wiki

YAKİN’İN ARANACAĞI YERLER

Eğer, evet, şüpheyi atmak ve kalbi kaplaması bakımından yakîn’in
kuvvet, za’f, azlık – çokluk, gizlilik ve açıklığını anladın. Fakat
yakîn’in taallûkunu, yolları ve aranacağı yerleri bilmiyoruz. Bunları
bilmeden yakîn’i arayamayız dersen:
Bilmiş ol ki, Peygamberlerin getirdikleri her şey, yakin’in mecrâlarıdır.
Zîra yakın, (sâhibinden şek ve şüpheyi kaldıran) husûsi bir
ilimdir. Taallûk ettikleri de şerî’at’ın getirdiği ilimlerdir ki, bunlarısaymak mümkün değil, ancak asılları sayılan, bâzı mühimlerine işaret
edeyim:
1 — Tevhîd : Yâni her şey’i, Allah’dan bilmek. Diğer vâsıtalara
değer vermeyip bütün bunları Allahu Teâlâ’nm emrinde musahhar
ve hükümsüz tanımaktır. İşte böyle bir inancı olan «yakın» sâhibidir.
Eğer îmân ile berâber kalbinden şüphe imkânı kaybolursa iki mânâ­
nın biriyle yakîn sâhibi olur. Eğer îmân ile berâber, vâsıtalara kızmak,
teşekkür etmek gibi hâlleri kaldıracak ve vâsıtaları teşekkür
ve gazabda, hiç bir dahli olmadan, kalem ve el seviyesine indirecek
şekilde kalbin de kuvvetlenirse, ikinci mânâda «Yakîn» sâhibi olur. Bu
makaam: Yakîn’in en şerefli makaamı, birinci yakîn’ın semeresi, rû-
hu ve faydasıdır.
Kalemi kâtibin emrinde bildiği gibi; Güneş, Ay, yıldız, ot, canlı-
cansız herşey, Allahu Teâlâ’mn emrinde olup, hepsinin kaynağı kudret-i
ezeliyye olduğunu hakkıyle bildiği zaman (Yakîn’in dokuz ma’kaammdan
üç’ü olan) Tevekkül, Rızâ, Teslîm kendisini kaplar, Gazab,
Ilıkd, Iiased ve kötü lıüylardan emîn olur. İşte yakîn yollarının
biri budur.
Yakîn’in faydalarından biri: Allahu Teâlâ’nın:
« Ç j j j ¿ J l j u % ¿r* C j »
«Yer yüzündeki bütün yürüyen canlı varlıklamı rızkı, Allah üzerinedir.»
(11-Hûd: 6) Buyurduğu, rızka kefil olduğuna tevekkül
[güven] ve kendisi için takdir edilenin kendisine geleceğine yakîn,
bunlardan doğar. Bunlar, kalbinde ne kadar kuvvetlenirse, rızk’ım o
nisbette. güzel yollardan arar, hırsı, tama’ı azalır ve kaybettiğine üzülmez.
Bu yakîn’in sağlad:, ı iyi neticelerden biri de tâ‘at ve ‘ibâdet ile
güzel ahlâkdır.
«Zerre kadar iyilik eden mükâfatını, zerre kadar fenâlık edenler
cezâsını göreceğini.» kalbine yerleştirmek de bu yakîn’in alâmetlerindeııdir.
Bu da sevâb ve azâb’a yakîn’i ifâde eder. Tokluğu ekmekde
bildiği gibi; sevâbı tâ’atte, helâki zehirde, zehirli yılanlarda bildiği
gibi; azâbı günâhda bilir de, açlığını gidermek için ekmeğini elde
etmeğe ve onu korumağa çalışdığı gibi, tâ‘at ve ibâdet’in de azını çoğunu
korur ve onu elde etmeğe gayret eder. Zehir’in azından çoğundan
kaçındığı gibi, günâhın da küçüğünden büyüğünden, azından ve
çoğundan kaçınır.
Birinci mânâda yakîn, bütün mü’minlerde bulunur. Fakat ikinci
mânâdaki yakîn, ancak mukarreblerde [Allah’a yakın olanlarda]?S‘E“£“S H?S“-“rsaur
MiİpAUaJ- u -“‘ • i •, &eçenien, gizil hatıra ve = « £ = düşüncelerini
MUfihede ettiğim bilmek de bu yakîndendir. Birinci m ân âsiyle, y â n i
şüphe etmemek bakımından, her mü’minde bu yakîn vardır. Ama
ikinci mânâsiyle, ki asıl aranan da budur. Bu mânâda yakîn sahibi
pek azdır; ancak sıddîklarda bulunur. Bunun da neticesi: Kendisinin
Pâdişâh hûzurunda takındığı tavır gibi, tenhâ yerlerde de (Allah huzûrunda
olduğunu düşünerek ona göre) terbiyesini takınmasıdır Hakîkaten,
bu gibi yakîn sâhipleri tenhâlarda da edeb’e riâyet eder ve
her nevi kötü hareketlerden çekinir. Bâtınî düşünceleri, zâhirî hareketlerine
uyar; içi-dışı bir olur. Zâhirini insânlar gördüğü gibi,
kalbini de Allahu Teâlâ’nm gördüğünü bildiği zamân, Allahu Teâlâ’-
nın bakaığı kalbini, insânların gördüğü dış görünüşünden daha iyi
temizler ve süsler. Yakîn’in bu makaamı, Iiayâ [utanma], Iîavl [korku],
İnkisar [kırıklık], Zillet [kendini küçük görme], îstikâne [alçak
gönüllülük], Huzu‘, Tevazu* ve benzerî iyi hûyları doğurur. Bu
iyi hûylar da, üstün tâ’atler yapmağı te’mîn ederler.
Hülâsa: Bütün bu mânâlarıyle yakîn, büyük bir ağaç gibidir.
Kalbdeki bu ahlâklar da, o ağacın dalları, bu ahlâklardan meydâna
gelen tâat ve ibâdet de, o dalların meyveleri gibidir. Yakîn, bunların
aslı ve esâsıdır. Onun burada saydığımızdan çok fazla kapuları ve
yolları vardır. İnşallah, «Rub‘-ı Münciyât» yâni 4 üncü ciltte taisilâ-
tıyia anlatılacaktır. Yakîn’in mânâsından şimdilik bu kadarı kâfidir.
Âhiret âlimlerinde aranan alâmetlerden biri de: Dâima mahzûn,
münkesir, baş öne eğik olmak ve sükût etmektir. Allahu Teâlâ –
. dan korktuğunu kıyâfetinde, elbisesinde, ahlâkında, işinde, duruşunda,
konuşmasında, ve sükûtünde belli etmelidir. Ona her bakan Allahu
Teâlâ’yı hatırlamalı, görünüşü, ilmine şehâdet etmeli. Merd insanın
yüz’ü, âyînesidir. Âhiret âlimleri vakar, zillet ve alçak gönüllülükleriyle
sîmâlarından bilinirler. Denildi ki: Allahu Teâlâ’nın kullarına
giydirdiği elbisenin en güzeli, ağır başlılık içinde tevâzu* elbisesidir.
Bu, Enbiyâ kisvesi, sâlihler, sıddîklar ve âlimler sîmâsıdır.
Ama yığın yığın sözler, ağızı yayarak konuşmalar, bol bol gülüş­
meler, konuşma ve harekette aceleler, hepsi küfran-i nî‘met, ve Allah’ın
azâbmdan emîn olmaktan ileri gelir. Bu gibi hareketler, Allah’ı
bilen âlimlerin değil, dünyâ’ya bağlanan gâfillerin âdetidir.
Çünkü Abdullah Tüsterî ’nin (R.A.) dediği gibi âlimler üçkısımdır.Hazret-i Ömer (R.A.) : «İlim öğrenin, ilimle beraber ağır başlılığı, yumuşaklığı da öğrenin, hocalarınıza karşı alçak gönüllü olun, sizden öğrenenler de size böyle olsun. Sakın, âlimlerin kibirlilerinden olmayın, çünkü böyle olursanız, ilminiz, cehlinize üstün gelemez.» Denildi ki; Allahu Teâlâ kime ilim verirse ilmin yanında hilm’i tevâzu‘u, ve güzel huyu da ona verir. İşte faydalı ilim de böyle olanı­ dır. Eserde: Vârid oldu ki, «Kime, ilim, zühd tevâzu’ ve güzel ahlâk verildi ise o kimse müttekîler’in imâmıdır.» Hadîs’de şöyle buyuruluyor: i ^ o y 0 s ‘ s ” • ‘ l5*0 – \ r • *• “il 11 . «Üjî ¡ j* i J ^ T Uj-9 J ¡ j* 0 J. ‘ ‘ ‘ ‘ ‘ ^ lI ^ * L jX . ^ j* • -U —J’ ^ \ v( J Lj vJ a-J vJCJo 4 • * ~ ‘y ; ^ v ” «Ümmet imin iyilerinden bir cemâ‘at var ki, İlâhî ralımet’in genişliğinden açıkda gülerler, azabının korkusundan da gizli yerlerde ağlarlar, bedenleri yerde, gönülleri göklerdedir, rûhlan dünyâ’da akılları ise âhirettedir, yürümeleri vakar ile buluşmaları ise sebebledir.» (158) Hasaıı: «Ililm ilm’in veziri, rıfk babası, tevazu* ise gömleğidir.» demiştir.B i ş r b. H a r i s : «İlmiyle riyaset isteyen, Allahu Teâlâ’ya
düşmanlıkla yaklaşır. Yerde ve gökde sevilmez.» demiştir. İsrâiliyyâtta
denilmiştir ki: «Bir hakîm [Feylesof] hikmet’e dâir uçyuz altmış
eser yazdı da ancak hakîm unvanını aldı. Allahu Teâlâ o zamanın
Peygamberine vahy etti: «O adam’a söyle, yer yüzünü, boş sözlerle
doldurdu. Bunlardan hiç biriyle benim rızâmı düşünmedi. Ben
onun bu hezeyânlarınm hiç birini kabûl etmem.» Bu haberi alan hakîm
yaptığına pişmân oldu ve bu işi terk etti. însânlar arasına girdi,
sokaklarda yürüdü ve tevâzü göstermeğe başladı. Bunun üzerine
Allahu Teâlâ Peygamberine, «Şimdi rızâmı kazanmıştır.» diye, haber
verdi.»
Evza’î (R.A.), Bilâl b. S a ‘ d’den rivâyet ederek Bilâl’in şöyle
dediğini bildiriyor:
«Sizden biriniz Şartî’lere bakar ve Allahu Teâlâ’ya sığınır, buna
karşılık riyâseti seven, bunun için elden gelen gayreti sarfeden dünyâ
âlimlerine bakar, ona hiç kızmaz. Halbuki o, şartîden de daha çok
ve asıl kızılacak olan bu gibi âlimlerdir. Rivâyet olundu ki:
«Peygamber Efendimize :
— Ilangi amel daha efdâldir? Diye soruldu. Peygamber Efendimiz
:
— Haramdan kaçınmak. Harâmdan uzaklaşdıkça, zikru’llah’m
tadını ağzında bulur. Allahı çok anarsın.
— Hangi arkadaş daha hayırlıdır? Peygamber Efendimiz :
— Unuttuğunda Allah’ı hatırlatan, Allah’ı andığında sana yardımcı
olandır.
— Fenâ arkadaş hangisidir? Peygamberimiz :
— Unuttuğun zamân Allah’ı hatırlatmayıp, hatırladığında da
sana yardımcı olmayanlardır.
— İnsanların cn âlimi kimdir? Peygamber Efendimiz :
— Alîahıı Tcâlâ’dan en çok korkanıdır.
— En hayırlımızın kim olduğunu bize bildir ki onunla düşüp
kalkalım. Peygamber Efendimiz :
— Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan kimsedir.
— İnsanların en fenası kimdir? Peygamber Efendimiz :
— Allah’ım, sen mağfiret eyle. Onlar ısrarla:
— Kimdir? Diye sorunca, Peygamber Efendimiz:
— Ilâli bozulan âlimlerdir, buyurmuştur.» (159)
Yine Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:Şüphesiz, âh iıette en çok huzûr içinde olan, dünyâ’da en çok
düşünendir; âh irette en çok gülen, dünyâ’da en çok ağlayandır. Â h irette
en çok sevinçli olan, dünyâ’da en çok m ahzûn olandır.» (160)
Hazret-i Ali (R.A.) hutbesinde: «Nefsim rehin, ben de kefiliyim.
Kavm’m zirâati takvaya zarar vermez. Aslı bozuk olan, hidâyete
susamaz. İnsanların en câhili, kendini bilmeyendir. Şüphesiz
Allahu Teâlâ’mn en çok buğz ettiği, şuradan buradan mâlûmât edinip,
onunla fitne karanlıklarına dalan kimsedir. Ancak, insanlardan
kendisine benzeyen ayak takımları ona âlim der. Halbuki bir gün bile
sâlim olarak ilimle yaşamamıştır. İlmin kifayet eden azı, azdıran
çoğundan hayırlıdır. Tâ ki böyle lüzûmsuz fazla ilim edindiği zamân,
başkalarının tereddüt ettikleri mes’eleleri çözmek için ilim kürsüsü­
ne otururlar. İhtilâflı mes’elelerde, doğru mu, yanlış mı anlamadan
kendi çürük fikirlerini öne sürerler ki, bu fikirlerin sağlamlığı örümcek
yuvasını ileri geçmez. Binmesi câhilâne, düşmesi ise âmiyânedir.
Kibrinden bilmediği mes’elelerde: «Allah bilir.» demez ki selâmete ersin.
İlme, ciddî şekilde sarılıp ondan faydalanmak istemez. Yanlış
hükümleriyle, dâvâları da kendisinden şikâyetçidir. Hükümlerinde,
hârâmı helâl yapar. Vallahi suya varmadan geri döner. Kendisine
verilen işlerin ehli değil. İşte bu gibiler ikabı ve ömür boyunca feryad
ü figân ile ağlamağı hak eden kimselerdir.»
Hazret-i Ali: İlim meclisinde ciddî davranın, ilmi şakaya
almayın, çünkü ilim değerini kaybeder.
Bâzı selef diyorlar ki: «Âlim, her gülmesinde ilim’den bir parçasını
atmış olur.» Denildi ki: Muallimde üç haslet toplanırsa, öğ­
renciye âit bütün nî’metleri tamâmlamış olur. Bunlar da: Öğretmede
sabır, öğrenciye karşı tevâzu‘, bir de güzel ahlâktır. Öğrencide dc
üç haslet bulundu mu, muallim’in aradığı bütün nî’metleri tamâmlamış
olur. Akıl, terbiye ve iyi anlayıştır.
Hülâsa: Âhiret âlimleri, Kur’ân’m gösterdiği ahlâktan ayrılmazlar. Çünkü onlar Kur’ânı, riyaset için değil, hükmü ile amel etmek
için okurlar.
İ b n Ö m er (R.A.) : «Bir zamanda yaşadık ki, kimimiz Kur’-
ân inmeden îman etti. Sonra sûreler indi, helâl – harâm, emr ve nehyiııi
öğrendiler. Bunlar’m anlayamadığı hiç bir şey olmazdı. Halbuki
bir takım kimseler gördüm ki, îman etmeden evvel kendisine Kur’âr
geldiği hâlde Fâtiha’dan sonuna kadar okur da emr’inden nehy’inder.
bir şey anlamadığı gibi, üzerinde de durmaz, hurmanın yaramayan)
gibi onu karıştırır durur.» Demiştir. (Bunu Hâkim rivâyet etti ve
B u h â r î ile M ü s 1 i m ’ in şartı üzerine sahihtir dedi.) Dîğer bil
haberde aynı meâlde şöyle buyuruyor:
«Biz Peygamber’e Kur’ân gelmeden îmân ettik. Bir takım kimseler
gelecek ki îmân etmeden Kur’ân kendilerine verilecektir. Onlar,
harflerine riâyet edecek fakat çerçevesini aşacak, hükmünü çiğ­
neyeceklerdir. “Biz okuyucuyuz, bizden daha iyi okuyan kimdir? Bi;
âlimiz bizden âlimi kimdir?” derler. İşte Kur’ândan hisseleri anca*
budur.» Dîğer bir ifâdede ise: «İşte bunlar, bu ümmetin fenâları
dır.»
Denildi k i : «Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden olan beş Ahlâl
Kur’ân-ı Kerîm’in beş âyetinden alınmıştır. Onlar da: Haşyet [Kor
ku], Huşû‘ [Kalbî ve bedenî tevâzu], Tevâzu1 [alçak gönüllülük],
güzel ahlâk ve âhireti dünyâ’ya tercih ki, buna Zühd denir.
Haşyet’in alındığı âyet :
«Allah’tan korkan, ancak âlimlerdir.» (35 – Fâtır : 28)
Huşû’un alındığı â y e t:
s* ^ ^ < I ^ t ‘ 0 s ‘ i ^ *
OLJU L ¿0)1 ü L Lj üj j b
«Allah için korkarlar da, Allah âyetlerinden az olsun para almazlar.» (3 – Âl-i İmrân : 199)
Tevâzû’un alındığı â y e t«Mü’minler için kanadlarım alçalt.» (15-Hicr: 88)
Güzel Ahlâk :
\ ‘ o . : -f – ^ n
« ^ ])
«Allah’ın rahmeti ile onlar için mülayim davran.» (3 – Âl-i İmrân:
159)
Zühd’ün alındığı â y e t:
‘~r ® ^ [ •*»I ? * “1 « i-‘Jo — ^ . i –
¿r4 ‘ «üil j \y>}\
a j,
«İlim kendilerine verilenler dediler ki, veyl size, îmân edip sâlih
ameller işleyenlere Allah’ın vereceği sevâp daha hayırlıdır.» (28 – Kasas:
80)
Vaktâ ki Peygamber Efendimiz :
* • * 0 ‘ * î ^ A t* -*
(( OjJ-v9 f J”*-1 ^ ^ J~İ t w “ “V “ ‘s
«Allah, hidâyetini dilediği kimsenin göğsünü Islâm için geniş­
lendirir.»
Âyet-i celîlesini okudu, kendilerine :
— Bu şerh-i sadr [göğüs genişliği] nedir? Diye sordular. Peygamber
Efendimiz:
«Nûr, kalbe akıtıldığı zamân göğüs açılır ve genişler.» buyurdu.
— Bunun bir alâmeti var mıdır? Diye sormaları üzerine, Peygamber
Efendimiz:
«Evet vardır. O da aldatıcı olan dünyâdan uzaklaşıp, ebedî olaıı
âhiret’e teveccüh ve gelmeden önce ölüm’e hazırlanmaktır.» buyurdu.Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, ameli bozan, kalb’in
huzûrunu kaçıran, vesveseyi hazırlayan ve fenâlığı harekete getiren
şeyler üzerinde durmaları ve bunları dikkatle araştırmalarıdır. Çünkü
Dîn’in aslı, fenâlıktan korunmaktır. Bu sebebden denildi ki:
«Fenâlığı, fenalık yapmak için değil, fenâlıkdan korunmak için
öğrendim. Fenâlığı bilmeyenlerin çoğu, bilmeyerek kendisini lenâlı-
ğâ kaptırır.»
Aynı zamânda işlediğimiz ameller yakîndir [yâni kolay elde edilirler.]
Bunların en üstünü Kalb ve dil ile Allahu Teâlâ’yı anmaktır.
İşte asıl hüner bunları bozan ve karıştıran şeyleri bilmek (ve onlardan
sakınmak) tır. Bu işâret ettiklerimizin dalları çok, yolları ise
uzun olmakla hepsine de ehemmiyetle ihtiyâç vardır. Çünkü âhiret
yolculuğunda umûmun karşılaştığı şeylerdir.
Dünyâ âlimleri ise: Hüküm ve fetvâlarında garib ve iüzûmsuz
şeyleri ararlar da kendilerine ömürlerinde bir def’a bile lâzım olmayacak
– olsa da onlar için değil, belki gelecek nesiller için olacak – lü­
zûmsuz şeylerle yorulur dururlar. Halbûki böyle bir şey olsa da onu
çözecek nice kimseler vardır. Şâyân-ı hayrettir ki, gece gündüz tekerrür
edip duran hâtıralarında, vesvese ve amellerinde kendilerine
lâzım olan mühim tarafı ihmâl ederler. Allahu Teâlâ’nm rızâsına,
halkın teveccühünü ve dünyâ kodamanlarının kendisine muhakkik
ve müdekkik demelerini tercih ederek, kendisine ehemmiyetle lâzım
olan şey’i başkasına pek ender lâzım olacak şey ile değiştirmek
kadar, saâdetten uzak ne olabilir?.. Bu gibi âlimlerin cezâsı, Dünyâ’da
halk tarafından hüsn-ü kabûl görmemek, zamânın nöbet nöbet gelen
musibetleri ile kederlenmektir. Âhirette ise, hakîkî âlimlerin alacakları
büyük mükâfatları ve kendilerinin müflis olduğunu görmekle
hasret çekmektir ki, bundan büyük hüsrân olmaz.
Sözü, en çok Peygamberler sözüne, hidâyeti, en çok Saiıâbe hidâyetine
benzeyen ve bunda herkesin ittifak ettiği, Haşan-]
B a s r î ’ nin (Allah rahmet etsin) en çok anlattığı ve üzerinde durduğu
kalbe gelen hâtıralar, amellerin fesâdı, nefsin vesvesesi ve nefsânî
şehvetlerin gizli ve kapalı tarafları idi.
H a s a n – ı B a s r î ’ ye, «Ya Ebâ Sa‘îd, bu senin dediklerini kimseden
duymuyoruz, bunları nereden öğrendin?» diye sorduklarında:
« H u z e y f e t ü ’ l – Y e m â n î ’ den» derdi. Huzeyfe’ye de aynı şekilde,
«Sahâbenin hiç birinden duymadıklarımızı senden dinliyoruz,
bunları nereden öğrendin?» diye sorduklarında Huzeyfe : «Resûlu’-
llah’tan öğrendim, Resûlu’llah bunları yalnız bana öğretti.» diyerek
şöyle devâm etti:«İnsanlar, şöyle böyle amel edenlere ne gibi mükâfatlar var diye
dâima hayırdan ve amellerin faziletlerinden sorarlar, hayrı ilk öğrenen
ben olmadığımı bildiğim için, ben de “falan falan şey’i ifsâd eden
nedir?” diye amellerin âfetlerinden ve fenalığa düşmemek için fenâ-
lıktan soraıdmı. Çünkü bilirim ki, fenâlığı bilmeyen iyiliği de bilemez
Bunun için Peygamber Efendimiz de bunları bana öğretti.»
N ifâk’m sebebini ve nifâk ilmini, fitnelerin inceliklerini en iyi şekilde
bilen yine Huzeyfe idi. Hattâ Ömer, O s m â n ve dîğer
büyük Sahabe (R.A.) fitnelerden kendisine sorarlardı. Münâfıkları
öğrenmek isterlerdi. O da: «Şu kadarı kaldı.» der, fakat isimlerini
söylemezdi. Hazret-i Ömer, kendisi için H u z e y f e ’ ye :
«Bende nifâk alâm eti var mı?» diye sordu; Huzeyfe : «Sende nifâkdan
eser yok.» dedi. H attâ Hazret-i Ömer cenâzelerde bakardı,
H u z e y f e ’ yi görmeyince, namazı kılmazdı. Huzeyfe’ ye «Sır sahibi»
derlerdi.
H ülâsa: K albin makaam ve hâllerine dikkat etmek, onları ıslah
etmek, âh iret âlim lerinin âdetleridir. Çünkü Civâr-ı İlâhîye yükselecek
olan kalbair. Bu kalb ilmi, garîb kaldı ve hattâ kayboldu. Bir
âlim , kalb ilm inden bahsetse, dinleyiciler: «Bu ne anlaşılmaz ve garib
şeyler diyor.» diye şaşarlar ve kendisi için: «İşte bu yaldızlı va‘z
ediyor ve lâf satıyor, nerde o mücâdele inceliklerini ortaya koyan vaizler.»
derler. Abdü’l-vâhid b. Zeyd şu şiirini ne güzel-söyledi:
«Yollar çok fakat hak yolları birdir. Hakîkî yol’a girenler ise az
kim selerdir. Onlar da bilinmez ve maksadîarı anlaşılmaz; ağır ağır
gayelerine doğru ilerlemektedirler. İnsâıılar kendilerinden istenilen
şeyde g âfilleı, hak yolunda ise çokları uykudadırlar.»
H ülâsa, in san ların çoğu tabî’atlerine muvâfık ve kolay tarafa
m eyi ederler. Hak, acı, ona vâkıf’olm ak zor. Onu anlamak çetin, yolu
ise sarptır. Bilhassa kalbin vasıflarını bilmek ve kötü hüylardan
kalbi temizlemek zordur. Çünkü bu dâima rûhu çekmekle kaabildir.
Sâhibi ise, şifâ üm idiyle acılığına dayanarak ilâcı içen kimseye, ölü­
münde m elek’in m üjdesi ile iftâr etmek için ömrünü oruç ile geçiren
kim seye benzer. Bunun için denildi ki: Basra’da yüz yirmi vâiz varken
bunlardan yalnız üç tanesi yakîn ilminden, kalbin hâllerinden ve
iç sıfatlardan bahsederdi. Bunlar da: Abdullah Tüsterî, Sub
a y h i ve Abdurrahîm idi. Ötekilerin dersine kalabalık cem
â’at devâm ettiği hâlde bunların dersine pek az kimseler gelirdi; on
kişiyi geçmezdi. Çünkü kıym etli şey’in kadrini muayyen kimseler bilir.
Zîra kıym etli şeyler, ancak muayyen kimselere yaraşır. Herkese
verilen şey’in kıym eti de azdır.Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, ilim öğrenirken tevekkül
[güven] ve kalbinin açıklığı ile, herşeye basiretle müdrik olması,
körükörüne başkalarını taklîd etmemesidir. Emrinde, nehyinde taklîd
edilecek olan ancak Sâhib-i Şerî’at Peygamber Efendimizdir. Sahâbe’yi
taklîd ise, onların işleri Peygamberlerden duyduklarına delâlet
etmesi bakımındandır. Peygamberimizin söz ve işini kabül ederek
taklîd ettiğimiz zamân, lâyık olan söz ve işlerindeki incelikleri
de öğrenmeğe heves etmektir. Mukallid, Peygamberimiz yapdı diye
bu işi yapıyor. Şüphesiz Peygamberin her yaptığında bir hikmet
var. O hâlde işinde ve sözündeki sırrı ve hikmeti de araştırmak lâzımdır.
Yalnız söylenen ve yapılanı öğrenmekle iktifâ eden kimse, âlim
değil, ilmin kabıdır. Bu sebebten hikmet ve sırları idrâk etmeden ezberleyen
kimseye âlim değil: «İlmin kabıdır.» denir. Kimin kalb gö­
zünden perde kalkar ve İlâhî nûr ile aydınlanırsa, dîğer ferdleri taklîd
etmez, kendisi taklîd edilir ve kendisi metbû* olur. Bu sebebten
İ b n Abbâs (R.A.):
«Resûlul’llah’tan başka herkesin ilminden alınanı da olur, atılanı
da olur.» buyurmuştur.
İ b n A b b â s , Z e y d b. S â b i t ’den fıkıh, Ü b e y b. K â ‘ b ’dan
da kırâat ilmi öğrendi. Sonra her ikisine bâzı husûslarda muhâlefet
etti. Nitekim bâzı geçmiş âlimler: «Resûlu’llah (S.A.V.) den bize geleni
göz ve baş üstüne kabûl ederiz. Sahâbe’den gelenden aldığımızda
olur, attığımız da olur. Tâbi’îne gelince: Onlar da inşân, biz de inşânız.»
derlerdi.
Sahâbe’nin fazileti, Peygamber Efendimizin ef’âl ve ahvâlini
gördüklerinden ve karinelerle anlaşılacak şeylere gönül verdiklerindendir.
Bunların bu hâli, ibâre ve rivâyete girmeyecek şekilde kendilerini
doğruya ulaştırdı. Çünkü kendilerini bir çok hatâlardan koruyacak
nûr-ı nübüvvet onlara ifâze edilmiştir.
Başkalarından duyulan şeylere istinâd, makbûl olmayan bir
taklîd sayıldığına göre, kitâblara ve eserlere istinâd da makbûl olmaktan
çok uzaktır. Çünkü Sahâbe ve ilk Tâbi’în devirlerinde kitâb
denen bir şey yoktu. Bunlar ancak Hicrî 120 yılından, Sahâbe’nin,
hepsi Tâbi’în’in büyüklerinden olan S a ‘ î d b. M ü s e y y e b , H a –
san-ı Basrî ve diğerlerinin ölümünden sonradır. Evvelkiler, Kur’-
ân-ı Kerîm’i okutmağa, mânâsını düşünmeğe, tefekkür ve tezekkü­
re mâni’ olur korkusu ile, kitâbların ve hattâ Hadîs’lerin yazılmasını
hoş görmezlerdi. Ve : «Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyin.»
derlerdi. Bunun için H a z r e t – i E b û – B e k i r ve Sahâbe’nin bir
kısmı, İnsânlar Kur’ân’ı ezberlemez eldeki mushaflara bağlanır korkusu
ile Kur’ân-ı Kerîm’in bir araya toplanmasını muvâfık görmedi ve «Peygamber’in yapmadığım biz nasıl yaparız. Kur’ân’ı olduğu
gibi bırakalım, okumak ve okutmak sûretiyle ağızdan ağıza intikal
etsin» dediler. Tâ ki Ömer ve dîğer Sahâbiler (R.A.) İnsanların
tembelleşmesinden ve Kur’ân’m müteşâbihâtım okumakta veyâ bir
kelimesinde ihtilâf vukıVunda baş vurulacak bir asıl bulunmamasından
endîşe ederek Kur’ân’m yazılmasına işâret etmeleri ile H a z –
r e t – i E b û – B e k i r ’in bunu kabûl etmesi üzerine Kur’ân âyetleri
bir Mushaf’da toplanmıştır. A h m ed b. H a n b e 1 de, M â 1 i k ’in Muvatta‘
kitâbını yazmasını muvâfık bulmaz ve: «Sahâbe’nin yapmadığını
yaptı.» derdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir