wiki

M A’RÛF-I KERHİ

Evliyânın büyüklerinden.
Adı Ma’rûf bin Fîrûz olup künyesi Ebû
Mahfûz’dur. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. 200 (m. 815) senesinde
Bağdat’ta vefât etti. Bağdat’ın Kerh beldesinden
olduğu için Kerhî denilmiş olup, Ma’
rûf-i Kerhî olarak tanınmış, Sofiyye-i
aliyyenin büyüklerindendir. Tasavvufta
örnek, Hak teâlâya giden yolun rehberi,
çeşit çeşit latîfelerle seçilmiş, zamanındaki
âşıkların efendisi idi.
Iranlı hıristiyan bir anne ve babanın
çocuğu iken, hıristiyanlığı öğrenmesi için
bir râhibe gönderilmişti. Kardeşi îsâ O’nun
îslâma gelişini şöyle anlatmaktadır: “Ben
ve kardeşim Ma’rûf bir okula gidiyorduk.
Hıristiyan idik. Hıristiyan hoca (râhib)
çocuklara (Hâşâ) Allahü teâlâ üçtür. Baba,
Oğul, Ruh’ûl kudûs derdi. Kardeşim Ma’rûf,
Allah birdir birdir diye bağırırdı. Râhib O’
nu her tarafı yara bere içerisinde bırakacak
şekilde döverdi. Bu böyle devâm etti. Nihâ-
yet bir gün her tarafını parçalar şekilde
dövünce kaçtı. Ve bir daha dönmedi.
Bunun üzerine annem O’na olan sevgisinden
hergün gözyaşı dökerdi. “Eğer Allahü
teâlâ oğlumu geri gönderirse, o hangi dinde
ise bende o dîne tâbi olacağım” derdi.
Annesi böyle ağlayıp gözleri yollan beklerken,
evden kaçan Ma’rûf-ı Kerhî kendi
hâlini şöyle anlatmaktadır “Ayaklanm
şişmiş, elbiselerim parçalanmış bir halde
Kûfe’ye geldim. Âdetim mescidlerde kalmaktı.
Burada da mescide gittim. Orada
mübârek, yüzü nur saçan bir zâtın etrafında
bir kısım insanlar halka olmuşlar ve
onun anlattıklannı dinliyorlardı. Cemâat o
zâtı öyle dinliyorlardı ki, sanki başlannın
üzerinde kuş vardı. O zâta yaklaştım ve
dinledim. Şöyle diyordu: “Kim Allahü teâ-
lâdan tamâmen yüz çevirirse, Allahü teâlâ
da ondan tamamen yüz çevirir. Kim kalbiyle
Allahü teâlâya kavuşmayı arzu eder
ve O’na koşarsa: Allahü teâlâ onu rahmetiyle
karşılar. Bütün herkesin kalbinde
O’nun muhabbeti hâsıl olur, O’na gelirler.
Derdlere ve belâlara sabır eden kimseye de
rahmetini ihsân eder.” Bu zât Muhammed
ibni Semmâk idi. O’nun bu sözleri kalbime
çok te’sir etti ve beni yaratan Allahü teâ­
lâya yöneldim. Benim gizli ve açık her
şeyimi bilen, O’na kavuşmağı istedim.
Allahü teâlâ da duâmı kabûl buyurdu. Bu
sırada ibni Semmâk âniden sustu. Sonra
insana çok te’sir eden bir sesle “Bağdatlı
genç nerede?” diye sordu. Oradaki cemâat
bana baktı. Çünkü orada benden başka
yabancı yoktu. Beni Şeyh Ibn-i Semmâk’a
götürdüler. Ibn-i Semmâk başımı okşadı
ve: “Merhaba ey Rabbin’i arayan kişi. Merhaba
ey Allahın sevgisine ve muhabbetine
kavuşan kişi” dedi. Bu sözleri işitince,
babama beni kötüleyen râhibi hatırladım
ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine
“Sen ağlıyor musun?” dedi: “Evet efendim”
dedim ve râhibin sözünü hatırladım.
Çünkü o râhip hep hakâret ederek beni
babama kötülerdi. Tam bu sırada “Râhibin
sözü mü?..” diye sordu. Ben buna çok hayret
ettim. Bunu nasıl biliyordu. “Evet”
dedim. Bana “Allahü teâlâya duâ et. Senin
duân müstecâbtır (kabûl olur)” buyurdu ve
ben de Allahü teâlâya duâ ettim. Daha
sonra öğrendim ki, rahib de müslüman
olmuş ve sâlih mü’minlerden olmuş. Sonra
İbni Semmâk beni İmâm-ı Ali Rızâ’ya
götürdü. Durumu O’na anlattı ve O’nun
elinde müslüman oldum.”
Müslüman olan ve ilim tahsil eden Ma’
rûf-ı Kerhî, uzun seneler sonra memleketine
döndü. Büyük bir sabırla onu bekleyen
annesi bağnna bastıktan sonra hangi din
üzeresin diye sordu. Ma’rûf, İslâm dîni üzereyim
deyince annesi, “Eşhedil enlâ
ilâhe illallah ve eşhedü en n e Muhammeden
abdühü ve resûUlhü” diyerek
îmân ile şereflendi. Bunun üzerine bütün
âile müslüman oldu.
Ma’rûf-ı Kerhî dînin emirlerini gözetmekte,
ibâdette, haram ve şüphelilerden
kaçmada çok meşhûr olmuştu. Imâm-ı Ali
Rızâ’nm hizmetinde bulunmuş, O’nun
çocuklanyla beraber yaşamış ve ehl-i beytten
bilinmiştir. Imâm-ı Ali Rızâ (r.a.) “Ma’
rûf, huy ve muhabbet bakımından ehl-i
beyttendir. Fakat ırk ve neseb bakımından
değil. Muhakkak o kerem ve izzet bakımından,
Selmân-ı Fârisî’nin ceddimize ilhak
edilip ehl-i beytten sayıldığı gibi, O da bize
dâhil edilmiştir.
Ma’rûf-ı Kerhî, Dâvûd-i Tâî hazretlerinden
feyz almış olup; büyük velîlerden Sırriyi
Sekâti de, Ma’rûf-ı Kerhî’den ders ve feyz
alarak yetişti. Hârun Reşîd ile aynı
zamanda yaşadı. Muhaddis olup, zamanı­
nın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs
cfinlerdi.
Ma’rûtı Kerhî, Bekir bin Huneys, Rabibin Sabîh ve bir çok âlimden hadÎB öğrendi.
Halef bin Hişâm, Zekeriyyâ bin Yahyâ el
Mervezî, Yahyâ bin Ebî Tâlib ve bir çok
hadîs âlimi de Ma’rûf-ı Kerhî’den hadîs-i
şerif rivâyet etmişlerdir.
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.) Bağdât’ın imâmı ve
zâhidi lakâbını aldı. Dinde imâm olup,
fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm ilimlerinde
büyük âlimdir. Bütün bu ilimlerde hüccet
(senet) idi. Ictihad makâmına erişmişti.
Abdülaziz bin Mansûr diyor ki: Babamdan
işittim: “Biz Ahmed bin Hanbel ile
beraber idik, Ma’rûf-ı Kerhî’den bahsedildi.
Orada olanlardan ba’zılan O’nun ilmi
zayıfdır dediler. Bunun üzerine Ahmed bin
Hanbel (r.a.) “Böyle konuşmayın. Siz Ma’
rûf un kavuşmuş olduğu ilimden bir şeye
kavuşabildiniz mi?” diye cevap vererek
onlan susturmuştu. Ahmed bin Hanbel ve
Yahyâ bin Mâîn, Ma’rûf-ı Kerhî’ye müracaat
ederler ve bir çok mes’eleleri O’ndan
öğrenirlerdi.”
Yahyâ bin Muîn ve Ahmed bin Hanbel,
Ma’rûf-ı Kerhî’nin (r.a.) yanına geldiler.
Yahyâ bin Muîn, Ma’rûf-j Kerhî’ye: Secde-i
Sehv’i sormak istiyordu. Ahmed bin Hanbel
Yahyâ’ya “Sus” dedi. Fakat o susmadı
ve “Yâ Ebel-Mahfuz, Secde-i Sehv hakkında
ne dersin?” diye sordu. Ma’rûf-ı Kerhî,-
“Kalbin namazdan gâfil olup, namazdan
başka bir şeyle meşgûl olmasından dolayı
bir cezâdır” deyince. Ahmed bin Hanbel
(r.a.) “Bu ne güzel ve ne ma’nâlı bir
cevaptır” buyurdu.
Kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Cömertlik
ve kerem sâhibi olup, sağlığında ve vefâ-
tından sonra da yardım yapan dört büyük
velîden biridir. Bunlar Ahmed bin
Hanbel,Ma’rûf-ı Kerhî, Bişr-i Hafi ve Mansûr
bin Ammâr’dır.
Ma’rüf-ı Kerhî’ye: “Muhabbet nedir?”
diye sordular. Cevâben buyurdu ki:
“Muhabbet, öğrenmek ve öğretilmekle
elde edilen bir şey değildir. Ancak Allahü
teâlânın bir ihsânı ile elde edilir.”
Buyurdu ki, “Kulun mâlâya’nî (boş ve
fâidesiz) konuşması Allahü teâlânın onu
zelil ve yalnız bırakmasının alâmetidir.”
“Tasavvuf, hakîkatlan almak ve halkın
elinde olan dünyâ malından ümidini kesmektir,
uzaklaşmaktır.”
“Evliyânın üç alâmeti vardır: Düşüncesi
Hak ola, işliyeceği işi Hak ile işleye,
meşgûliyeti dâima Hak ile ola.”
“Üstün olmak sevdâsında olan, ebedî
olarak felâh bulmaz, kurtulamaz.”
“Suâlsiz ve karşılıksız vermeğe çalış.”
“Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd
ederse; hayırlı amel kapısını açar, söz kapı­
sını kapar. Kişinin işe yaramaz söz konuş­
ması bedbahtlıktır. Kötülük murâd
ettiğinde bunların aksini yapar.”“Amelsiz Cenneti istemek ve emir olunduğunu
yapmadan rahmet ummak, câhillik
ve ahmaklıktır.”
“Sâlihler için çokluğun, sıddîklar için
azlığın önemi yoktur.”
“Dilini (başkalarını) kötülemek ve aşağılamaktan
koruduğun gibi, medh etmekten
de koru.”
“İlim sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde,
bütün mü’minlerin kalbi onun olur”
(ya’ni bütün mü’minler onu sever).
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.) bir gün namaz kılmak
için ikâmet okudu ve sonra Muhammed
bin Ebî Tevbe’ye öne geçip namaz
kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı,
müezzinlik yaptı. Muhammed bin Ebî
Tevbe imâmlık yapmaktan çekindi ve Ma’
rûf-ı Kerhî’ye “Eğer bu namazı kıldınrsam
başka namaz kıldırmam” dedi. Ma’rûf-ı
Kerhî bu sözü beğenmedi ve “Nefsinden
konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını
düşünmek (başka bir namaz vaktine
kadar yaşayacağım diye konuşmak) tül-i
emel (uzun arzû) sâhibi olmaktır. Tûl-i emel
sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız.
Çünkü tûl-i emel, hayırlı amel yapmaya
mâni olur” buyurdu.
“Dünyâ dört şeyden ibârettir: Mal, söz,
uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya
isyân ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan
oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur.
Yemek ise insanın kalbini
katılaştırır” buyurdu. Sırrî-yi Sekâtî
buyurdu ki: Ma’rûf-ı Kerhî’yi şöyle söylerken
işittim: “Kim kibirli olur, kendini
büyük görürse Allahü teâlâ onu yere vurur,
kim Allahü teâlâ ile münâzea ederse (karşı
gelirse) Allahü teâlâ ona gazâb eder. Kim
Allahü teâlâya hîle yapmaya kalkarsa, O
Allahü teâlâya boyun eğer (hilesinden
vazgeçer). Kim Allahü teâlâya tevekkül
eder O’na sığınır ve güvenirse; Allahü teâlâ
onun yardımcısı olur. Kim Allahü teâlâya
tevâzû’ ederse Allahü teâlâ onu yükseltir.”
Ma’rûf-ı Kerhî’ye “Dünyâ sevgisi kalbden
nasıl çıkar?” diye sorulduğu zaman
buyurdu ki, “Allahü teâlâya karşı hâlis
sevgi, tam bir muhabbet ve hüsn-ü muâ-
mele ya’nî Allahü teâlânın râzı olduğu
işleri yapmak ve men ettiklerinden sakınmak
ile” cevâbını verdi.
Mertliğin alâmeti üçtür: “Hilafsız tam
bir vefâ, istenmeden vermek ve kendisine
cömertlik, iyilik yapılmadan başkalarını
medh etmek” buyurdu. Bir adam Ma’rûf-ı
Kerhî hazretlerine gelerek “Ey efendim.
Benim Allahü teâlâya nasıl kavuşacağımı
bana öğretir misin?” dedi. Ma’rûf-ı Kerhî
onun elinden tuttu ve padişahın kapısına
getirdi. Kapının önünde ayağı kırık duran
bir adam buldular. Soru soran zâta o kimseyi
gösterip “işte bunun gibi olursan
Allahü teâlâya vâsıl olursun” buyurdu.
Bununla, ayağının ikisi de kınk bir köle,
efendisinin kapısının önünde nasıl durur
hiçbir yere ayrılmazsa; bir kul da Allahü
teâlânın kapısında her an bekler. Hiç ayrılmaz
ve isyân etmezse, Allahü teâlâya kavuşur
demek istedi. Bir kimse gelip
kendisinden kalbinin yumuşaması için
duâ etmesini istedi ona; “Ey kalbleri yumuşatan
Allahım! Ölüm benim kalbimi yumuşatmadan
sen benim kalbimi yumuşat”
diye duâ et buyurdu. Sırrî-yi Sekâtî
hazretleri “Kavuştuğum bütün ni’metlere
Ma’rûf-ı Kerhî hazretlerinin bereketiyle
kavuştum” buyurdu.
Buyurdular ki: “Dişi hayvana bile bakmaktan
sakınınız.”
“Kim öldükten sonra unutulmak istemezse,
güzel (amel) işlesin ve isyân
etmesin.”
.“Allahü teâlâ mü’minlerden bir zümreyi
kabirlerinden kanatlı olarak diriltir.
Sur üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar.
Cennet-i a’lâya koşarlar. Onları melekler
karşılar ve onlara “Siz kimsiniz?”
derler. Onlar “Mü’minlerdeniz, Ümmet-i
Muhammeddeniz, Ümmet-i Kur’ândanız”
derler. Melekler “Siz Sırâtı gördünüz mü?”
derler. “Hayır” diye cevap verirler. “Siz
Haşn gördünüz mü?” “Hayır.” “Siz Allahü
teâlâyı gördünüz mü?” “Biz O’nun nûrunu
gördük.” “Peki siz dünyâda ne amel yapardınız?”
“ Biz O’na kulluk ettik. O’ndaa
başka herşeyden yüz çevirdik. Allahü teâlâ
bize hesâba çekilecek bir dünyâhk vermedi”
derler.”
“Kim mü’min kardeşinin bir aybını
örterse, Allahü teâlâ onun bu işinden
dolayı bir melek yaratır, O’nun elinden
tutar ve O melekle berâber Cennete girer.”
“Her kim günde üç kere “Allahım
Muhammed (s.a.v.) ümmetini islâh et” diye
duâ ederse âbidlerden sayılır.”
Kendi kendine dövünür, “Ey nefs hâlis
ol ki halâs (kurtuluş) bulasın” buyurur ve
ağlardı.
Bağdat ahâlisi ve bütün müslümanlar
tarafından devamlı hürmet edilirdi. Kabri,
duâlann kabûl edildiği, hastaların şifâ
bulduğu bir yerdir. Duâlann kabûl edildiği
herkes tarafından tecrübe edilmiştir.
Imâm-ı Yâfiî de bunu bildirmektedir.
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.), talebesi Sırrî-yi
Sekâtî’ye buyurdu ki: “Eğer Allahü teâlâya
duâ eder ve birşey istersen, O’na benim
ismimi vesîle et, benim hürmetime iste!”
Muhammed bin Hişâm diyor ki: Ma’rûfı
Kerhî bana “Sana on cümle öğreteceğim;
beşi dünyâ, beşi âhıret içindir. Bunlar ile
kim duâ ederse Allahü teâlâ onun duâsını
kabûl buyurur” dedi. Ben “Yazayım mı?”
diye sordum. “Hayır Behr bin Hânis nasıl
tekrar tekrar okuyup bana öğrettiyse, sana
da tekrar tekrar okuyup öğretirim” dedi.
“Dînim için Allah bana kâfidir. Dünyâmiçin Allahü teâlâ bana kâfidir. Ehemmiyetli
işlerim için Allahü teâlâ kerimdir ve
bana kâfidir. Bana haksızlık etmek isteyenlere
hilm ve kuvvet sâhibi olan Allahü
teâlâ kâfidir. Bana kötülük etmek isteyenlere,
Şedîd olan Allahü teâlâ bana kâfidir,
ölüm ânında rahîm olan Allahü teâlâ
bana kâfidir. Kabir suâlinde raûf olan
Allahü teâlâ bana kâfidir. Hesâb anında
kerim olan Allahü teâlâ bana kâfidir.
Mîzân ânında latif olan Allahü teâlâ
bana kâfidir. Sır’at’ta, kadîm olan Allahü
teâlâ bana kâfidir. Kendisinden başka hiç­
bir ilâh olmayan Allahü teâlâ bana kâfidir.
O Arş’ın Rabbidir ve ben O’na tevekkül
ederim.”
Muhammed bin Mansûr Tûsî haber
veriyor: Bağdat’ta Ma’rûf-ı Kerhî’nin (r.a.)
huzûruna gittim. Yüzünde bir yara izi gördüm.
“Dün burada iken yüzünüzde bir şey
yoktu. Bu nedir bir şey mi oldu?” diye sordum.
“Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma,
sana yarayanı sor” dedi. “Allah aşkına
söyle” dedim. Şöyle anlattı; “Bu gece
namaz kılıyordum. Mekke’ye gidip Kâ’be’yi
tavaf etmek istedim. Su içmek için zemzem
kuyusuna gittim. Ayağım kaydı ve
yüzüm oraya çarptı. Bu iz ondandır.”
Abdest almak için Dicle’ye gitti. Kur’ânı
kerîm ve seccâdesini namaz kıldığı yerde
bıraktı. Bir kadın gelip bunlan alıp giderken
Ma’rûf arkasından koştu ona yetişti ve
yüzünü görmemek için başını eğip “Kur’
ân-ı kerîm okuyan çocuğun var mı?” diye
sordu. Kadın hayır deyince “Kur’ân-ı
kerîmi bana ver seccâde senin olsun”
buyurdu. Kadın O’nun bu güzel hareketine
çok şaşırdı. Her ikisini de oraya bıraktı.
Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri “Seccâdeyi al
sana helâl ettim” buyurdu. Kadin utanarak
hemen oradan uzaklaştı gitti. Ma’rûf-ı
Kerhî hazretleri herkese merhamet eder ve
herkesin ıslâhı için çalışırdı.
Bir gün, talebeleriyle Dicle kenarındaki
bir hurmalıkta oturuyorlardı. Baktılar ki,
Dicle’nin yukarısından bir kayık geliyor.
Kayıkta bir kaç erkek içki içiyor, nâra atı­
yorlar. Bu nâhoş manzara karşısında talebeleri
şöyle söyledi: “Efendim bir duâ edin
de, Allahü teâlâ bunlan bu nehirde boğsun
ve insanlar onlann zararlanndan kurtulsunlar.”
Şöyle buyurdu: “Yâ Rabbi! Sen bu kullannı
dünyâda neş’elendirdiğin gibi âhırette
de neş’elendir.” Talebeleri bu duânın ma’
nâ ve sımnı anlamadıklannı söylediler.
Bunun üzerine “Benim söylediğimi
(Allahü teâlâ) bilir. Bekleyin şimdi sim
açığa çıkar buyurdu.” O topluluk Ma’rûf-ı
Kerhî’yi görünce sazlannı kırdılar, şaraplannı
döktüler ve titremeye başladılar. Ma’
rûfun el ve ayaklanna kapanıp tövbe
ettiler. Ma’rûf-ı Kerhî, “Gördüğünüz gibi
herkesin istediği oldu; ne onlar boğuldu, ne
de bir kimse onlardan rahatsız oldu”
buyurdular.
Ibni Merdeveyh şöyle anlatır: “Biz Ma’
rûf-ı Kerhî ile berâber oturduk. Onun
yüzünden nur fışkırdığını gördüm. O nur
her tarafa yayılıyor ve aydınlatıyordu.”
Kendisine “Yâ Ebâ Mahfüz! Senin suyun
üzerinde yürüdüğünü işittim” dedim.
Bunun üzerine “Benim aslâ su üzerinde
yürümem diye birşey yoktur. Fakat ben bir
tarafa geçmek istediğim zaman, nehrin iki
kenan birleşir ve ben geçerim” buyurdular.
Muhammed bin Muhallid dedi ki:
Haşan bin Abdülvehhâb’a Ma’rûf-i Kerhî’
nin hayatı okunuyordu. Buyurdu ki “Ma’
rûf-ı Kerhî’nin suyun üzerinde yürüdüğünü
söylerler. Eğer bana O’nun havada yürü­
düğü söylenilse; onu tasdik ederim.”
Ma’rûf un (r.a.) bir dayısı şehıjp vâlisi
idi. Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini
dolaşıyordu. Ma’rûf u gördü. Bir
kenarda oturmuş ekmek yiyor, önünde de
bir köpek; bir lokma kendi ağzına, bir
lokma da köpeğin ağzına koyuyordu.
Dayısı, köpekle birlikte yemeğe utanmıyor
musun dedi. Utandığım için bu zavallıyı
yediriyorum dedi ve başını kaldınp havadaki
bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi, eline
kondu ve kanadıyla başını ve gözünü
örttü? Ma’rûf: “Allahtan utanandan herşey
utanır” buyurdu ve dayısı bu hâli görüp, bu
sözü işitmekle hem hayret etti, hem de oradan
uzaklaştı.
Bir gün abdesti bozuldu. Hemen oracıkta
teyemmüm etti. “İşte Dicle, niçin
teyemmüm ettiniz” dediklerinde, “Oraya
gidinceye kadar acaba yaşayabilir miyim?
Oluverirsem abdestsiz olmıyayım” dedi.
Halîl Sayyâd anlatır: Oğlum Muhammed
kaybolmuştu. Annesi ve ben şaşkınadönmüştük. Ma’rûf-i Kerhî’ye geldim ve:
“Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin
aklı başından gitti” dedim. “Ne istiyorsun
buyurdu?” “Allaha duâ edin de,
çocuğumuzu bize iâde etsin” dedim. “Yâ
Rabbi, gök senin, yer senin, arasındakiler
de senin. Muhammed’i gönder” dedi. Şam
kapısına geldim. Oğlumu orada gördüm.
“Oğlum Muhammed, geldin mi?” dedim.
“Şimdi Enbâr şehrinde idim, birden kendimi
burada buldum” dedi.
Âmir bin Abdullah el-Kerhî anlatır:
Benim hıristiyan bir komşum vardı. Bir
gün bana geldi ve “Ey Ebâ Âmir, benim
senin üzerinde komşuluk hakkım vardır.
Senden bir ricâm var. Beni Allahın sevgili
bir kuluna bir velîye götürmedin ki, o velî
zât Allahü teâlânın bana bir evlât vermesi
için duâ etsin” dedi. Bunun üzerine bu
hıristiyan komşumu Ma’rûf-ı Kerhî’ye
götürdüm. Onun işini ve ricasını anlattım.
Ma’rûf-i Kerhî de onu îslâma da’vet etti.
Müslüman olmasını istedi. Komşum “Yâ
Ma’rûf, benim hidâyetim senin elinde değildir.
Ancak Allahü teâlâ hidâyet eder, bir
kimseyi doğru yola kavuşturur. Ben senden
duâ istemeğe geldim. Müslüman
olmağa gelmedim” dedi. Bunun üzerine
Ma’rûf-ı Kerhî ellerini kaldırdı “Allahım
senden bu kimseye anne ve babasına itâatkâr
bir evlât vermeni istiyorum ki, anne ve
babası onun elinde müslüman olsun” diye
duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl etti ve
bu kimsenin bir oğlu oldu. Bu çocuk zamanındaki
çocuklardan ve akranlarından çok
akıllı ve çok zekî oldu. Büyüdüğü zaman
babası onu bir râhibe götürdü. Ona hıristiyanlığı
ve Incil’i öğretmesini istedi. Râhip
Memlûkler devrinde, Mısır’da, 1360 senesinde
yapılmış bir câmi kandili. Camdan yapılmış vt
üzeri boyanmıştır.
onu önüne oturttu. Kendisine bir yazı tahtası
verdi ve benim okuduğumu, söylediğim
şeyleri söyle dedi. Bu çocuk “Hayır
söylemem, dilim teslisi söylemeye (Allah
üçtür demeye) kapalıdır. Kalbim ise Allahü
teâlânın sevgisiyle meşgûldür” dedi. Râhip
“Ey oğlum ben sana bunu sormadım” dedi.
Çocuk “Peki neyi sordun?” dedi. Râhip
“Ben sana, benden sorup öğrenmek ve
anlamak istediğin şeyi sordum” dedi.
Bunun üzerine çocuk “Aklımın kabûl edeceği,
zihnimin ve kalbimin idrak edeceği
şeyi bana öğret” dedi. Râhip “Ey oğlum
(elif) de” diyerek alfabenin ilk harfini söyledi.
Çocuk şiirle şöyle dedi: “(Lafza-i celâ­
lin başındaki) vasıl elifi her kalbi, ezelî ve
ebedî sıfatlar sâhibi olan sevgiliye (Allahü
teâlâya) vasletti, kavuşturdu. Hoca
“Oğlum BE de” diye söyledi. Çocuk yine
şiirle! “BE, Allahü teâlânın BEKÂ (sonu
olmamak) sıfatının harfidir” dedi. Hoca
SE, CİM, HA ve bütün harfleri söyledi.
Çocuk da hepsine manzum ve o harflerle
ilgili Allahü teâlânın sıfatlarını anlatan
şiirlerle cevap verdi. Bu cevaplan duyunca
râhip şaşınp kaldı. Kalbinde bir ürperti
duydu ve kendisini bir titreme aldı. İslâm
dîninin dışındaki bütün dinlerin bâtıl olduğunu
anladı. Râhipteki bu değişikliği
görünce genç:
Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten bir
Allaha yemîn ederim ki,
O’nun kapısından başka bir kapıya
giden, mutlak zarar etmiştir.
Allahın nzâsından başka bir şeyi maksûd
edinenler yolunu şaşırmıştır.
Hakîki maksad Allahü teâlânın m âsı­
dır. Ondan başkasına gidenlere yazıklar
olsun.
Affeden, ihsân eden Allahü teâlâ, O’
ndan başkasından ne zarar gelir ne fayda.
Hâlık-ı âlem Allahım ne a’lâdır, ne âlâ
kul isyân eder de, yine örter o aliyy-ül a’lâ.
Âlemde kendisinden başka rab olmayan
Allah, noksanlıktan münezzeh.
Sever kendisinin emirlerine nehiylerine
uyanlan ol münezzeh.
Beyitlerini söyledi. Râhip işittiği sözler karşısında
aklı başından gitti. Bu çocuğun kendinden
konuşmadığını ve buna bu hikmetli
sözleri söyletenin Allahü teâlâ olduğunu
anladı. İşte tam bu sırada içinden gelerek
“Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden abdühü ve resûlüh” diyerek
îmân etti. Sonra çocuğun elinden tutarak
babasına getirdi. Babası oğlunun râhiple
beraber geldiğini görünce, ona doğru yöneldiler.
Râhibe bakınca yüzünde bir nur parladığını
gördü. Râhibe “Oğlumun zekâsım
nasıl buldun?” diye sordu. Râhip, “Onun
sözlerine kulak ver” dedi. Sonra söylediklerini
babasına anlattı. Babası, “Muhtaçlara
• yardım eden Allahü teâlâya yemîn ederim
ki, bunlar ondan değildir. Bunlar Ma’rûf-iKerhî’nin duâsı bereketiyledir. O’nun
kerâmetidir” dedi. Sonra “Ey oğlum, senin
vasıtanla bizi Cehennemden kurtaran
Allahü teâlâya hamdederim. Muhakkak ki
biz çok kötü bir halde idik, îmânsız idik”
dedi ve Kelime-i şehâdet getirip, îmân etti.
Daha sonra bütün âilesi de müslüman
oldu. Evlerindeki haç işâretlerini kırdılar.
Allahü teâlâ, Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri vası­
tasıyla bunlara hidâyet nasîb etti ve
Cehennem ateşinden kurtardı.
Sırrî-yi Sekâtî (r.a.) anlatır: “Ma’rûf-ı
Kerhî’yi rü’yâmda gördüm. Arşın altında
durmuş, gözü açık halde kalmış, hayran,
hareketsiz, kendinden geçmiş bir halde idi.
Allahü teâlâ, meleklere, bu kimdir?
buyurdu. Yâ Rabbî, sen daha iyi bilirsin
dediler. Allahü teâlâ: “Bu Ma’rûfdur.
Benim muhabbetimden mest ve hayran
olmuştur. Beni görmeyince, kendine
gelmez” buyurdu.”
Ma’rûf-ı Kerhî, Ramazan ayından
başka bir ayda, nâfile oruç tutarken Bağ­
dat çarşısından geçiyordu. İkindi vakti bir
sebil su dağıtıcısı, (Benim suyumdan içene
Allahü teâlâ rahmet etsin) diye bağırı­
yordu. Hz. Ma’rûf, sucunun elindeki bardağı
alıp içti. Talebeleri dedi ki: “Efendim
siz oruçlu değil miydiniz?” “Evet oruçlu
idim. Fakat bu su dağıtıcısının duâsı üzerine
nâfile orucu bozdum.”
Ma’rûf-ı Kerhî vefât edince, kendisini
rü’yâda gördüler, dediler ki: “Allahü teâlâ,
sana ne muâmele eyledi?”. “O su dağıtıcısı­
nın duâsı ile daha fazla ihsâna kavuştum”
dedi.
Sırrî-yi Sekâtî (r.a.) anlatıyor: Bir bayram
günü hazreti Ma’rûf u hurma toplarken
gördüm ve sordum, “Bunları ne
yapacaksın”. “Şu çocuğu ağlarken gördüm
ve niçin ağladığını sordum. Bana yetim
olup anne ve babasının olmadığını, arkadaşlarının
yeni elbiseleri ve oyuncakları
olup kendisinin olmadığını söyledi. Şimdi
bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp
oynaması için O’na oyuncak satın
alacağım” dedi. Bunun üzerine “Bu işi
bana bırak” deyip çocuğu alıp götürdüm.
Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir
oyuncak aldım. Çocuk o zaman memnun
oldu. Bundan sonra kalbime bir nur geldi,
kalbim parladı ve hâlim bambaşka oldu.”
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.) hastalanıp yatağa
düştüğü zaman Sırrî-yi Sekâtî hazretleri
vasiyetini sordu. “Vefât ettiğimde şu gömleğimi
sadaka olarak ver. Çünkü dünyâya
geldiğim gibi gitmek isterim” buyurdular.
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.) herkese hüsn-i muâ-
melede bulunduğundan vefât ettikten
sonra hıristiyanlar ve yahûdîler O’nun
kendilerinden olduğunu iddia ettiler. Müslümanlar
ise “O bizdendir” dediler. Bu iddialar
olurken hizmetçilerinden biri gelip:’
“Efendimizin bize şöyle bir vasiyveti var.”
“Benim cenâzemi yerden kim kaldırırsa
ben o zümredenim” buyurdu diye haber
verdiler. Hıristiyan ve yahûdîler geldiler.
Mübârek cenâzesini yerden kaldıramadı-
lar. Müslümanlar cenâzesini kaldırdılar ve
oraya defn ettiler.
Ma’rûf-ı Kerhî hazretleri, ne Cennet
arzusundan, ne de Cehennem korkusundan
dolayı ibâdet etti. O yalnız Allahü teâ­
lâya olan aşkından ve muhabbetinden
dolayı ibâdet etti. Allahü teâlâ da O’nu en
yüksek makamlara yükseltti ve aradaki
perdeleri kaldırdı. Hem Hak teâlânın hem
de halkın sevgilisi oldu.
Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.), Enes bin Mâlik ve
İbni Ömer’den (r.a.) şu hadîs-i şerifi rivâyet
etti: Peygamber efendimize (s.a.v.) Eshâb-ı
kirâmdan birisi geldi: “Yâ Resûlallah beni
Cennete götürecek ameli göster” diye
sordu. Peygamberimiz (s.a.v.): “Gazablanma,
kızma” buyurdu. O zât “Bunu
yapamazsam yâ Resûlallah” diye sorunca;
Peygamberimiz “H er gün ikindi namazından
sonra yetmiş k erre istigfâr et.
Allahü teâlâ senin yetmiş senelik
günahını affeder.” buyurdu. O zât “Yâ
R esû lallah yetm iş senelik günah
işlememişsem” diye sorunca; Peygamberimiz
(s.a.v.) “O zaman annenin yetmiş
yıllık günahı affolur” buyurdu. O zât
“Peki annem ölmüş ve de yetmiş yıllık
günah işlem em işse n e o lu r” diye
sorunca Peygamberimiz (s.a.v.) “Akrabâ-
larının yetmiş yıllık günahı affolur”
buyurdu.
Yine Ma’rûf-ı Kerhî (r.a.), Enes bin
Mâlik’den (r.a.) rivâyetle Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim müslüman
kardeşinin bir ihtiyâcını giderirse;
(nâfile bir) hac ve um re yapmış gibi
sevâb kazanır.”
Amr bin Dinâr ve ibni Abbâs’dan (r.a)
rivâyetle Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurdu: “Kim uyurken “Allahım bizi
m ekrinden (aldatmandan, azablanm ni’
met şeklinde göstermekten) em in kıl. Bize
zikrini unutturma ve bizi gâfiller zümresinden
eyleme. Allahım bizi en sevdiğin
zamanlarda (seher vakitlerinde)
bizim seni hatırlamamızı nasîb eyle ki
o vakitler de sen, sana ibâdet eden,
seni zikreden kullarından râzı olursun.
O vakitte senden bir şey isteyip
sonra ihsanına kavuşmayı, dua edip
kabulünü nasîb eyle, mağfiret dileyip
affımızı nasîb eyle” diye duâ ettiğin
zaman Allahü teâlâ o sevdiği saatte
(seher vaktinde) bir m elek yaratır. O
m elek o kimseyi seher vaktinde uyandırır.
E ğ er uyanmazsa bu m elek göğe
çıkar. Allahü teâlâ başka bir melek
gönderir. Onu uyandırır. E ğ er uyanmazsa
bu iki m elek o vakti ihyâ ederler.
.E ğ er uyanır ve duâ ed erse duâsıkabûl olunur. E ğ er uyandıktan sonra
kalkıp ibâdet etmezse, Allahü teâlâ o
m eleklerin sevabını ona verir.”
Ma’rûf-ı Kerhî, Abdullah bin Mûsî, Abdiil
a’lâ, Yahyâ bin Ebî Kesir, Urve, Hz.
Âişe’den Resûlullahın şöyle buyurduğunu
rivâyet etti: “Din, Allah için sevm ek ve
Allah için buğzetmekten (Hubb-u Fillâh
ve Buğd-u Fillah) ibârettir.”
1) Câmiü-kerâmâti’l-evliyâ cild-2, sh-266
2) Hadâikul-verdiyye fi hakâiki ecillâi’nnakşibendiyye
sh-42
3) Hilyetü’l-euliyâ cild-8, sh-360
4) el-A’lâm cild-7, sh-269
5) Keşful-mahcûb sh-246 (urdu tercümesi)
6) Tezkiretul-evliyâ sh-172
7) Tabakatü’s-sûfiyye sh-83
8) Vefâyatü’l-a’yân cild-5, sh-231
9) N efâhatü’l-üns sh-92
10) Risâle-i Kuşeyri sh-60, 61.
11) Tabakâtü Hanâbile cild-1 sh-381
12) Min a ’lâmil-ârifin sh-13
13) Târih i Bağdâd cild-13, sh-199
14) Ravd-ül-fâik sh-144
15) Tam İlm ihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1034
16) Kıyâmet ve Âhıret sh.334
17) Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh-264-265.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir