1 — Tasdîk ile tekzibin denk olmasıdır. Buna «ŞEK» derler. .Meselâ
ahvâline vâkıf olmadığın bir adamın azâb görüp görmiyeceği senden
soruldukta, hiç bir tarafına hüküm veremiyeceğin gibi senin için
azâb görmesi, de görmemesi de mümkündür. Tercih sebebi olmadığı
için buna «ŞEK» denir.2 — Her ikisini de mümkün görmekle berâber, nefsinin bir tarafa
meyletmesidir. Meselâ: Her hâliyle iyi tanıdığın bir insan için,
bu adam bu hâliyle ölürse azâb görür mü? Diye senden soruldukta
-kendisinde salâh alâmetleri görüldüğü için- nefsin, daha çok o
adamın mu’azzeb olmayacağına meyleder. Bununla berâber gizli bir
hatâsından dolayı azâb göreceğini de düşünürsün. Sîiıin bu düşüncen,
o meyline müsâvîdir, fakat onu tercih etmeni önlemez. Buna da
«ZAN» derler.
3 — Hatırına aksi gelmemek ve gelse de kabûl etmemek üzere,
inşânın bir şey’i tasdîk’a meyi etmesi ve tasdik tarafının nefse galebe
çalmasıdır. Fak’t bu kanâati, kat’î mâlûmâtma dayanmaz. Ancak,
bu adam, (birinci ve ikinci kısım olan) şek ile cevâz cihetlerini iyice
düşünürse cevâza meyleder ve onu kabûl ederdi. İşte buna da «Yakirie
karib itikat» denir. Yalnız dinlemek sûretiyle kafalarında yerleşen
şer‘î hükümlerdeki avâmm i’tikadı böyledir. Bu i’tikad kendilerinde
o derece yerleşir ki, her mezheb mensûbları, mezheblerinin doğruluğuna
ve imâmlarınm hakikati bulduğuna kat’î sûrette inanırlar ve
eğer bir tânesine: «İmâm’ınm hatâ etmesi mümkündür.» denilse aslâ
kabûl etmez.
4 — Hadd-i zâtında şüphesi olmıyan ve kendisinde şüphe edilmiyecek
şekilde, sağlam delilden hâsıl olan mârifettir. Şüphe ve şüphe
imkânı karışmıyan i’tikaada kelâm âlimleri ve nazariyecilere gö
re «yakîn» adı verilir.
Bunun m isâli: Aklı başında bir kimseye: «Bu varlıklar arasında
kadîm olanı var mıdır?» dendiği zamân, der’akab bunu reddeder
ve kabûl edemez. Çünkü kadîm, göz ile görülmez. Zîra, varlıkları göz
ile görülen güneş ve ay gibi değildir. Kadîm ve ezelî olan bir şey’in
varlığını bilmek, iki sayısının bir sayısından çok olduğunu bilmek
gibi zarurî, yâni hiç delîl aramadan ilk nazarda bilinenler gibi değil;
belki, sonradan îcad edilen bir şey’in kendi başına olamıyacağmı bilmek
gibi de değildir. Çünkü bu da zarûrîdir. (Yâni her akıl sahibi
sonradan meydâna gelen şey’in kendi basma olamıyacağmı ve bunun
bir mûcidi olduğunu, delîl’e lüzûm göstermeden hemen anlar.) Birdenbire
bir kadîmin varlığını kabûl etmekte, akim tereddüdü tabiî
dir. Bundan sonra, bu kadîm’in varlığını bir kısım insanlar kitâblarda
okur, ağızlardan dinler, kat’î bir şekilde kabûl eder ve inancında devam
ederler. Bu inanış, avâm’m inanışıdır. İnşânlardan bâzıları da
delîl ile kadîmi bulur. Şöyle ki: Eğer mevcûd bir kadîm olmasa, bü
tün varlıkların hâciıs yâni sonradan var olması lâzım gelir. Eğer bunu
böyle kabûl edersek, ya bütün mevcûdât’ın hepsi veyâ bâzısı sebebsiz
hâdis olmak lâzım gelir ki, bu muhaldir. Yâni böyle şey ola-maz. Muhâl’e giden her şey muhâldir. O hâlde akim bir kadîmi kabûL
etmesi zarûrîdir. Zîra bu mes’ele üç şıkda mütâlâa edilebilir.
1 — Mevcûdât’m hepsi kadîm,
2 — Hepsi hâdis,
3 — Bâzısı kadîm, bâzısı hâdis.
Eğer hepsi kadîm dersen aranılan bulundu. Çünkü kadim vardır.
Fakat bâzısmın hâdis olduğunu yok olmasından anlıyoruz (ki bu dâ-
vâ çürüktür). Eğer hepsi hâdis dersen yukardaki muhâliyet lâzımdır.
O hâlde ya üçüncü şık, veya birinci şık tezâhür etmiş oldu. Bu şekilde
elde edilen mâlûmata «Yakîn» derler. İsterse delil ile elde edilsin,
yukarıda verdiğimiz misâl gibi, isterse havas-sı hamse [beş duygumuz]
ile bilinsin. Güneşi, ayı görmemiz gibi. İsterse akıl ile idrâk
edilsin [anlaşılsın], sebebsiz bir şeyin var olamıyacağı gibi. İsterse
tevâtür eden haber ile bilinsin «Mekke»nin varlığını bilmek gibi. İsterse
tecrübe ile bilinsin SEKOMONYA’mn müshil olduğunu bilmek
gibi. İsterse delîl ile olsun, yukarda anlattığımız gibi. Bunlar’a gö
re bir şey’e «Yakîn» adını vermenin şartı, ona şüphenin karışmamasıdır.
Bunlara göre şüphe karışmayan her ilm’e, «Yakîn» adı verilir.
Bu târife göre «Yakîn» za’iflikle vasıflanmaz. Çünkü şüphe ile zayıf
lığın farkı yoktur.
KELÂMCILAR VE NAZARİYECİLERE GÖRE YAKÎNİN TARİFİ
05
Şub