BEŞÎR Basra’da yerleşmiş saf bir insandı. İslâm’ı işitmiş,
ancak muhtevası hakkında bir fikre varamamıştı. Bir
ara Medine’ye geldi. İşlerini görüp dönmek üzere iken:
– Şu, ismi dillerden düşmeyen adama da bir uğrayayım,
bakayım iddiasının mahiyeti nedir? dedi.
Müsait bir fırsat bulunca Resûlüllah’ın huzuruna girdi.
Efendimiz:
– İsmin nedir? diye sordu.
– Nezîr, diye cevap verdi.
Peygamberimiz bundan memnun olmadı. Çünkü Nezîr’in
mânâsı korkutucu demekti. Bu mânânın tam zıddı
bir ismi tavsiye etti:
– Hayır, senin ismin bundan sonra Nezîr değil, Beşîr’dir.
Yani, müjdeleyici.
Beşîr bu defa:
– Ya Resûlüllah, senin getirdiğin bu son dinin esasları
nedir, onu merak ediyorum, diye sordu. Resûlüllah
Hazretleri şöyle cevap verdi:
– Allah’ın birliğine, Muhammed’in O’nun gönderdiği
Resûlü olduğuna şahidlik edeceksin. Ramazan’da oruç
tutacak, zengin olunca zekât verecek, ömründe bir defa
hacca gideceksin. Bir de Allah için cihad edeceksin. Beşîr düşünmeye başladı. Hazırladığı cevap pek sevimli
değildi. Zaruri işlerini görecek on tane ihtiyaç devesi
bulunduğunu söyledi, bunların nesinden zekât vereceğini
anlatmak istedi. Cihad için de savaş meydanında
korkuya kapılacağını, belki ölümden korkup da kaçmış
gibi olacağını ifade ile bunu da yapamayacağını ifade etmek
isterdi.
Resûlüllah Aleyhisselâm, mübarek elini uzatıp Beşîr’in
elinden tutarak kendisini iyi bir sarstıktan sonra şu
tarihî ikazını yaptı:
– Zekât yok, cihad yok Cennete ne ile gireceksin Beşîr?
Bu cümle Beşîr’in zihninde bomba gibi patlamıştı. Bir
iki dakikalık düşünme her şeyi halletti. Sözlerini değiştiren
Beşîr şöyle dedi:
– Ya Resûlâllah, teklif ettiğiniz esasların cümlesine
iman ederek İslâm’ı kabûl ediyorum. Hiç birini istisna etmiyorum!
Bundan sonra Beşîr, memleketine gitmekten vaz geçip,
Mescidin bitişiğindeki ashabın arasına kanştı. Yani
ashab-ı suffaya dahil oldu. Hem öylesine fedai bir mü’min
oldu ki, Resûlüllah’ı gölge gibi takip eder, O’na insandan
değil, böcekten dahi bir zarar erişmesinden korkup, muhafaza
etmek isterdi. Kendisi bir hâtırasını şöyle anlatır:
– Resûlüllah Aleyhisselâm beni Suffa’ya gönderdi.
Kendisine gelen hediyeye bizi ortak eder, sadakaları da
bütünüyle bize verirdi. Böyle geçinip giderdik. Bir gece
O’nun dışarıya çıktığını gördüm. Hemen takip ettim. Baki’
mezarlığına girdi. Ben de peşinden girdim. Mezarlığa
girince selâm verdi:
– Esselâmü aleyküm ey mü’min insanların yurdu! Biz
de az sonra size iltihak edeceğiz. Biz de Allah içiniz. Biz de
O’na döneceğiz. Sizler geniş hayırlara nail oldunuz. Bü
yük şerleri geçip geride bıraktınız, dedi.
Resûlüllah selâmını böylece verdikten sonra göz ucuyla bakınca beni görüp sordu:
– Arkamdan gelen kim?
– Ben, Beşîr, yâ Resûlâllah.
– Buraya ne için geldin?
– Yâ Resûlâllah, sana insanlardan, yahut böceklerden
bir zarar erişmesin diye takip için geldim. Kırda insan, yahut
haşere zarar verebilir.
Tebessüm eden Resûlüllah, Beşîr’in bu derece bağlı
lık ve sevgisini takdirle karşıladı. Beşîr de ondan sonra
aynı fedakârlık ruhu içinde devam etti. Bu bağlılıktan bir
saniye olsun ayrılmadı. Böylece Resûlüllah’m huzuruna
şüphe ve tereddüt içinde gelen Beşîr, fedâi olup çıkmış,
sarsılmayan bir imana bir anda sahip olmuştu. Sohbet-i
nebeviyye böyle idi zaten. Resûlüllah’la bir anlık gözgöze
gelmek, yahut bir defacık sohbetinde bulunmak iyi niyetli
insanlar için kâfi geliyordu.
ZEKÂT YOK, CİHAD YOK, CENNETE NASIL GİDECEKSİN?
03
Mar