kazanm ak arzusundan
doğuyordu. Yabancılar çadıra kabul ve him aye olunurlardı,
ama kendilerini m isafir eden kim senin hududunu
geçer geçmez, yine o kimse tarafından hücum a uğrar ve soyulurlardı.
A rablar, H azreti İbrahim zamanında, yeri ve göğü yaratan
bir tek A llah’a inanıyorlardı. Fakat bu itikat, zaman ile, bozulm
uştu. Eski çağların diğer m em leketlerinde olduğu gibi, A rablar,
kâinatın, velevki Kadiri Mutlak olsun, bir tek A llah tarafından
idaresinin gayri m üm kün olduğuna hükm ettiler. Muhayyilelerinde
— tek Allah tarafından bazı hâdiseleri sevk ve
idareye m em ur ed ilen — bir çok m utavassıt ilâhlar yarattılar.
Bu fikir öyle bir putperestlik (Paganisme) doğurm uştur ki,
ilâhlar topluluğu (Panthéon) yunanlıların ve Rom alılarınki
ile m ukayese olunamazdı. Bu, kaba saba bir şeydi.
A rablar yalnız güneşe, aya, yıldızlara değil, kayalara ve
taşlara da taparlardı; şayet taş bulam azlarsa, üzerinde develerini
sağmış oldukları, kum tepesinin önünde secde ederlerdi; o suretle tapınırlardı.mez cidallere, kavgalara vesile oluyor ve yeni yeni ittifaklar
aktini icabediyordu.
Bu ardı arası kesilm iyen kavgalardan sonra, bazı kabileler
devamlı olarak y er değiştirmeğe ve bazan çok uzaklara göç
meğe kendilerini m ecbur görüyorlardı. Diğer taraftan, kabilenin
iç teşkilâtı bu dağılma ceryanm a karşı büyük bir zecrî
kuvvet arzediyordu. Bu zecrî kuvvet sayesindedir ki, bazı kabileler
asırlarca ayni yerde kalabilm işlerdir.
Bu suretle Arab âleminin, îslâm dan evvel, dikkat nazarı
mızı çeken ilk hususiyeti; ayni itibar ve haysiyet kanununa
m âlik, ayni örf ve âdetlere sahip olan, ayni dili konuşan, beyhude
yere cenk eden bir çok m üstakil takım lara ayrılm ış olu
şudur. Bu devirdeki A rabistan, um um î bir birlik teşebbüslerini
m uvaffakiyetsizliğe düşüren dafia ve cazibe (itici ve çekici)
kuvvetlerinin tesirile, devamlı olarak şekil değiştiren bir çi
çek dürbününe (Kaléidoscope) benzer.
A rabistan’ın ecnebi bir devlet tarafından zabtolunmam ası
ve hüküm altına alınmaması, çöllerinin genişliğinden ve ulaş
tırm a yollarının yokluğundan değil; belki m em leketin umumi
hayatına hükm edecek kâfi bir otoriteye sahip m erkezî bir idare
teşkilinin imkânsız olmasından ileri gelmiştir.
Bu m uadeleyi ne Rom alılar halledebilm işlerdir, ne İranlIlar
ve ne Habeşler…
Öte yandan, A rabları m üşterek bir ideâl etrafında birleş
tirm ek, tahakkuku m üm kün olmıyan bir teşebbüs gibi görü
nüyordu.
İşte, Hazreti Muhammed, bütün A rablara şâmil unsurlara
dayanan yeni bir siyasî sistem kurm akla ve yeni bir dinin bah
şettiği ham leden kuvvet alm ak suretile bu meseleyi halle m uvaffak
olmuştur.
Bu büyük ıslahatın tafsilâtına girmezden önce, A rabistan’
ın İslâm dan evvelki harsî (kültürel), İçtimaî ve dinî durum una
bir göz atalım: Az bir zaman sonra, babası H azreti İbrahim tarafından,
M ısır’dan dönerken, anasile birlikte Hicaz’da bırakılm ış olan
Hz. İsm ail’in zürriyeti m eydana çıktı. İsm ail’in zürriyetine
M usta’ribeler yahut tem lil edilmiş (yerlileşmiş) A rablar adı
verilir.
Bunlar Hicaz’da m es’u t bir hayata nâil olm uşlar ve Benî
C ürhum ile m üttefik olarak yaşam ışlardır. Ecnebi fatihler arasm
da A rabistan’ın kalbgâhına kadar girmeğe m uvaffak olabilen
Babil hüküm darı B uhtunusur (Nabouchodonozor) tarafından
yapılan şiddetli bir taarruz bu refahı ihlâl etm iştir. Düş
m an çekildikten sonra Benî C ürhum kabilesi Şeyhi Meğas
ibni A m r’m kızı Hz. İsm ail’in sülâlesinden gelenlerin şeyhile
evlenm iş ve M ekke şehrini bina eylem iştir.
Y ukarıda söylediğimiz veçhile, Arab Yarım ada’smın yalnız
kuzey ve güney hudutları hariçle m ünasebette idiler. A rabistan,
ecnebiler için bir «meçhul m em leket, bilinm iyen yer»
idi. Öte yandan A rablar, m em leketlerinin sınırları dışında kalan
şeylerin hiç birini bilm iyorlardı. Diğer kavim lerle m enfaa
tte asla iştirâkleri yoktu.
Daha sonra İslâm m üellifleri tarafından toplanan m ahallî
a n ’ane ve rivayetler A rabistan’ın beşinci asırdan sonraki sosy
al ve siyasî hâli hakkında bizi az çok aydınlatm aktadır.
Y arım adanın her tarafında bir düziye yer değiştiren göçebelerin
âdetlerinin Hazreti İbrahim zam anm danberi pek az de
ğişmiş olduğunu görüyoruz. A rabın seciyesinin (karakterinin)
belli başlı m ümeyyiz vasfı, daima fazla teheyyüce tem ayülü
v e kabilenin, obanın ve âilenin istiklâline bağlılığı olmuştur.
H er kabilenin, yahut aralarında ittifak bulunan m üteadd
it kabilelerin işleri bunların tem silcisi olan bir şeyh tarafından
görülürdü. Bununla beraber, kabileler arasında daimî m ahiyette
hiç bir rabıta m evcut değildi ve ittifaka dahil her kabile,
canı istediği zaman, istiklâlini ilân edebilirdi.
Gayesi, kabilenin şerefini m uhafaza etm ek ve yükseltm ek
olan bir itibar ve haysiyet kanunu vardı ki, ardı arası kesil-edildiğinden bahseden rivayet şüphesiz, bu seferi kasdediyor.
Yine Şeddad, y ahut haleflerinden ayni ismi taşıyan biri,
hâkim iyetini M ısır’a kadar götürm üştür.
M ısır’ın A rablar tarafından istilâsı, Nil vâdisinin, m üştereken
hareket eden Teb ahalisile Habeşlilerin tardettikleri,
Hiksoslar tarafından istilâ edilmesinden başka bir şey değildir.
Büyük bir kuraklık Benî Ad kavm inin helâkini mucip oldu.
Kabile efradının çoğu telef oldu, sağ kalıp k u rtulanlar da,
yerleşm ek üzere, Yem en’e gittiler, orada refaha erdiler, daha
sonra K ahtanîlerin hücum lariyla m ahvoluncaya kadar orada
kaldılar.
Arab-ı Â ribeler arasında Benî Amalika, Benî Semud ve
Benî Cedis kabilelerini burada zikretm ek lâzımgelir. Bunlar
Diodorus Siculus ile Ptolem ee’nin Thamoudiens ve Djodicites
dedikleri kabilelerdir. Diğer bazı m üellifler asılları A ram î olan
Benî Am alika ile Ahd-ı Â tîk ve Ahd-i Cedîd’de zikredilen
«Amalecites» = Am alika’yı bir saym aktadırlar. B unlar A sur’-
un ilk hüküm darları tarafından Babil’den tardolununca, A rabistan’a
girerek Yem en’e ve Hicaz’a kadar uzanm ışlardır; h attâ
M ısıra bile gittikleri ve bu m em lekete kendilerinden bir çok
Firavun yetiştirdikleri de zannedilm ektedir.
Benî Sem ud Hicaz ile Suriye arasında bulunan P etra şehrinin
şarkındaki k ıt’ayı işgal ediyorlardı. Bunlar kayalar üzerinde
oyulmuş evlerde yaşıyan m ağara adam larıydı. Bir yandan
Suriye, diğer yandan Hicaz ve Necid arasında yapılan ticaretin
zarurî m utavassıtı idiler. Bu yüzden büyük bir refaha
nâil olmuşlardı; fakat sonra, Dicle’nin sol geçesindeki dağlık
arazide hüküm süren Elâm cengâveri «Chedorlaomer» (Arablarca
H izarü’l-Amr) tarafından imha edildiler.
Arab-ı Â ribe’ler arasında zikrolunan Benî Cürhum , Hicaz’da
Benî Am alika’yı imha ettikten sonra, oraya yerleşm iş
lerdi. Başka bir kabile yahut bu kabilenin başka bir parçası
Yem en’e gitm iştir; fakat kuraklık neticesi olarak çıkan kıtlık
üzerine tekrar Hicaz’a dönm üştür.etm işlerdir. Olaser ilk setlerin m ilâttan 1000 yahut 700 sene
evvel inşa edilmiş olduklarını söyler. M aamafih bu babta tetkikat
yapmış olan diğer âlim lere göre bu tahm in m übalâğalı
görünüyor. Doğru olarak bildiğimiz bir şey varsa o da m ilâttan
sonra 449 senesinde bir inhidam vukua gelmiş ve son inhidam
ın 542 tarihinde Ebrehe zam anında vuku bulm uş oldu
ğu keyfiyetidir.
A rablara göre, eskidenberi Arab Yarım adasında oturan,
Ar ab kavm i üç kola ayrılır:
1 — «Arab-ı Bâide» dir ki, nesli yok olm uştur. Arab Yarım
adasında Sam i’lerden (Sémites) evvel Ham i’ler (Hamitiques)
sakindi. Suriye’nin ve Finike’nin A ram î (Areméens)
kavim leri Arab ırkının bu koluna m ensuptular.
2 — «Arab-ı Âribe» yahut hakikî Samî A rablardır ki, rivayete
göre, K ahtân yahut Y aktan neslindendirler. B unlar cenuba
doğru hareket ederek, yıldızlara tapan yerlileri im ha etm
işlerdir. Bu hakikî A rablarm türedikleri yerler, K ahtân nesline
mensup iki atanın: Erfahşed (Kaide hududu) ile  bir (Fı-
ratm ötesindeki adam) m ismini taşıyan iki m em leketti. Bundan
anlaşılıyor ki, hakikî A r ablar, bugün F ırat nehrinin sağ
geçesinde (tarafında) bulunan ve «İrak-ı Arab» y ahut yalnız
«İrak» denilen yerden çıkm ışlardır.
3 — «Arab-ı musta’ribe» yahut tem lil edilmiş (naturaliser)
A rab’lardır ki, bunlar Hazreti İbrahim neslindendir ve
gerek sulh ve âsâyişi seven m uhacirler sıfatile; gerek askerî
sömürgeciler sıfatile yarım adaya girmişler, halk arasında yayılm
ışlar ve evlenm ek sayesinde ona tem essül etm işlerdir.
M enşe’ itibariyle hâm i ırkından olan «Beni Âd», Y arım adanın
ilk söm ürgecileri idiler; Yemen, H adram avt ve Umman
arasında yayılarak, orta taraflarda yerleştiler. M evcudiyetlerinin
bir devresinde kuvvetli bir devlet tesis etm iş oldukları anlaşılm
aktadır. H üküm darlarından biri, Şeddad, hâkim iyetini
Arabistan’ın öte taraflarına kadar genişletm iştir. İrak ’ı zaptetmiş,
hattâ H indistan hududuna kadar gitmişti. K alde’nin
(Chaldée), M ilâttan, 2.000 yıl önce A rab’lar tarafından istilâ rm başlangıcında, Hîre, istiklâlini kaybederek İran ’ın bir eyaleti
(satraplık) haline gelmiştir.
A rab Yarım adasının güneyinde, H adram avt ve Yemen
krallıkları vardı. Bunlar, başlangıçları zam anın karanlıkları
içinde kaybolan, H im yerîler tarafından idare olunuyorlardı.
M ilâdın dördüncü asrında Bizans İm paratoru K ostantin’in
bir elçisi H im yerîler sarayını ziyaret etm iş ve devletin başında
b ir piskopos bulmuştu. 523 tarihinde saltanat bir yahudi
zorbası tarafından ele geçirildi. Bu zorba, H ıristiyanlığı bıraktırıp
museviliğe girmeğe zorlam ak için, ahaliye karşı en şiddetli
ve vahşi cinayetleri irtikâp etti. N ecran’da hendekler kazdırdı,
dinlerini değiştirm ek istem iyen H ıristiyanları içine atıp
yakm ak üzere, yığın yığın odunlar yaktırdı.
Rivayete göre yakılan insanların m iktarı 20.000 civarındadır.
Velevki m übalâğa olsun, bu rakkam lar bu zalimin Museviliği
dem ir ve ateş kuvvetiyle yaym ak hususunda gösterdiği
azgınlığı açığa koym aktadır.
Kendini bekliyen akibetten kurtulabilen bir Hıristiyan,
Justinyen’in sarayına gelmiş, beraberinde bir de yarı yanmış
İncil getirerek, m azlûm lar namına, intikam dileğinde bulunm
uştur.
Bizans İm paratorunun isteği üzerine Habeş hüküm darı
Necaşi m uharebeye girişerek zorbayı m ağlûp etti. Yemen, Habeş
hanedanına tâbi bir um um î vâlinin idaresi altında, yine
bir H ıristiyan devleti oldu. A frikalı bir devletin idaresi altına
girm ek istem iyen Yemenliler, İran hüküm darına baş vurdular;
o da bu fırsattan istifade ederek m em leketi zaptetti. Habeşliler
koğuldular ise de Yemen satraplardan birinin idaresinde
bir İran sömürgesi oldu.
Bu m uharebeler m em leketin refah ve saadetini m ahvetti.
Yalnız ticaret değil, fakat yapılan sulam a kanalları teşkilâtı
sayesinde, pek ziyade inkişaf etm iş olan ziraat dahi, Me’rib civarındaki
büyük sedlerin yıkılm ası sebebiyle, sür’atle inhitata
düştü.
Me’rib sedlerini bir çok m üsteşrikler ve arkeologlar tetkikarasındaki arazide yerleşen kabileler de Hîre krallığını teşkil
eylediler. Gassan hüküm eti Roma İm paratorluğunun nüfuz
m ıntakası içinde, Hîre hüküm eti de İran İm paratorluğunun
nüfuz m ıntakası içinde idi.
Arab tarihinin birtakım kahram anları Roma tarihinde
isim leri geçen bazı kahram anların aynıdır, diyebiliriz.
Bu suretle Tedm ür’deki Uzeyne ibni Sem îda’ ve Zeyneb hiç
şüphe yok, Palm yre’in Odenathus ve Zenobia’sıdır. Zeyneb’in gü
zelliğinden, zenginliğinden, bir çok yabancı dil bildiğinden ve
F ırat nehrinin altında yaptırm ış olduğu tüneli geçerken esir
olduğundan bahseden garip hikâyeler; Zenobia’m n tarihinden,
yani Romaya karşı isyanından ve Palm yre’i parlak surette
m üdafaadan sonra, düşm anlarından kaçmak için, F ırat’ı geç
meğe hazırlandığı sırada esir düştüğünden başka bir şey olamaz.
Gassan hüküm eti Roma tabiiyeti altında kaldı. Gassanîler
hüküm darı Hâris ibni Cebele, 529 da, İm parator Justinyen tarafından
Suriye’deki bütün Arab kabilelerinin reisi ve «Patris»
i tâyin olunm uştu (*).
Yunan ve Roma m üverrihleri tarafından, beşinci ve altıncı
asırlarda vukua gelen m uharebelerde, ekseri göçebe kabilelerin
reisi m akam ında gösterilen Hîre hüküm darları da, askerlerinin
başına geçerek, Roma İm paratorluğu sınırının bir
noktasında görünürler; etraflarına ölüm saçtıktan ve yakıp
yıktıktan sonra, yaptıkları yağm adan ele geçirdikleri esirleri
ve ganim et m allarını alarak geldikleri gibi süratle ortadan
kaybolurlardı.
Gassanîler, İm parator K ostantin zamanında, Hıristiyanlığı
kabul etm işler ve o zam andan beri bu dini şarkta yaym ak için
propaganda yapm aktan geri kalm am ışlardı. Bununla beraber,
Hîre devletinin, altıncı asrın sonuna gelinceye kadar, H ıristiyanlığı
kabul ettiğine dair hiç bir delilimiz yoktur. Yedinci as-M ilâddan önce altıncı asırda ticaret o derece genişlemişti
ki, [Ahd-i A tikte peygam ber olarak zikredilen] Hazkiyâl
(XXVII), A rablarla yaptıkları ticaret sâyesinde zengin olan
Tyre (Sur) tacirlerinin gururlarını şöyle ifade etm ektedir:
«Madan ve Pavan, senin mal ve meta’lanm değiştirmek
için San’adan kılıç demirleri, Kaşâ’-i Hindi (Casse) ve tarçın
getiriyorlardı. Seba ve Raama sana en güzel baharatı, en kıymetli
taşları ve altın getiriyorlar. Harar, Hanna, Aden, Seba
seninle ticaret yapıyorlar.»
O rta Asya ile A rabistan’ın bugün seyr ü sefere engel teş
kil eden çölleri, o zam anın deniz vasıtalarile yapılan seyr ü
sefere kıyasen, çok büyük kolaylıklar arzediyorlardı.
Çöller denizler gibi idi, deve kervanları da o denizler üzerinde
dolaşan gemilere benziyorlardı.
M uayyen zam anlarda yola çıkan kervanlar tabiatin çizmiş
olduğu güzergâhı takip ediyorlardı. Bu yollar vâdilere tevafuk
ediyorlar, vahalar da kervanların norm al zam anlarda erzak
ve zahirelerini tedarik ettikleri, deniz dalgalarından daha
korkunç olan kum fırtınalarından kaçıp sığındıkları lim anları
vücuda getiriyorlardı. Bu vahalar zam anla tacirlerin, ekseriya
m âbetler, m ihraplar inşa ettikleri bir takım antrepolar
haline gelmişlerdi.
M ilâdın ilk senelerinde Rom alılar M ısır’la Yemen arasında
deniz yolu ile doğrudan doğruya m uvasala tesis ettikleri vakit,
A rabistan’da kervan ile yapılan ticaret bundan m üteessir
olmuştu. P etra ve Palm yre gibi ticaret m erkezleri yavaş yavaş
ehem m iyetlerini kaybetm işlerdi.
Ticaretin ehem m iyetini kaybetm esi m em leketin nizam ve
intizam ını bozdu; kuzeye doğru büyük göçler oldu; bazı kabileler
M ekke’ye, Yesrib civarına yerleştiler; diğer bazıları daha
uzaklara, Suriye’nin güneyine ve Basra Körfezinin kuzeyine
gidip oralara kondular. Suriye’nin güneyinde tâ F ırat nehrine
kadar uzanan k ıt’ayı işgal eden kabileler m a k a m Tedm
ü r (Palm yre) şehri olmak üzere Gassan kırallığını ve Fıratın
doğu cihetinde, bu nehirle Basra Körfezinin kuzey kısmı diler kervanların takip ettikleri tabiî yolları teşkil ederler.
Toprak altındaki su tabakaları, m uhtaç olduğu rütubeti verm
ek üzere, toprak sathına vardıkları zaman, Necid ve Kasım 1-
da olduğu gibi, bir takım vahalar husule getirirler.
Yedinci asra, yâni İslâm dini A rabistan’ı kaplıyan perdeyi
yırttığı zamana gelinceye kadar, bu k ıt’a hem en hem en hiç bilinm
iyen bir m em leketti.
Hariç ile yalnız kuzey ve güney taraflarının uç kısım ları
m ünasebette idi.
İlk çağlarda A rabistan hakkındaki bilgiler son derece azdı.
H azreti Yakub devrinde, Gilead’m baharatını, deve sırtında,
M ısır’a götüren Arab tacirlerinden bahsedilm ektedir.
H azreti Süleym an zam anında E lât (şimdiki Akabe) de bir
lim an yapılm ıştı ki, A rabistan’ın hüküm darlarile tacirleri F ilistin’e
gidecek kıym etli eşyayı buraya getirirlerdi.
İşte bu ticarî m ünasebetler sâyesinde H azreti Süleym an’ın
şöhreti A rabistan’a yayılm ış ve Seba m elikesi kendisini ziyarete
gelmiştir.
Roma İm paratoru Ogüst devrinde, Aelius Gallus, bir ordunun
başında olduğu halde, cenuba, m uhtem elen M earib ve
Seba’ya kadar indi. Fakat, bir kaç ay sonra, bir hıyanete uğ
radığından ve, daha ziyade, su bulam adığından dolayı, geri
dönmeğe m ecbur oldu. Bununla beraber, Arab menkibelerinde
bu seferden hiç bahis olunmuyor; Pline ve Strabon tarafından
zikredilen isim ler de A rabistan’daki hiç bir yerin ve hiç
bir kabilenin ismine uym uyor.
A rablar, dış dünyada, doğu ile batı arasında m utavassıt
gibi addolunuyorlardı. H int Okyanusunu, A rabistan’dan geçerek,
Suriye’ye bağlıyan başlıca iki yol vardı: Biri, H adram avt’-
tan kuzeye, Basra Körfezi civarındaki G erra’ya ve oradan
P alm yre’e (Tedmür) ve T yre’e (Sur) giderdi. Bizi bilhassa ilgilendiren
İkincisi, bir yandan Kızıldenizin geçilmesi müşkül
kayalarm ı, bir yandan da doğu cihetinde çölü bırakarak Yem
en’den kuzeye yöneliyor, M akuraba’ya (şimdiki Mekke) ve
oradan Yesrib (Medine) istikam etinden P etra’ya ve Filistin’e
varıyordu.Yarımadası, heyet-i um um iyesi itibariyle, oldukça muntazt
bir eğik satıh teşkil eder ki, Basra Körfezi kıyılarında de
seviyesine kadar iner.
Sarp kayalarla, Kızıldeniz arasında uzanan ve genişli
nadir olarak bir kaç yüz m etreyi geçen dar arazi şeridi «Tih;
me» yi teşkil eder. B uraların son derece sıcak ve rutubeti
olan iklim i sıhhî değildir.
A rabistan’da ırm ak veya nehir denilebilecek bir su akıntı
sı yoktur. Yem en’in ehemm iyetsiz bazı akarsuları senenin bü
yük kısm ında k uru bir haldedir.
Y ağm urlar nadirdir. Kızıldeniz ile Basra Körfezi yağm ur
tem in edecek kadar geniş değildir. H int O kyanusundan su üe
yüklü olarak gelen bulutlar, cenupta Yem en’in yüksek dağları,
ve Akdeniz’den gelenler ise Lübnan ve A nti-Lübnan tepeleri
tarafından durdurulurlar.
Bu suretle yağm urlar m em leketin iç kısım larına kadar ge
çemezler. Bununla beraber, her sene Kızıldeniz kıyılarında boralar
zuhur eder.
Bu fırtınalardan sonra, sular yüksek kayalar üzerinden
çağlayanlar halinde sıçrayarak garp cihetinden denize dökü
lür; şark cihetinde ise arazinin m eylini takip ederek, nihayet
az çok uzun bir m esafe katettikten sonra, kızgın kum lar tarafından
tam am en emilir, kaybolur.
Bu sel sularının şarka doğru yönelenleri «vâdi» denilen bir
takım yataklar açarlar. Bu yataklar, bazı yerlerde hissolunmaz
derecede küçük olup, yolcular, hiç farketm eden üzerlerinden
geçerler. B unların m ecralarını takip için çöl bedevilerinin
tecrübeli gözlerine ihtiyaç vardır.
Bu vâdilerin en uzunu, Rumma vâdisidir ki, Medine (eski
Yesrib) civarından çıkarak Kasım ’dan geçer ve 1600 kilom etreden
fazla bir mesafeyi katettikten sonra Şattül-A rab’a ula
şır; İkincisi Vâdi’l-H anife’dir ki, Cebeli Tuveyk’den başlar,
Basra Körfezine doğru iner.
B ütün sene boyunca vâdî m ecraları üzerinde kuyular kazmak
suretiyle, az çok derin yerlerde su bulunabilir. Bu sâyede, vâ