tâc-ül-ârifln (ebü’l-vefâ);
Evliyanın büyüklerinden olup seyyiddir. Künyesi Ebü’l-Vefâ, ismi Mu- hammed, lakabı Tâc-ül- Ârifîn’dir. Kakis diye de anılır. Seyyid Ebü’l-Vefâ 1026 (H.417) senesi Re- ceb ayının on ikinci günü Irak’ın Kuşende denilen mevkiinde dünyâya geldi. Seyyid Ebü’l-Vefâ, kerâ- met ve hârikada asrının reîsiydi. Zamânın birçok âlimleri ondan istifâde etti ve feyz aldı. Binlerce talebesi vardı. 1107 (H.501) senesi Rebî’ülâhir ayının yirminci günü, seksen dört yaşında iken Bağdat’ta vefât etti. Cenâzesi- ni Adiyy bin Müsâfir yıkadı, kefenledi ve defnetti. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin babasının ismi, Seyyid Muhammed Arîzî olup, zamânının büyük velîlerinden idi. Yaşadığı beldenin hâkimi, seyyid- lere çok eziyet vermeye
bağdat evliyaları 293
tâc-ül-ârifîn
başlayınca, orayı terk ederek Benî-Nercis kabilesinin yaşadığı köye yerleşti. Bu kabîlede yaşayanlar, dînî yönden çok zayıf idiler. Seyyid Muhammed Arîzî, akşam, yatsı ve sabah ezânlarını okuyarak, namaz kıldı. Ezân sesini duyan oradaki halkın, cenâb-ı Hakk’ın izniyle, kalbleri yumuşadı ve hepsi namaz kılmaya başladı. Oranın halkı Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerini göndermeyerek, beldelerinde yerleşmesini sağladılar. Benî-Nercis kabîlesinin reîsi Ömer bin Şirküve bin Ebî Ammâr Nercî’nin Fâtı- ma isimli bir kızı vardı. Künyesi Ümmü Gülsüm idi. Seyyid Muhammed Arîzî bununla evlendi. Bir süre sonra Seyyid Muhammed Arîzî hastalandı. Bu hastalığının ölüm hastalığı olduğunu anladı. Bulunduğu beldenin halkını çağırarak onlara; “Doğru yoldan ayrılmayın. Size gösterdiğim
yol üzere olun ve bu yolda ilerleyin” diye vasiyette bulundu. Hanımına ise; “Yâ hâtûn! Erkek bir çocuk dünyâya getirsen gerek. Bu çocuk, büyüyünce yüce bir zât olur. Çok kerâ- metleri görülür ve pek çok kimselere doğru yolu gösterir ve kerâmetlerinin bâ- zıları daha doğmadan görülür. Bunları bilesin ve bundan gâfil olmayasın” diye vasiyet etti. Vefâtın- dan sonra, o beldenin halkı oradan göç etti. Bu göç esnâsında, yolları bir bostan kenarından geçti. Kâfi- leden birkaç kişi, bostan- dan izinsiz kavun aldılar. Kesip kervandakilere dağıttılar. Bir parça da Seyyid Ebü’l-Vefâ’nın annesine verdiler. Annesi o kavunun sâhibinden izinsiz alındığından habersiz olduğu için verilen parçayı yedi. O kavun parçasını yedikten sonra, hemen karnında bir ağrı meydana geldi ve yediklerini çıkarmak için istifrâ etti. Bu du
294 bağdat evliyaları
tâc-ül-ârifîn
rum kabilenin ileri gelenlerine anlatılınca, Seyyid Muhammed Arîzî hazretlerinin söylemiş olduğu, doğum öncesi kerâmetle- rinin görüldüğünü anladılar. Bir süre sonra kâfileyi eşkıyâlar bastı ve bütün eşyâlarını aldılar. Kâfilede- kiler çâresiz, üzüntülü bir şekilde dururlarken, Allahü teâlânın izniyle, eşkıyâ- ların karşısına arslanlarve yırtıcı hayvanlar çıktı. Onlara saldırmaya başladı. Eşkıyâlar, canlarını kurtarmak için, aldıkları bütün eşyâları bırakıp kaçtılar. Kâfiledekiler, eşyâlarına eksiksiz kavuştular. Ebü’l-Vefâ hazretleri, babasının vefâtından iki ay sonra dünyâya geldi. Dünyâya gelir gelmez, bulundukları beldede bir takım değişiklikler oldu. Ekinler gelişti, hayvanlar çoğaldı. Her yerde bolluk ve bereket kendini gösterdi. Hiç âfet görülmez oldu. Beldede herkes zengin oldu. Ebü’l-Vefâ hazretleri,
daha bebek iken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın ismi zikredilse, başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Bebekliğinden îtibâren Allahü teâlâya ibâdet eden Ebü’l-Vefâ hazretleri, bir gün annesiyle birlikte bir yere gitmek için yola çıktı. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun yiyip, o kavunu çıkarmak mecburiyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına uğradığı yere geldiler. Ebü’l-Vefâ annesine; “Ey ana! Burasının neresi olduğunu hatırladın mı?” diye sordu. Annesi; “Ey oğul, burasının neresi olduğunu hatırlamadım” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü’l-Ve- fâ, o günkü hâdiseleri anlatmaya başladı: “Ey anne! Burası, babamın vefâ- tından sonra göç ederken konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin bostan- dan kavun çaldıkları yerdir. Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da vermişlerdi. Sen de bilmeden verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hâmileydin. Ben karnında sana ızdırab vermiştim. Çünkü haram lokma yemiştin. Sonra size eşkıyâ- lar saldırdı. Üzerinizdeki elbiselere varıncaya kadar, her şeyinizi almışlardı. Siz, çok üzülmüştünüz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan ve yırtıcı hayvan sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti. Melekler de bu emri yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Eşkı- yâlar bütün aldıklarını bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyâla- rınıza kavuştunuz. İşte o yer burasıdır” Annesi bunun üzerine; “Ey oğulISen o zaman daha doğmamıştın. Bunları nereden biliyorsun?” diye
sorunca, Ebü’l-Vefâ; “Bana Allahü teâlâ bildirdi anneciğim” dedi. Sonra; “Bana Ramazân-ı şerîfte meme verdin. Ben ise memeyi ağzıma alıp em- mezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet nûruyla mu- âmele ederdi. Bunun için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen beni hasta sanıp üzülürdün. İftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye sevinirdin” deyince, annesi; “Ey oğul! Baban senin için; “Çok kerâmet- leri görülür” derdi. Bunlar, o kerâmetlerden bâzı- larıdır” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Ey ana! Doğru söylüyorsun” dedi. Kendisine Ebü’l-Vefâ denilmesinin sebebi şöyle anlatılır: “Ebü’l-Vefâ daha on yaşında iken, Şenbekî hazretleri onun vasıflarını işitip, görmek istedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri çoğunlukla tenhâ yerlere gider, buralarda Allahü teâlâya ibâdet
298 bağdat evliyaları
tâc-ül-ârifîn
ederdi. Şenbekî hazretleri, sık ağaçların bulunduğu ormanlık bir yerde onu ibâdet ederken buldu. Yanında, bir köpekle arslan birbirleriyle oynuyorlardı. Şenbekî hazretleri arkasından yanına vararak selâm verdi. Ebü’l- Vefâ hazretleri selâmı aldıktan sonra Şenbekî hazretleri; “Sana bir suâlim vardı. Şimdi iki oldu” dedi. Ebü’l-Vefâ; “Buyur, kaç suâl sorarsan sor!” deyince, Şenbekî hazretleri; “Arslanla köpek yaradılış îtibâriyle birbirine düşmandır. Hâl böyle iken, nasıl oluyor da senin köpeğinle bu arslan oynuyor, bunun sebebi nedir?” diye sordu. Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Allahü teâlâ kudret ve inâyeti ile kalbimi temizlediğinden beri, köpeğimle bu arslan dost ve arkadaş oldu” dedi. Şenbekî hazretleri; “İkinci suâlim ise, herkesin bir derecesi vardır. Sana selâm ver
dim. Selâmımı iâde ederken niçin ayağa kalkıp, bana doğru dönüp de selâmımı iâde etmedin?” diye sorunca, Ebü’l-Vefâ hazretleri; “Yâ Şenbekî! Bu hususta Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “Evlere kapılarından gelin ve Allah’tan korkun ki, kurtulasınız.” (Bekara sûresi: 189) Eğer sen karşımdan gelseydin, senin selâmını iâde ederken ayağa kalkardım. Fakat sen, âdet olanın aksini yaparak arkamdan geldin. Ben de senin bu hareketinin karşılığında, ayağa kalkmadan selâmını aldım” diye cevap verdi. Daha sonra Ebü’l-Vefâ hazretlerinin evine berâ- ber gelip, bir süre sohbet ettiler. Sonra Şenbekî hazretleri; “Ey Muhammedi Sende nihâyetsiz bir nur müşâhede ettim ve başının üzerinde Hak teâlânın nûrundan bir alem gördüm ki, kıyâme- te kadar senin evlâdının
bağdat evliyaları 299
tâc-ül-ârifîn
kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi vermeye ve talebeliğime dâvete geldim” dedi. Ebü’l-Vefâ hazretleri de; “Annemden izin alıp öyle geleyim” dedi. Bir süre sonra annesinden izin alarak, Şenbekî hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktı. Yolda, bütün hayvanlar ona selâm verirdi. Huzûruna vardığında Şenbekî hazretleri; “Merhabâ Ebü’l-Ve- fâ’ya! Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu” dedi. Bunun üzerine ona, Ebü’l- Vefâ künyesi verildi.” Tâc-ül-Ârifîn lakabının verilmesi ise şöyle anlatılır: “Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretleri ile hocası, bir gün inzivâya çekildiler. Üç gün kimse ile görüşmeden sohbet ettiler. Dördüncü gün hocası ona, “Yâ Ebü’l-Vefâ! Her yıl bu gece, bütün ricâl-i gayb ehli, falan yerdeki sahrada hazır bulunurlar. Orada Peygamber efendi
miz de onlarla berâber bulunur. Şâyet o gecenin mânevî feyzinden nasîbi- ni almak istersen, bu gece orada hazır bulunalım” dedi. Seyyid Ebü’l-Vefâ bu teklifi kabûl etti. Gece vakti olunca, hocası ve Seyyid Ebü’l-Vefâ o sahraya çıktılar. Orada birçok evliyanın ibâdet ettiklerini, niyazda bulunduklarını gördüler. Onlar da bu grubun içine girerek ibâdetle meşgûl olmaya başladılar. Bu esnâda gök gürültüsünü andıran bir ses duyuldu. Ondan sonra nurdan bir taç zâhir oldu. Onun ışığı her tarafı aydınlattı. O nurdan taç, Allah dostu velîlere doğru geldi. Orada bulunanlar ona ellerini uzâttılar ise de erişemediler. Nurdan taç, en sonunda Ebü’l-Vefâ hazretlerinin mübârek başına indi. Hocası bunun üzerine; “Cenâb-ı Hak’tan gelen bu taç sana mübârek olsun, yâ Tâc-ül-Âri
300 bağdat evliyaları
tâc-ül-ârifîn
fîn!” dedi. Orada bulunanlar da Ebü’l-Vefâ’ya, Tâc-ül-Ârifîn dediler. Tâc- ül-Ârifîn ismini alan ilk zât Ebü’l-Vefâ hazretleridir. Derecesi günden güne artan Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l- Vefâ hazretleri, yetiştiği çevrede Arapça konuşulmadığı için, Arapçayı bilmiyordu. Bir gece rüyâ- sında Peygamber efendimiz, mübârek parmağını kendi ağzına götürüp, mübârek tükürüğüne bulaştırarak, Ebü’l-Vefâ’nın ağzına sürdü. Sabahleyin kalktığında, o kadar güzel Arapça konuşmaya başladı ki, Arabistan’da doğup büyüyen ve güzel konuşan kimseler onun kadar fasîh ve belîğ konuşamazlardı. Ebü’l-Vefâ hazretleri, hocasının emri ile Buhâ- râ’ya gitti. Orada zâhirî ilimleri tahsil etti. Sonra Buhârâ’dan tekrar hocası Şenbekî hazretlerinin yanına döndü. Hocası, Ebü’l-Vefâ’ya çok izzet ve
ikrâmda bulundu. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. Bunun üzerine Şenbekî hazretleri, Ebü’l-Vefâ’nın üstünlüklerini orada bulunanlara anlattı. Hocası, Ebü’l-Vefâ için ırmak kenarında büyük bir ziyâfet verdi. Ziyâ- fette Ebü’l-Vefâ hazretlerini tanımayan birçok kimse bulunuyordu. İlmî konuşmalar yapıldı. Bu arada Şenbekî hazretleri; “Allahü teâlânın kulları arasında öyleleri vardır ki, hırkasını suya atsa suya batmaz ve su onu götürmez” dedi ve hırkasını suyun üzerine bıraktı. Hırka suda hiç batmadı ve olduğu yerden de bir yere gitmedi. Sonra Şenbekî hazretleri kalkıp, o hırkanın üzerinde iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlânın izniyle, hırka hiç ıslanmamıştı. Namazdan sonra hırkasını alıp silkeledi. Hırkadan toz döküldü. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü’l-Vefâ hırkayı aldı. Şenbekî haz
bağdat
tâc-ül-ârifln (ebü’l-vefâ);
12
Kas