wiki

İSTANBUL

Türkiye cumhuriyetinin en büyük şehri, başta gelen ticaret, sanayi, kültür ve sanat merkezi. Osmanlı imparatorluğunun başkenti; il merkezi; 7 309 190 nüf. (1990J. [Bk. EK CİLT]. C O Ö R A F Y A 0 Giriş. İstanbul adı, geçen yüzyıl sonlarına kadar Haliç ile Marmara denizi arasında yer alan ve kara yönünden de surlarla sımrlanmıy bulunan küçük bir yarımada üzerindeki şehre verilirdi. Bugün aynı yer yine İstanbul olarak tanınmakla birlikte İstanbul adı onun etrafına yayılan büyük bir yerleşme alanını da kapsayarak çok daha geniş bir anlam kazanmıştır: özellikle son yüzyıl içinde, yakın yıllara doğru gittikçe hızlanarak şehir çok büyüdü, Boğaziçi’nin Anadolu ve Rumeli yakalarında, Marmara denizi kıyılarında ve iç kesimlerde eskiden boş bulunan alanlara yayıldı, önceleri şehirden tamamıyle ayrı sayılan köy ve kasabaları da içine aldı. Bu genişleme yüzünden, İstanbul’un bugün kapladığı yerleşme alanının kesin sınırlarını çizme imkânı yoktur. Bugünkü İstanbul’un geniş yerleşme alanı, sınırları geçen yüzyılın ikinci yarısında çizilmiş olan İstanbul belediyesi sınırlarına da uymaz. Boğaziçi’nin orta ve yukarı kesimlerinde belediye sınırları Büyük İstanbul’un sürekli yerleşme alanını aşar; Boğaz’ın aşağı (güney) kesiminde ve Marmara kıyılarında da bu alan belediye sınırları dışına taşar. İstanbul şehrinin yerleştiği saha birtakım parçalara ayrılabilir: güneyde Haliç, Marmara surları arasında yer alan asıl İstanbul (mefsî İstanbul); H&liç kuzeyinde kıyıda Karaköy (Galata) ile başlayan ve yayla üzerinde uzanan Beyoğlu (kuzeye doğru ŞişliLevent-Etiler’e doğru devam eder); Yukarı Haliç kenarında, surlar dışında Eyüp, daha ötede Alibeyköyü-Kâğıthane ile bunların gerisinde yayla üstünde Gaziosmanpaşa, yine surlar dışında, şehirden çıkan yollar boyunda gelişmiş Bahçelievler, Zeytinburnu, Ataköy yerleşmeleriyle, Marmara kıyısında daha ötede Bakırköy-Yeşilköy; İstanbul boğazının karşılıklı iki kıyısında yer alan Boğaziçi semtleri; Rumeli tarafında Beşiktaş’tan Sarıyer-Yenimahalle, Anadolu tarafından da Üsküdar’dan Beykoz’a kadar uzanır. Boğaz’ın güney ağzında, Anadolu yakasında tarihî önemi ve bugünkü yoğun yerleşme alanıyle Boğaziçi’nden ayrı olarak ele alman Üsküdar ve oradan başlayarak yol boyu yerleşme alanı üzerinde Kısıklı (Çamlıca) – Ümraniye’ye kadar uzanır. Marmara denizinin Anadolu kenarında yer alan geniş yerleşme şeridi KadıköyBostancı*dır: bu şerit güneydoğuya doğru uzanarak Bostancı’dan sonra İstanbul belediyesi sınırlarını aşar Küçükyalı-MaltepeKartal üzerinden Pendik ötelerine kadar gider. İstanbul’un geniş yerleşme alanını tamamlamak için Marmara denizinin Anadolu kıyısı açıklarında dizilen Adalar’ı da saymak gerekir. Böylelikle İstanbul’un ilk çekirdeğinden başladığı, özellikle son devrelerde hemen her doğrultuya doğru yayılmış olduğu görülür. İstanbul’un sürekli yerleşme alanı, tepesi kuzeyde (Yenimahalle) ve tabanı güneyde (Küçükçekmece-Tuzla) bulunan bir üçkene sığdırılabilir (yalnız Adalar bu üçken dışında kalır). Büyük İstanbul, bugünkü doğu ve batı uçlan arasında, Marmara denizi kıyısında 50 km’- lik bir cephe üzerinde yayılmakta, Boğaziçi’nin güneybatı-kuzeydoğu doğrultulu ekseni boyunda da 20 km uzamaktadır. İstanbul’un alanı, dar anlamında, HaliçMarmara arasında surlarla sınırlanan yarımada kesiminde 1 743 hektar (17,4 ;.m*). Belediye sınırları içinde kalan kesim ise 27 000 hektar (270 km*) kadardır. Büyük İstanbul üçkeninin kapladığı alan ise 320 km* kadardır; bunun yaklaşık olarak 150 km*’si Avrupa tarafında, 170 km**si Asya tarafındadır (11 km* kadar tutan Adalar ile birlikte). • Coğrafî şartlar. İstanbul’un kurulmasına, tarih devirleri boyunca tutunmasına ve gelişmesine yardım etmiştir. Şehrin Avrupa ve Asya kıtalarını birleştiren karayolu ve iki denizi birleştiren Boğazlar deniz yoluyle kesişerek dikkati çeker. Boğazlar ne karşıdan’ karşıya geçmeyi güçleştirecek kadar geniş, ne de gemilerin hareketini zorlaştıracak kadar dar, kayalık ve anaforludur. Bu türlü kolaylıklar kara yönünde de görülür: engebeli Balkan yarımadasını boydan boya kesen Meriç – Morava vâdileri, Orta Avrupa’dan kolay geliş sağlar ve Anadolu tarafında memleketi boylayan işlek yollara geçilir. Bu geçiş kolaylıkları yanında Boğazlar yöresinin, kat kat savunma sistemleriyle donatılarak hem karadan, hem denizden korunması da geçmiş yüzyıllar boyunca burada büyük bir şehir kurulmasına destek olmuştur. Bu şartlar İstanbul’­ un kurulmuş bulunduğu yerin tekelinde değildir ve İstanbul ile Çanakkale boğazı, hattâ Marmara denizi kıyıları için de geçeri idir. İstanbul’un kurulmuş olduğu yerin özel konum şartları, bu yerin seçilme sebeplerini de açıklar; bu şartların başında Haliç’in varlığı gelir: karaların içine doğru iyice sokulan bu koy, İstanbul şehrine fırtınalardan korunmuş bir liman sağlamış, ayrıca kendisiyle Marmara denizi arasında tepelik bir yarımadayı karadan ayırarak korunma ve limanı korumağa çok elverişli savunma unsuru yaratmıştır: gerçekten de, üç tarafı denizle çevrili olan bu tepelik yarımada, kıyılarında olduğu gibi, iç taraftan da surlarla sınırlanınca, kolay korunabilecek duruma gelmiş, tarih devirleri boyunca birçok kuşatmaya karşı koymuştur. • İstanbul’un topografyası. Asıl İstanbul’­ un yeri, kendi yarımadası üzerinde kuzeybatı-güneydoğu doğrultulu, birbirine paralel, üzeri hafif dalgalı, kenarları yer yer dik iki sırttan oluşmuştur. Sözü geçen sırtlar Yenibahçe veya Bayrampaşa deresi vâdisi (şimdiki Vatan caddesi) ile birbirinden ayrılır, kuzeydeki sırt Saraybumu ile Edirnekapı arasında Haliç’in doğrultusuna paralel olarak uzanmaktadır. Bu «kuzey sırtın ın doğu ucunda Sultanahmet ve Ayasofya camilerinin bulunduğu düzlükten başlayarak Topkapı sarayının yerleştiği zeminde 45 m’yi geçen, Marmara ile Haliç’i birbirinden ayırarak Sarayburnunda sona eren İstanbul’un birinci tepesi yer alır. Sözü geçen sırt bundan sonra Çemberlitaş ve Nuruosmaniye camiinin yerleştiği sahanlıktan Beyazıt’ta İstanbul üniversitesi merkez binası ve Süleymaniye camiinin yer aldığı bir tepeye geçilmiş olur. Bu tepe ile Fatih camiinin bulunduğu tepe arasında Valens su kemerlerinin (Bozdoğan su kemeri) ve şimdi Atatürk bulvarının geçtiği bir alçalma alanı (bel) bulunur (42 m). Fatih camiinin bulunduğu tepe kuzeybatıya doğru yükselmeğe devam ederek Çarşamba semtinde 72 m’- ye ulaşır ve bunun Haliç’e bakan bir sırtı üzerinde Sultanselim camii yükselir. Kuzey sırtı hafif bir alçalmadan sonra tekrar hafifçe yükselerek Edirnekapı yakınında surlara ulaşır (74 m) ve Mihrimah camiinde yücelir. İstanbul’un ana caddelerinden biri Sultanahmet’ten Edirnekapı’ya kadar kuzey sırtını boylar. Kuzey sırtı’nı güneybatı 5irtı’ndan ayıran Yenibahçe (Lykos) vâdisi surlar dışından başlayarak şimdiki Vatan caddesi başında (35 m) İstanbul’a girer: şimdi yeraltı çığırma alınmış olan bu vâdi, şehri güneydoğuya doğru verev olarak keser, Langa bostanlarında Marmara kıyısında sona erer. Eskiden burada Theodosius limanı denilen bir koy bulunuyordu, bu koy sonradan dolmuştur. Yenibahçe vâdisinin batısında güneybatı sırtı Marmara denizi kıyısında Samatya-Yedikule arasında basık yamaçlarla başlar, kuzeybatıya doğru yavaş yavaş yükselerek Topkapı yakınında 69 m’ye ulaşır. Bu sırt üzerinde birkaç anacadde (Millet, Haseki ve Kocamustafapaşa caddeleri) vardır ve güneyini de Marmara kıyı yolu boylamaktadır. Şehrin öteki parçalarının topografyası için bk. BEYOĞLU, BOĞAZİÇİ, ÜSKÜDAR. • İstanbul’un nüfusu, ilk olarak kesinlikle Cumhuriyet hükümeti tarafından yapılan 1927 sayımı sonucunda 690 857 olarak tespit edildi (350 425 erkek, 340 432 kadın). Bu sayı önce yavaş bir artış göstererek 1935’te 741 148, 1940’ta 739 949, 1945’te 860 558, 1950’de 983 041 oldu. Sonra daha hızlı bir tempo ile 1955’te 1 268 771, 1960’- ta 1 466 535, 1965’te 1 742 978’e yükseldi ve 1970 sayımının ilk alman sonuçlarına göre de 2 247 630’a vardı. Aslında bu sayı şehrin gerçek nüfusunu vermez, İstanbul’­ un belediye sınırları dışında kaldığı halde şehrin ayrılmaz bir parçası sayılan birçok semtini hesaba katmaz. 1965’te şehrin Anadolu ve Rumeli yakaları dışında yer alan, Foto. Robtrt, Anderson-Oiraudon (LAROUSSE) İSTANBUL bazılarının ayçı belediyeleri bulunan bu semtlerde 325 000’e yakın nüfus yaşıyor ve bunların katılmasıyle şehrin nüfusu 2 065 000’i buluyordu. 1970 Sayımının ayrıntılı sonuçları henüz yayımlanmadığı için kesin bir şey söylenememekle birlikte, bu sayımda İstanbul nüfusunun belediye sınırları dışındaki semtlerle beraber 2 700 000’e yaklaşmış olduğu tahmin edilebilir. Belediye sınırları içinde km2’ye düşen ortalama nüfus sayısı sürekli bir artış göstererek, 1927’de 2 592 iken 1950’de 3 725, 1965’te 6 451, 1970’te 8 328’e çıktı. Bu nüfus yoğunluğu İstanbul surları içinde (Emincnü ve Fatih belediye şubeleri) km2’ye 31 742’ye (hektar başına 317 kişi) çıkmakta, Adalar’da 1 568’e, Boğaziçi’nin orta ve yukarı kesimlerinde 1 000’in altına inmektedir. Şehrin geniş sınırları içinde 1965’te 2 milyonu, 1970’te 2,6 milyonu aşmış bulunan şehir nüfusunun şehir birimlerine dağılışı şöyledir (verilen sayılar 1965 sayımına aittir; 1970 sayımının yayımlanmış bulunan bazı geçici sonuçları parantez içinde gösterilmiştir): asıl istanbul-Eminönü ve Fatih: 482 451 (553 284); Marmara boyu, Bakırköy ve Zeytinbumu ilçeleri: 249 239 (410 000); Yukarı Haliç-Eyüp ve Gaziosmanpaşa: 246 513 (330 000); Beyoğlu-Şişli: 487 128 (588 000); Boğaziçi, Rumeli yakası, Beşiktaş-Sarıyer: 154 161 (193 000); Boğaziçi Anadolu yakası, Üsküdar-Beykoz: 181 589 (225 000); Anadolu Marmara boyu-Kadıköy-Bostancı arası: 164 289 (239 000); Kartal ilçesinde Küçükyalı-Tuzla arası: 86 136 (140 000); Adalar: 15 219 (15 244). Buna göre geniş anlamlı İstanbul şehri nüfusunun yüzde 78 kadarı Rumeli yakasında, yüzde 22 kadarı da Anadolu yakasında yaşar. 1965 (ve 1970) sayımlarına göre bu nüfus şöyle dağılıyordu: Rumeli yakası 1 620 000 (2 070 000), Anadolu yakası 450 000 (610 000). 1965’e doğru İstanbul belediyesi sınırları içinde 283 mahalle bulunuyor, bunun 102’si asıl İstanbul (Eminönü-Fatih belediye şubeleri) içinde yer alıyordu. Geri kalanların 15’i yukarı Haliç’te (Eyüp-Gaziosmanpaşa), 41’i Beyoğlu ve 26’sı Şişli’de, 29’u Boğaz’m Rumeli yakasında (Beşiktaş-Sarıyer), 52’si Anadolu yakasında (Üsküdar-Beykoz), 24’ü Rumeli Marmara boyunda (Zeytinburnu-Bakırköy), 15’i Anadolu Marmara boyunda (KadıköyBostancı)* 5’i Adalarda bulunuyor. Ayrıca İstanbul belediyesi sınırları dışında Kartal ilçesinin yerleşme merkezlerinde 20 mahalle vardır. Pendik, Ümraniye, Küçükköy, KüFoto. Agaai Şen (MEYDAN) çükçekmece, Avcılar, Güngören, AlibeykÖyü, Kâğıthane ve Sağmalcılar gibi ayrı belediyelere sahip şehir ve kasabalar da birtakım mahallelere ayrılır. İstanbul belediyesi sınırları içinde 1927’ye doğru 95 500 konut (ev) ve 38 000 kadar iş yeri bulunuyordu. Bu sayı 1960’a doğru iki katını aştı; meskenlerin büyük bölümü kârgir (taş, tuğla ve beton) idi. Geçmiş yıllarda İstanbul’u sayısız yangın felâketiyle karşılaştıran ahşap binaların yapılmasına artık izin verilmemektedir. (Bk. EK CİLT). • İstanbul’un kültürel ve İktisadî durumu. Kültür merkezi olarak İstanbul, yalnız Türkiye’de değil, Ak’deniz ve Yakındoğu ülkelerinde de seçkin bir yere sahiptir. Nadir elyazmaları bulunan İstanbul kitaplıkları ve dünyada benzerleri arasında ön planda gelen İstanbul müzeleri dışında, İstanbul’un her çeşit ve seviyede öğretim kurumlan vardır. 1967’de İstanbul üniversitesinin öğrenci sayısı 32 000’e yaklaşmış, İstanbul Teknik üniversitesininki 4 600’ü geçmişti, ilkokul öğrencilerinin sayısı 300 000’i geçmektedir. Ekonomi alanında da İstanbul baş yeri alır. .Türkiye ithalâtının yüzde 50’- den fazlası ve ihracatın yüzde 15’e yakını İstanbul’dan yapılır. Sanayi kuruluşlarının sermaye, istihdam ve üretim bakımından yüzde 40-50’si İstanbul’da toplanmıştır. Toptan ticaret İstanbul’da teşkilâtlandığı gibi, bankacılık faaliyetleri de gelişmiştir. Şehrin devlet gelirlerine katkısı da ona eşsiz bir yer sağlar: 1966 bütçesinde gelir vergisinin yüzde 40’ı, kurumlar vergisinin buna yakını ve genel gelirlerin yüzde 20’si İstanbul’d an elde edilmişti. TARİH • Şehrin adı. En eski tarihî kaynaklarda, İstanbul’un adı Byzantion olarak gösterilmektedir. Eski Anadolu’da kişi adlarının -ton eki ile yer adı şekline sokulduğu düşünülerek İstanbul’un tarihteki adı olan Byzantionrun Byzant’tan meydana geldiği iddia edildi. Kök olan Byzant’ın eponymos’u (ad vericisi) Byzas’ın trak menşeli olduğu söylendiği gibi, Byzant kökünün M. ö . III. binyıldaki Anadolu yer adlarına çok benzediği de ortaya atılmıştır. Byzantion’un sonundaki -ion ekinin Ege göçleri ile gelen Frigler ile ilgisi kabul edilmekle beraber, Byzant kökünün sonundaki nt, yerli eski anadolu dillerinde bulunduğundan, bu adı da M .ö. III. binyıla kadar çıkarmak isteyenler vardır. Şehrin kuruluşu ile ilgili efsanelere göre Haliç’in eski adı olan Keras, io’nun kızı Keroessa’nın adından gelmiştir. Keroessa Byzantion’un efsanevî kurucusu Byzas’ın annesidir ve Keroessa’- daki -ssa eki de M .ö. III. binyılda eski Anadolu yer adlarında çok rastlanan bir özelliktir. Bütün Eskiçağ boyunca Byzantion adı İstanbul’un esasını teşkil eden şehrin adı olarak kullanıldı. Şehir Constantinus I tarafından yeniden kurulduktan sonra, buraya Deutera Rome (= ikinci Roma) ve Nova Roma-Nea Rome (= Yeni Roma) dendi ama, şehrin adı Konstantinopolis (lat. Constantinopolis) olarak yerleşti, fakat Byzantion adı da halk ve yazarlar tarafından günümüze kadar yaşadı, ayrıca modern bilim tarafından da hem Doğu Roma imparatorluğuna hem de onun temsil ettiği kültüre yakıştırıldı. Byzantion için, Konstantinopolis’in yanında XI. yy.dan itibaren İstanbul adının da kullanıldığı bilinmektedir. Bunun sadece şehir (= polis) olarak adlandırılan İstanbul’un «şehire» kelimesinden Eis ten polis’den geldiği genellikle kabul edilir. İstanbul adı. Bu ad bazılarınca ileri sürüldüğü gibi, türk askerlerinin fetih sırasında köylülere nereye gittikleri sorusuna Eis ten polis (şehire) cevabından meydana gelmemiştir. X.yy. yazarlarından Mesudî ile sonraki yüzyıllardaki diğer yazarlar da Kostantiniye adı yanında «Bulin», «Astanbulin» adına da rastlanır. Bu, yunancada akusativ’in datif yerine geçtiğini ve bu şeklin benzer birtakım lokatif şekillerinden biri olacağını gösterir. İznik (Nikaia) gibi örnekler, (İS) önekinin ilâvesiyle eski orijinal şekillerin değiştirildiğini göstermektedir. XIV. yy. sonu ile XV. yy. başlarında bütün Yakındoğu’yu dolaşan alman esir ve seyyahlarından Johan Schildtberger, Yunanların Konstantinopolis’i İstimboli, buna karşılık Türklerin İstanbul (Stambul) olarak adlandırdıklarını yazar. Türklerin, fetihten önce Yunanlılardan oldukça farklı bir şekilde ve bugünkü şeklinin hemen hemen aynı olan bir tarzda şehri adlandırılan İstanbul’un, «şehire» kelimeceki devre ait bazı osmanlı ve memlûklu yazarların eserlerinde ise doğrudan doğrupa «İstanbul» şekli görülmektedir. XIX. yy.a kadar da, arada yasak edilmesine rağmen (msl. 1762’de) Konstantinopolis’ten bozulan Konstantaniye Türkçede de kullanıldı. XVII. yy.dan sonra burası Dersaadet, Derâliye veya Asitane gi1. Vilayet binası; 2. Defterdarlık; 3. Gar (Sirkeci) 4. Yerebatan sarayı; 5. Aya sofya; 6. Topkapı sarayı 7. Galata köprüsü; 8. Yeni cami (Eminönü); 9. Haliç 10. Unkapanı köprüsü; 11 Askerî Deniz hastahanesi 12. Tersane; 13. Galata ku leşi; 14. Galata Yolcu sa lonu; 15. Devlet Güzel Sa natlar akademisi; 16. Hilton İSTANBUL 76 şehrin İstanbul yakasının uçaktan görünüşü (A. Şen koleksiyonu) İSTANBUL il haritası bi sıfatlar ile de anıldı. Cumhuriyet devrinden itibaren İstanbul tek ad olarak resmen kabul edildi. • Tarihöncesi. İstanbul belli bir zamanda ve bilinen bir kimse tarafından kurulmamış, fakat insanlık tarihinin başlangıcından beri iskân edilmiştir, özellikle son zamanlardaki arkeolojik araştırmalar, küçük yerleşme yerlerinin yavaş yavaş büyümesiyle ilkçağ tarihinde İstanbul’un imparatorluk başşehri haline gelmiş olduğunu göstermektedir. Gelibolu yarımadasından Khalkidike yarımadasına kadar uzanan bütün Kuzey Ege sahillerinde bulunan kültürle, Truva I’in M. ö. III. binyıl başına tarihlenen kültürü birbirinin aynıdır. Diğer taraftan Anadolu’da Frigya-Bitinya bölgesinde Demircihöyük’te ele geçen ve aynı devre ait olan buluntular, bazen balkan kültürlerinin de Kuzeybatı Anadolu bölgesine tesir ettiğini gösterecek durumdadır. Bu durum, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının Asya ile Avrupa’yı en fazla birbirine yaklaştıran coğrafî etken olmakla kalmadığını ve bu kıtalardaki kültürleri birbirinden ayıran bir sınır meydana getirmediğini tersine kültürlerinin birinden diğerine geçişinde bağlayıcı bir rol oynadığını gösterir. Tarihöncesi devirlerin erken safhalarında bile, halk kitleleri Çanakkale ve İstanbul boğazlarını basit nakliye araçları ile bir yandan öbür yana geçebilmiş ve İstanbul bölgesi de insanlık tarihinin bu erken devrinde iskân edilmiştir. Birinci Dünya savaşı sırasında J. Miliopobs Kadıköy ve Pendik’te tarihöncesi yerleşme kalıntıları buldu. Bu buluştan sonra özellikle, 1952-1954 yıllarında Kurt Bittel’in Kadıköy’de, Muratefendi köşkü yakınında Fikirtepede yapmış olduğu kazılar, İstanbul’un tarihöncesi çağları hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. Fikirtepe kazıları ve elde edilen buluntular bu yerleşme yerinin Truva I’den daha eski olduğunu, yani M .ö. IV. binyıla kadar gittiğini gösterdi. Araştırmalar Anadolu’nun kuzeybatısında M .ö. IV. binyıla ait yerel ve yerli kültürün var olduğunu kanıtlar. Fikirtepe kazılarında elde edilen seramik buluntuların iç anadolu ve güneydoğu avrupa kültürleriyle herhangi bir ilintisi yoktur. Böylelikle bu kültürün İstanbul boğazı bölgesinde muhtemelen yerli bir halka ait olduğu anlaşılır. Bk. f İkİrtepe. 1942 Yılında Alfons Maria Scheneider tarafından Sultanahmet’te St. Sohemia ile hipodrom arasında yapılan kazıda çok sert yeşil gri taştan bir topuz parçası bulundu. Tarihöncesi devre ait olan bu taş âlet, alt üst olmuş tabakalar arasında ele geçmiştir. Belli bir kültür tabakası içinde bulunmuş değildir. Bundan başka 1954 yılında, Çarşıkapı’da Merzifonlu Karamustafa Paşa türbesinin ön kısmında, bir binanın inşası sırasında rastlanan bir bizans sarnıcında, elle yapılmış ve M .ö. II. binyılın başlarına ait bir kabın üst kısmı bulundu. Bu iki buluntu, Byzantion yarımadasının tarihöncesi devirlerlerdeki yerleşmesini ispatlayacak maddî delillerdir. M .ö. X III. yy.ın sonlarında Balkanlardan Anadolu’ya yapılan frig ve diğer trak kavimlerinin göçleri çeşitli duraklamalar gösterir. Bu durumda bazı frig kabilelerinin çok önemli bir köprübaşı olan İstanbul yarımadasını kısa bir zaman için de olsa işgal ettikleri tabiîdir. Nitekim filolojik araştırmaların meydana çıkardığı bazı deliller de buna işaret eder. • İstanbul’un kuruluş efsaneleri. Eski ve yerli bir efsaneye göre su perisi Semestra’- nın oğlu, trak kralı Byzas, İstanbul’un yakınındaki bölgenin kralı Barbyzos’un kızı Phidaleia ile evlendi ve bu kadın Byzantion’u kurdu. Başka bir efsaneye göre, Zeus’un sevgilisi İo, inek haline getirildikten sonra Hera’nın musallat ettiği tanrıdan kaçarken Keras’ta (Haliç) Keroessa adındaki kızını doğurdu, su perisi Semestra’- nın büyüttüğü Keroessa’nın, deniz tanrısı Poseidon’dan doğurduğu ve kaynak perisi Byzia’nın beslediği Byzas, şehrin kurucusu oldu. Daha yeni başka bir söylenti ise, şehrin Argo gemisinin meşhur seferi sırasında kurulduğudur. Çok daha yaygın ve M.S. I. yüzyılda ortaya çıkan başka bir söylentiye göre, Byzas, Yunanistan’da Megara’dan yeni bir yurt aramak üzere yola çıkan göçmenlerin başkamdir. Delphoi kâhininin kendilerine yeni yurtlarını «körlerin karşısında» edinmelerini öğütlemesi üzerine, bunlar 17 (bazı kaynaklarda 19 ve 20) yıl önce kurulan Khalkedon’un (Kadıköyü) ahalisini, is1 S T A N B U L < §) 11 merkezi © İlç e merkezi o Bucak merkezi Demiryolu — il hududu ilç e hududu = = Kara yolu iyi evsaflı 0 10 20 30 km Foto. MEYDAN İSTANBUL tanbul’un yerinin üstünlüklerini göremediklerinden dolayı kör farzederek, şehrin ilk çekirdeğinin burada temelini attılar. Herodotos benzer bir hikâyeyi anlatır ve Khalkedon’luları kör farzeden kişiyi pers kralı Dara’nın generali Megabyzos olarak gösterir. Bu değişik efsanelerin içindeki gerçek payını arayanlarca M .ö. 750-550 arasındaki büyük Yunan Koloni Kurma çağında, ortalama M .ö. 660’a doğru şehrin kurulduğu sanılmaktadır. Topkapı sarayının ikinci avlusunda (1937) yapılan araştırmalar ve elde edilen buluntular koloni kuruluş tarihinin M .ö. 660-659 olduğunu ispatladı. Fakat Byzantion’un Megara ile bir inanç ve kültür bağlantısının yok denecek kadar az oluşu (sadece sikkelerde ay resmi ile Artemis Orthosiokültü birdir) böyle bir bağlantı ihtimalini çok zayıflattığı gibi, bu derece yerleşmeğe ve yaşamağa elverişli bir yerin megaralı göçmenlerin gelişine kadar boş durduğuna da inanılamaz. Ancak onlar, ayrıca uygun gördükleri bir yerde yerleşerek bir polis kurmuş olabilirler. • Eskiçağ ve Ortaçağ (Yunan, Roma, Bizans devirleri). İlk şehrin Marmara ile Haliç arasındaki burun üzerinde kurulduğu kabul edilir. Haliç’in ağzında bulunan güzel liman, savunmaya elverişli bir akropol (Topkapı sarayı tepesi) ve palamut balığı avı için haiz olduğu eşsiz yerinden dolayı çok çabuk gelişti, İzmit yakınında Astakos şehrini kuran Khalkhedon’a karşılık Selembria (Silivri) şehrini meydana getirdi. Şehir önce, komşusu olan Traklarla mücadele halindeydi. Pers kralı Dara’nın İskit seferi sırasında (M.ö. 513) Perslere askerî kuvvetle yardım etti. M.Ö. 499 yılında başlayan lonia* ihtilâli bastırıldıktan sonra tahrip edildi ve halkının büyük bir çoğunluğu da Karadeniz kıyılarına kaçarak Mesembria şehrini kurdu. YunanPers savaşlarının sonucundaki Plataia zaferinden sonra (M.Ö. 479) İsparta kralı Pausanias şehri pers boyunduruğundan kurtararak işgal etti. Fakat Pausanias’ın kötü idaresi halkı çok çabuk kendisinden soğuttu, bu sırada, Perslerle bazı gizli antlaşmalara giriştiği de öğrenilmişti. Kimon ve Aristeides kumandasındaki Atina donanması tarafından kuşatılan şehir, Pausanias’ın kaçması üzerine AtinalIların eline geçti. M. ö. 478-477 tarihlerinde Atina tarafından kurulan Attike – Delos deniz birliğine giren şehir, birliğe asker yerine vergi vermeğe başladı. M .ö. 439’da Samos ile birlikte Atina’ya karşı ayaklandıysa da cezalandırıldı. M .ö. 412 veya 411’de İsparta ile anlaşan şehir, Atina’dan yüz çevirdi. M .ö. 409’da Alkibiades kumandasındaki AtinalIlar Khalkedon ile İstanbul’a karşı bir sefer yaptılar ve M .ö. 409-408 kışında şehri ele geçirdiler. Böylece şehir yine Atina’ya vergi ödemeğe devam etti. Fakat M .ö. 405’te ıspartalı Lysandros Aigospotomai zaferiyle Atina’yı yenerek şehri aldı. M .ö. 390’da atinalı Thrasybules İstanbul’u tekrar İsparta’dan alarak Atina’nın müttefiki yaptı. Fakat şehir bir süre sonra bu defa da Epameinondas idaresindeki Thebai’ye geçti (M.ö. 363). İstanbul’un Thebai tarafında ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Sonra tekrar Atina ile dost olduysa da, bu da uzun sürmedi, çünkü M .ö. 357’de Karia kralı Mausolos’un Atina’ya karşı kurduğu ittifaka İstanbul da katıldı ve donanmasıyle Atina’­ yı tehdit etti, Atinalılar İstanbul’u kuşattılar ama bir sonuç alamadılar, şehir M .ö. 339 baharına kadar MakedonyalIlarla AtinalIlar arasında çekişme konusu oldu. Bu arada Makedonya kralı Philippos tarafından birkaç kere kuşatıldı. Büyük İskender devrinde de bağımsızlığını korudu. İskender’in ölümünden sonra Antigonos tarafını tuttu. M .ö. 278’den sonra kelt akınlarından çok zarar gördü. Roma devrinde şehir çok iyi bir durumdaydı ve Roma’nın kudreti arttıkça onun sadık bir müttefiki olarak kaldı. Mithridates savaşları sırasında da Roma’ya sadık kalarak askerî yardımda bulunduğundan, bağımsız müttefik şehir (civitas libera) payesine yükseltildi. Fakat Roma imparatoru Vespasianus tarafından Trakya eyaletine ilâve edUdi (M.S. 73). M.S. II. yüzyılda burası kudretli surlar ile korunan zengin bir şehirdi. Balıkçılık, Boğaz’dan geçen gemilerden alınan geçiş ve gümrük harcı, çevresindeki toprakların veFoto. MEYDAN rimliliği onun başlıca zenginlik kaynakları idi. 194 Yılında Percennius Niger ile Septimius Severus arasındaki mücadelede, Niger’in tarafını tutan şehir, onun öldürülmesine rağmen iki yıl inatla kuşatmaya dayanmıştı. 196’da teslim olunca, surları yıktırıldı, halk cezalandırıldı ve polis (şehir) hakkı alınarak komes (köy) olarak Perinithos’a (Marmara Ereğlisi) bağlandı. Fakat Septimius Severus (193-211) bu derece iyi bir yerdeki bu şehri kalkındırmanın lüzumuna inandığından ve bir rivayete göre oğlu Aurelius Antoninus Caracalla’nın isteğine de uyarak şehri yeniden ve daha geniş bir şekilde kurarak, burasını yeni binalar ile süsledi ve hattâ şehri oğlundan dolayı Antonenia veya Antonina olarak adlandırdıysa da bu ad unutuldu. Bir süre sonra, Roma imparatoru Gallienus tarafından yağma edildi ve Gotların hücumuna uğradı (M.S. 269). Diocletianus 1 mayıs 305’te Niocomedia’da tahttan çekildikten sonra imparatorluk idaresinde karışıklıklar çıktı. Maximinus Daia 312 – 313 kışında İstanbul’u aldı, Perinthos ile Hadrianopalis arasındaki savaşta yenilince şehir Licinius’un eline geçti. Constantinus Licinius’u mağlûp ettikten sonra Roma imparatorluğuna yeni bir başşehir seçmenin lüzumunu duydu (323). önce Julius Sezar gibi Truva’da bir başşehir kurmağa karar verdi. Zira, Roma efsanesine göre, Roma’nın efsanevî kurucusu Aeneas, Truva’dan hareket ederek İtalya’ya Latium’a gelmişti. Tarihçi Sozomenos, Constantinus’un burayı ziyaret ettiğini bildirmektedir. Yine Sozomenos’a göre, Truva’da yeni bir şehrin inşasına başlandığı sırada, Contantinus’a rüyasında Tanrı tarafından başka bir yer seçmesi tavsiye edilmiş, imparator da İstanbul’u seçmiştir. İnşaata M.S. 324 yılı başlarında başlandı ve 330 yılı 11 mayısında 40 gün süren büyük eğlencelerle açılış töreni yapıldı. Eski şehrin dört katı büyüklüğünde olan yeni şehirde Forum Constantini adlı yeni bir forum yapıldı ve buraya Constantinus’un üzerinde tunçtan heykeli olan bir sütun (Çemberlitaş) dikildi, Septimus Severus tarafından başlatılan hipodrom tamamlandı. Senato binası ve imparator için muhteşem bir saray inşa edildi. Şehir, imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirtilen pagan heykelleri ve Delphoi’den Apollon’un heykelleriyle, Burmalı sütun ile (Yılanlı sütun) süslendi. Roma Tyche’si (Fortuna Romana) için bir tapınak ve kiliseler yapıldı. Böylece şehirde pagan dinlerle Hıristiyanlık yan yana gelmiş oluyordu. Şehrin, Constantinus zamanında ne kadar alanı içine aldığı kesinlikle bilinmektedir. IV. yy.daki nüfusu yaklaşık olarak 200 000 kişiydi. Constantinus, şehri düşmanlara karşı korumak için karadan, Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan bir surla çevirtti, şehre ikinci Roma anlamına gelen Deutera Rome adını verdi. Bununla beraber şehir bu tarihten sonra imparatorun adına izafeten Constantinopolis^aâmı aldı. Constantinus buraya Roma’ya tanınan bütün imtiyazları tanıdı. Şehir kendi kendini idare ediyor ve başında bir proconsul (yun. arkhom) bulunuyordu. 11 Eylül 359’da bu yerini şehrin idaresinden sorumlu praefectus’a (yun. eparkhos) bıraktı. Bu unvan X. yy.a kadar yaşadı. Şehir, aynen Roma gibi 14 regio’ya (bölge) ayrılıyordu. Bunlardaki başlıca önemli yapıların listesi son kopyasının 440’a doğru yazıldığı sanılan Notitia Urbis Constantinopolitanae’de verilmekteyse de, VII. yy.­ dan itibaren bu bölge ayırımı unutulmuş olmalıdır. Bu 14 bölgeden 12’si surların içinde, 13.sü (regio Sycena) Haliç’in karşı yakasında şimdi Galata’da, 14.sü ise şehrin kuzey batısında ayrı bir kasaba olan Blakhernai idi. Roma imparatorluğu 395’te Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldıktan sonra, Constantinopolis Doğu Roma imparatorluğunun merkezi olarak kaldı. Bk. bİzans İmparatorluğu veya doğu roma İmparatorluğu. • Ortaçağ’da İstanbul’ûn topografyası. Şehrin merkezi, kalıntıları son yıllarda Ayasofya önünde bulunan Altın Milion denilen anıttı, imparatorluğun yollarının başı olan bu anıt heykellerle süslüydü. Burada Hagios ioannes kilisesi, Oktogonos denilen yapı, Basilika ile büyük sarnıcı (Yerebatan sarnıcı), ıtriyat çarşısı, Theodoros, Prodromos ve Kyros kiliselerini içine alan Sphorakiu mahallesi vardı. Milion’dan Forum Const ant ini’ ye (Çemberlitaş) giden (şimdiki Divanyolu-Yeniçeriler caddesi yerindeki) M ese Leophoros denilen anacaddenin sol tarafında Zeuksippos hamamı, şimdiki Adliye sarayı yerinde de Antiokhu mahallesi uzanıyordu. Bu mahalle ile Hipodrom arasında kalıntıları son yıllarda çıkarılan Hagia Euphemia martyrion’u ile Lausos sarayı bulunuyordu. Mese’nin solunda, daha batıda yüksek bir mahzen üzerinde (Binbirdirek) kurulan Philoxenos sarayı ile Tessarakonta martyres kilisesi geçildikten sonra, oval bir biçimi olan Phoros’a (Forum Constantini) ulaşılırdı. Burada gümüş işleyen esnaftan başka, mumcu dükkânları vardı. Constantinus anıtına (Çemberlitaş) bitişik, Hagios Konstantinos şapellerinden başka Theotokos, Mikhael, Platon ve daha güney – batıda Akilina kiliseleri sıralanıyordu. Bu meydanı az ileride Çarşıkapı’da iki Gorgon başı kabartması (biri şimdi İstanbul Arkeoloji müzesinde) ile süslü Artopolia yani fırıncılar mahallesi takip ediyordu. Bunun güneyinde ekmek satılan Artotyrianos mahallesi vardı. Bu da V. yy.a kadar şair Menandros’un bir gümüş heykeli ile süslenmişti. Buradan bir yol kıyıda mezbahaya inerdi. Barbara kilisesini içine alan bu mahallenin bitişiğinde Kainupolis mahallesi vardı. Mese’nin sağ tarafında ise, Maurikios’un eseri olan Mdkron Embolos adındaki bir direkli cadde Haliç’e kadar iniyordu. Mese, Anemodulion denilen bir rüzgâr kulesini geçtikten sonra Tauros veya Forum Theodosiacum’a açılıyordu. Şimdiki Beyazıt (Hürriyet) meydanı yerindeki bu meydanda Theodosius I’in muazzam zafer anıtından başka, heykeller de vardı. Etrafında İoannes, Diakonissa, Petros ve Paulos, Markos, Prokopios kiliseleri, Biglentias sarayı ile Capitolium bulunuyordu. Şimdi İstanbul üniversitesi merkez binasının yerinde ise su dağıtma merkezi olan Nymphaeum Maximum yardı. Mese üzerinde sağ koldaki Akataleptos manastırı geçildikten sonra, bir dört yol ağzı olan Philadelphion’a gelinirdi. Mesomphalos denilen, şehrin ortası burası idi. Tetrapylon denilen bir anıt bu dörtyol ağ7 7 Boğaziçi – Tarabya uçaktan görünüş (A. Şen koleksiyonu) zını süslüyordu. Bu anıtın kalıntısı olması muhtemel, dört imparatoru tasvir eden porfir heykel 1204’de Venedik’e götürülmüştür. Şimdi orada San Marco kilisesinin köşesindedir. Buradan Mese’nin bir kolu Konsta, Areobindu, Olubriu, Promotu mahallelerinden ve Theotokos, Stephanos, Tessarakonte Martyres kiliseleri ile Saraçhane geçidi kenarında son yıllarda kalıntıları meydana çıkan Polyeuktos ve Kristophoros kiliselerinin arasından geçerek Hagioi Apostoloi (Fatih camii yerinde) kilisesine ulaşıyordu. Şehrin bu ikinci büyük kilisesi yanında ilk imparatorların mezarlarının yer aldığı türbe bulunuyordu. Sağa sapan bir yol (Zeugma) üçüncü ile dördüncü tepe arasından inerek Haliç sahil yoluna kavuşuyordu. Mese, Apostoloi kilisesinden sonra, şimdiki Fevzipaşa caddesini takiben, Modestu mahallesi ve Markianos sütununu (Kıztaşı) sol kolda bırakarak, belki Aetios su haznesi olan bir açık toplama havuzunun (Karagümrük stadı) güneyinden geçerek Kharsa pyle’ye (Edirnekapı) dayanıyordu. Solda kalan ve Lykos (Bayrampaşa) deresiyle sulanan çukur mıntıka (şimdi Vatan caddesi) hiç bir zaman esaslı bir şekilde iskân edilmemişti. Burada yalnız önemli bir manastır olarak Lips manastırı (Fenarîisa camü) kurulmuş ve etrafı da bir süre mezarlık olarak kullanılmıştır. Mese’nin surların önünde ulaştığı son mahalle olan Kharsiu mahallesinin kuzey tarafındaki Haliç’e inen meyilli arazi ve buradaki küçük vâdi, Khora, Petra, Philanthopos, Kekharitemene v.b. gibi manastırlarla kaplanmıştı. Philadelphion’dan ayrılan diğer bir yol, güneybatı istikametinde şehri boydan boya kesiyordu. Esas zafer ve tören caddesi olan da buydu. Bu yolun ilk ayrıldığı kısımda güneyde, Myrelaion manastırı (Bodrum camii) vardı. Adı yine Mese olan bu ana yol, Lâleli ıpıntıkasındaki Amastrianon meydanından geçerek, imparatoriçe Eirene’nin sarayının yakınından ve Eleuterios limanının kuzeyinden geçerek, şimdiki Aksaray yerindeki Bus veya Bovis meydanına geliyordu. Buradan bir kol şimdiki Cerrahpaşa istikametinde uzanarak, Kserolophos mevkiinde Arkadios meydanına çıkıyor, bu meydanı da geçtikten sonra, biraz daha batıda Hagios Onesimos dört yol ağzına geliyordu. Bu noktada kuzey istikametinde uzanan bir kol, Hagios Mokios kilisesi ile aynı addaki su haznesinin (Altımermer çukurbostanı) yakınından geçerek Piges pyle’ye (Silivrikapı) dayanıyordu. Dört yol ağzından güney istikametinde giden yol e^as cadde idi ve yine bir tetrapylon ile süslü Sigma’dan geçerek, Khryse pyle*ye (Yedikule) kadar uzanıyordu. Bus’dan gelen cadde ise A ndreas manastırına (Kocamustafapaşa camii) kadar ulaşıyordu. Bu caddeyle güneybatıdaki Mese arasında, Peribleptos, Gastria manastırları, Karpcs, ve Papylos kilisesi sıralanmıştı. Şehrin içindeki bu anayollardan başka, Sarayburnu’ndan itibaren, Marmara ve Haliç kıyıları boyunca uzanan iki sahil yolu daha vardı. Bunlardan güneydeki, Sarayburnu’ndaki Hagia Barbara kapısından sonra, şimdiki Gülhane mıntıkasında, Mangana kışla ve mühimmat ambarını, Mangana sarayını, Georgios, Philantropos, Panakhratos, Pantanassa ve Hodigitreia manastır ve kiliselerini kat ediyordu. Daha yukarıda eski Akropolis’in yerinde Ayasofya ile Hagia Eirene kiliseleri ve bu ikisinin arasında da patrikhane ile Sampson ksenodokhion’u (düşkünlerevi) bulunuyordu. Aşağıda, şinyliki Devlet basımeviyle Gülhane hastahanesi dolaylarında, Topoi ve Sinotoros mahalleleri vardı. Biraz daha batıda Büyük saray*ın sınırlarının sahile kadar dayanmasıyle bu yol kesilmişti. Sarayın batıdaki sınırı dışından itibaren aynı yol yine batıya doğru uzanıyordu. Sergios ve Bakhos kilisesi (Küçük Ayasofya) geçildikten sonra tulianou limen (Kadırga limanı) i>e karşılaşılır, bunu şimdiki Kumkapı semti yerindeki Kondoskalion limanı, daha batıda da Kaisarios limanı takip ederdi. Daha batıda, Lykos (Bayrampaşa) deresinin denize döküldüğü yerde şimdi geniş bir düzlük halinde olan büyük Eleuterios (Langa) limanı inşa edilmişti. Mese ile sahil arasında ve Yaldızlıkapı yakınında, şehrin en büyük ve eski manastırlarından Studios (imrahorilyasbey camii) ve Yedikule istasyonu civarında Diomedes manastırları vardı. Sarayburnu’nda Hagia Barbara kapısından itibaren Haliç kıyısında uzanan diğer yol üzerinde ise Demetrios manastırı ve Eugeniu mahallesi vardı. Kıyıda şimdiki Sirkeci’de Prosphorion, az ileride Bahçekapı yerinde de Neorion limanları sıralanıyordu. Ancak zamanla bu limanlar dolarak kullanılmaz hale geldiğinden doğrudan doğruya Haliç günümüzde de olduğu gibi bir liman olarak kullanılmağa başlandı. Sahil ile Topkapı sarayı – Ayasofya arasındaki meyilli bölgede, Theotokos Epiphanios, Philemon, Anastasis, Photios kiliseleri inşa edilmiştir. Şimdiki Alemdar yokuşu alt başında ise Khalkoprateia kilisesi (Acemaga mescidi) bulunuyordu. Bugünkü Eminönü istikametinde ayrıca Theotokos, Euphemia kiliseleri de görülüyordu. Musevî mahallesi de burada surların önündeydi. Perama denilen iskelenin başında da Hagia Eirene kilisesi vardı. Bu bölgede X. yy.dan itibaren Piza, Cenova, Amalfi ve Venedik imtiyaz bölgeleri sıralanmıştı (şimdiki Eminönü, Balıkpazarı, Yemiş mıntıkaları). Latin tüccarların burada evleri, kiliseleri, umumî binaları ve bilhassa malları için ambarları ve hanları vardı. Şimdiki Tahtakale’- de, muhtemelen Praitorion da (Hapishane) bulunuyordu. Çoğunlukla müslümanların kapatıldığı bu zindanın yakınında, tarihte zaman zaman bahsi geçen cami inşa edilmişti. Yine Haliç kıyısında Narsu mahallesinden sonra Demetrios, Theotokos ve Mikhael kiliselerini ihtiva eden ve muhtemelen şimdiki Unkapanı dolaylarında olan Plataia mahallesi geliyordu. Daha kuzeybatıda Pulkherianai ve Deksiokratiana mahalleleri şimdiki Cibali – Ayakapı semtlerini kaplıyordu. Bu mahallelerde Laurentios, Eisai, Euphemia (sonraları Theodosia [Gül camii]), Everge te s manastır ve kiliseleri vardı. Haliç kıyısında bugün Patrikhanenin olduğu yerde surlar âdeta bir iç kale meydana getirecek şekilde inşa edilmişti. Petrion denen bu mahallenin daha ilerisinde Diplophanarion (Fener) mahallesi geliyordu. Buradan sonra artık Blakhernai bölgesi başlıyordu. Bu bölgeye ait Kynegıı mahallesi, surların dışında üzerinde bir dil teşkil eden çıkıntı üzerinde (Karabaş mahallesi) kurulmuştu. Bugün Ayvansaray semtinde ise Karianu mahallesi bulunuyordu. Bunun gerisindeki sırtta Blakhernai denilen büyük bir saray topluluğu uzanıyordu. Şehrin Haliç’e hâkim yamaçlarında bazı büyük manastırlar kurulmuştu: bunların başlıcaları doğudan itibaren şimdiki Zeyrek’- de Pantokrator (Zeyrek Kilise camii), Fatih civarında Pantepoptes (Eski imaret camii), Fener üstünde Panagia Moukhliotissa, Çarşamba’da Pammakaristos (Fethiye camü) manastırlarıydı. Şüphesiz bu tarihî topografya, bütün unmanlarıyle V. yy.dan XIV. yy.a kadar aynen kalmadı. Zaman içinde birçok değişme oldu, birçok bina kayboldu, bazı hallerde yerlerine yenileri yapıldı, bazıları da isim ve mahiyetlerini değiştirdi. • İstanbul kuşatmaları. İstanbul fethinin türk ve İslâm tarihi bakımından ayrı bir önemi vardır. Zira, İstanbul’un fethi, önce Arapların, sonra da Türklerin, gerçekleşmesine çalıştıkları kutsal bir ideal idi. Bundan dolayı İstanbul’un fethini destekleyen olaylar, İstanbul’u fethe giden orduların cesaretlerini arttırması bakımından değer kazanmıştır. Halife Osman zamanında Suriye valisi bulunan Muaviye, Bizans’a karşı İstanbul’u hedef tutan ilk deniz seferini hazırladı. 655’- te Abdullah ibni Ebî Serh kumandasındaki İslâm donanması, imparator Konstans emrindeki bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarında yapılan «direkler savaşı»nda (zât -üs-savarî) yok etti. İstanbul deniz yolunun açılması üzerine Muaviye’nin oğlu Yezid, 668-669’da, yanında ashabın üerigelenleri, oğulları ve Ebu Eyyub El-Ensarî olduğu halde ilk defa karadan İstanbul’a yürüme teşebbüsüne girişti. İstanbul önünde hiç bir başarı kazanamayan İslâm ordusu, veba ve hummadan büyük kayıplar verdi; geri dönmek zorunda kaldı. Bu sefer sırasında Ebu Eyyub E lEnsarî öldü; surların yakınında bir yere gömüldü. Mezarı, İstanbul’un fethi (1453) sırasında şeyh Akşemseddin tarafından bulunarak üzerine bir türbe ile bir de cami yaptırıldı. Bu seferden sonra, 674’te, Marmara’ya giren İslâm donanması, Kapudağı’nı zaptetti ve karaya çıkan kuvvetler 680 yılına kadar ellerinde bulundurdukları bu yerden İstanbul’a karşı harekete geçti. Yedi yıl süren bu ikinci İstanbul kuşatması da büyük bir felâketle sonuçlandı: rum ateş*i ile büyük fırtınalara karşıkoymak zorunda kalan İslâm donanması mahvoldu. Üçüncü sefer, halife Velid’in 714’te yaptığı hazırlığı tamamlayan halife Süleyman ibni Abdülmelik tarafından düzenlendi. 715’te, sefere memur edilen Mesleme bin Abdülmelik, önce Trakya’ya geçti, ağustos 716’da İstanbul önüne gelerek, Yaldızlıkapı karşısında ordugâha girdi. Yeni Bizans imparatoru ermeni Leon tarafından savunulan kara surlarına karşı hücum başladığı sırada Marmara’ya giren İslâm donanması, Haliç’in önünde gerili bulunan zincire kadar sokularak İstanbul’u denizden sıkıştırmağa başladı. Bununla birlikte arap kuvvetleri, uzun ve çetin geçen bu kuşatmada da başarılı olamadı, donanmaları da harap oldu. Bu arada Mısır ve Afrika’dan gemiler, karadan kuvvetler sevk edildiyse de, bir sonuç alınamadı. Zira, donanmalar yakıldı, İzmit yakınlarına gelen takviye kuvvetleri de pusuya düşürüldü. Ayrıca, Balkanlardan gelen Bulgarların saldırılarına uğrayan İslâm ordusu, Ömer ibni Abdülaziz tarafından geri çağırıldı. Sonraki devirlerde bu sefer hakkında birçok rivayet ortaya çıktı. Nitekim, bu sefere katıldığı söylenen Seyyid Battal Gazi, türk halk destanlarında bahadırlık hikâyelerinin bir kahramanı olarak belirtildiği gibi, ermeni Leon’un müsaadesi ile İstanbul’a girerek burada üç gün kaldığı rivayet edilen Mesleme de, halk destanlarının kahramanı oldu. Bir rivayete göre, Mesleme, İstanbul’da Meydan’ın (Hipodrom) öbür tarafında islâmlar için Dârül balat adiyle içinde bir cami veya namazgâh bulunan bir konak yaptırmıştır. 781’de abbasî halifesi Harün-ür-Reşid’in emrindeki ordunun Üsküdar’a kadar sokularak, Bizans’tan haraç alması dışında, İstanbul’a bir arap seferi olmadı. Devamlı bozgun yüzünden ümitsizliğe kapılan Araplar, İstanbul’un fethini sonraki bir zamana bıraktılar. Türkler, İslâmlıktan önce, İstanbul’u ele geçirmek için bazı teşebbüslerde bulundular. 447’de Büyük Çekmece’ye kadar gelen Attilâ, bütün şartlarını kabul eden Anatolios anlaşması ile İstanbul’a elkoymadı. ilk teşebbüs, Avarların, 626’da yaptıkları İstanbul seferidir. Avarlar, 29 temmuzda imparator Heraklios’un seferde olması sebebiyle patricius Sergios tarafından müdafaa edilen İstanbul’u Haliç’ten Marmara kıyılarına kadar her taraftan kuşatarak, Üsküdar’da karargâh kuran sasanî ordusu kumandanı Şehvârâz ile de anlaştılar. Fakat, Boğaz hâkimiyeti BizanslIların elinde olduğu için, avar-sasanî birleşmesi gerçekleşemedi, avar hanının Bebek koyu ve Kâğıthane deresi mansabında toplattığı gemilerle İstanbul’a karşı karadan ve denizden yaptığı hücumlar, Bonus’un gayreti ile sonuçsuz kaldı. Bu hücumlar 31 temmuzdan 12 ağustosa kadar devam etti. Bundan sonra Tuna havzasındaki türk – bulgar hanı Kurum Hanın Marmara’dan Haliç’e kadar sur boyunca hendekler kazdırıp tahkimat yapmak suretiyle giriştiği İstanbul kuşatması, 22 temmuz 813’ten 13 nisan 814’e kadar devam etti ve hanın ölümü üzerine kaldırıldı. • Türk kuşatmaları. Osmanlı Türkleri XIV. yy. boyunca İstanbul ile ilgilendiler. Orhan Bey ve Murad I zamanında OsmanlIlar, Bizans surları önüne kadar geldi. 1340’ta osmanlı askerî kuvvetleri İstanbul kapılarına dayandı, buna karşı koymak amacıyle Bizans imparatoru, Aydın beyi tarafından gönderilen 4 000 türkmeni hizmetine aldı. Orhan Bey kayınpederi olan Bizans imparatoru Kantakuzenos ile barış içinde yaşadı. İstanbul’un alınması için ilk güçlü kuşatma Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. Kosova zaferinden sonra balkan devletleriyle anlaşan Yıldırım, İstanbul’a karşı daha şiddetli bir siyaset izlemeğe başladı. Bizans hanedanı arasındaki çekişmeler de bu­ na fırsat hazırlıyordu. Andronikos’un oğlu ioannes ile anlaşan Bayezid, Edirne’den hareket ederek İstanbul üzerine yürüdü (1390). Osmanlı ordusu Bizans surları önüne geldiği zaman İoannes, şehirdeki bir kısım taraftarlarının yardımıyle, İstanbul’a girdi (15 nisan 1390), Manuel’i tahtından indirerek İoannes VII unvanıyle bizans tahtına oturdu. Bayezid’in kuvvetleri şehre giremedi, fakat imparator, osmanlı padişahına her yıl vergi vermeyi kabul etti. Bayezid, İstanbul ile bundan sonra da ilgilenmeğe devam etti, imparatorun tayin ve azillerinden, kendi devletinin çıkarlarına göre, yararlandı. Nitekim, İstanbul’dan kaçarak Edirne’ye gelen ioannes V ile Manuel’i kabul eden Bayezid, İstanbul halkının durumunu da göz önüne alarak onlarla anlaştı, ioannes V tekrar Bizans tahtına oturdu. Bu durumu İstanbul’un fethine bir ön adım olarak kabul eden bizans tarihçisi Dukas, Bayezid’in bu konuda bir tasarısı olduğunu kabul eder. Bayezid, fetih işini anadolu beyliklerini ortadan kaldırdıktan sonra ele aldı. Anadolu harekâtı sırasında bir anlaşmaya bağlı olan Manuel’i ve yardımcı kuvvetlerini yanında bulundurdu. Bu sırada padişahın Anadolu’da bulunmasından yararlanan İoannes V, İstanbul surlarını yeniden onarttı. Bunu duyan Bayezid onarılan surların yıktırılmasını, yoksa, osmanlı ordusunun İstanbul üzerine yürüyeceğini bildirdi; ioannes de Bayezid’in isteğini yerine getirdi. Babasının ölümünü Bursa’da hapis olduğu sırada öğrenen Manuel II, Bursa’dan kaçarak, İstanbul’a geldi ve imparatorluk tahtına geçti. Bunun üzerine Manuel’e haber gönderen Bayezid şehrin kapılarını kapadı, İstanbul’da yaşayan türkler için şehirde bir cami ve bir mahkemenin kurulmasını istedi. Bu istekleri reddedilince, İstanbul, OsmanlIlar tarafından kuşatıldı. Türk ordusu, Rumeli’ye geçirildi ve İstanbul surlarına kadar, bütün bizans köyleri zaptedildi (1391). Bayezid bir ay kadar süren bu kuşatma sırasında, surları karadan ağır bir baskı altında bulundurdu, İstanbul’un Haliç ile olan bütün ulaşım ve haberleşmesini de kestirdi. Bayezid’in kuşatması bir süre sonra gevşedi. Macarların Tuna nehrini geçerek, Sofya’ya doğru yürümeleri ve padişahın da o tarafa sefer yapmak istemesi, kuşatmanın kaldırılmasına yolaçtı. Bayezid, Paleologos prenslerinin osmanlı siyasetine ayak uydurmalarını istiyordu. Bunun için Serez’de bir toplantı yaptı, fakat bu toplantıda gereken anlaşmayı sağlayamadı. Nitekim, Manuel, Bayezid’in teklifini toplantı sırasında kabul etmiş göründüğü halde İstanbul’a döner dönmez, şehrin savunmasına daha çok önem verdi. Bunun üzerine, Bayezid’in ikinci kuşatması başladı. Çandarlı Ali Paşa ve Paleologos prenslerinden ioannes V lI’nin de katıldığı ikinci kuşatma 1395 yılının yaz ayları boyunca sürdü. Padişah Gelibolu’dan gelen gemilerin de kuşatmaya katılmalarını emretti. Fakat kale yıkan toplar henüz kullanılmadığından kuşatmanın sonucu alınamadığı gibi, denizden başlatılan kuşatma da başarılı olamadı. Venedik ve Ceneviz hükümetlerinin gönderdiği yardıma engel olunamaması sonucu etkiledi. 1396 Eylülünde, haçlıların yenilgisiyle biten Niğbolu zaferinden sonra Bayezid, İstanbul’u almağa kesin olarak karar verdi. Başlangıç olmak üzere, Bayezid, Tinturtaş Paşazade Yahşi Beyi Şile’yi almakla görevlendirdi ve Boğaziçi’nde Güzelcehisar’ı (Anadoluhisarı) yaptırdı. Bundan sonra Manuel’den şehrin hemen teslimi istendi, istek reddedilince, İstanbul kuşatması tekrar şiddetlendi (1397). Bu sırada İstanbul halkı açlık ve fetih sonucu Türklerin yapcağı katliamdan çekinerek İstanbul’u teslim etmek istedi.. Manuel, Fransa’dan 600 şövalye ile bir miktar para gelmiş olmasına güvenerek bu teklifi reddetti. Şehre Rusya, Venedik ve Cenova’dan da yardım geleceğine inanılarak savunma tedbirleri alındı. Manuel avrupa devletlerini Bizans lehine tekrar harekete geçirmek için gayret gösterdi. Bizans’ta halkın durumu hiç de iyi değildi. Hoşnutsuzluk artıyor, halk felâketlerden Manuel’i sorumlu tutuyordu. Bu durum karşısında, imparator önce Avrupa’dan istediği yardımın sonucunu bekledi. Üçüncü kuşatmanın şiddetlendiği bahar aylarında 8 kadırgadan kurulu Moçenigo yönetimindeki venedik yarJFoto. Hürriyet ar§ivi (MEYDAN) dımı geldi. Papa, İngiltere ve Aragon krallıkları Manuel’in isteğini olumlu karşıladılar. öte yandan rus çarı Vassili I, para yardımında bulunmayı kabul etti. Fakat bunlar, imparator için yeterli bir yardım sayılamazdı. Bunun üzerine Manuel, durumu kurtarmak için, iki çareye başvurdu, önce Türkler tarafından sevilen ioannes VIFyi saltanata ortak ilân etti. Böylece halkı ve osmanlı taraftarlarını kazandı. Sonra da padişahın İstanbul’da bir türk mahallesi ile bir cami ve bir mahkeme kurulması isteğini kabul etti. Bayezid, anlaşmaya razı olarak, kuşatmayı kaldırdı. Bayezid zamanındaki son İstanbul kuşatması 1400’- de yapıldı. Fakat Sivas’a kadar ulaşan Timur istilâsı bu hareketin yarıda kalmasına sebep oldu, dördüncü defa kuşatılan İstanbul böylece tekrar kurtuldu. Ankara savaşından (1402) sonraki Fetret devrinde, önce şehzadelerden İsa Çelebi, sonra da Süleyman Çelebi, Manuel’e Rumeli’de bazı yerleri verdikleri gibi, Süleyman Çelebi, kardeşi Kasım Çelebi ile kız kardeşi Fatma Hatunu Bizans’a rehine olarak bıraktı. Bunun üzerine imparator, kardeşler arasındaki çekişmede önce Süleyman Çelebi’nin tarafını tuttu. Musa Çelebi ile 15 haziran 1410’da Bizans surları önünde Kosmidioni’da (Hasköy) savaştı. Daha sonra Emîr Süleyman’ın Bizans’a kaçan oğlu Orhan’ı karışıklık çıkarması için Rumeli’ye gönderdi. Musa Çelebi, başarı kazanınca, babasının, önceleri Bizans’a karşı izlediği siyaseti tekrarlamak istedi. 1411’de Bizans’ı kuşattı. Bu, İstanbul’un OsmanlIlar tarafından beşinci kuşatılmasıydı. Musa Çelebi de, babası gibi, İstanbul’u karadan ve denizden kuşatmak isteyerek, bir donanma kurdu. Fakat deniz kuvveti Yassıada yakınında yapılan bir çarpışmada yenildi, öte yandan Manuel, çevredeki köyleri yakmış, halkı surların içine toplamıştı. Musa Çelebi otağını kara surları karşısında bir tepe (Fatih devrinde Otağtepe) üzerine kurdu. Kaledekilerin yaptığı bir çıkış hareketi sırasında Bizans hazinedarlarından Lukas Notaras’ın kardeşi, türk kuvvetlerinin eline düştü. İmparator durumun önemini anlayarak, Bursa’da bulunan Çelebi Sultan Mehmed ile anlaşmak istedi. İstanbul’a gönderilen Gebze kadısı Fazlullah ile bir antlaşma yapıldı. Musa Çelebi, incügez’de kardeşi Çelebi Sultan Mehmed’i yendi, fakat İstanbul kuşatmasına devam edemedi, karadan İstanbul’u kuşatan kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı. Mehmed I bir süre sonra, Osmanlı tahtına geçince Bizans ile iyi ilişkiler kurdu, zaman zaman imparator ile görüştü. Oğlu Murad II zamanında ise İstanbul altıncı defa kuşatıldı. Bu kuşatma öncekilere göre, çok daha çetin ve zorlu oldu. Kaynaklara göre Murad II, Düzmece Mustafa isyanını bastırarak Edirne’ye döndüğü zaman, ilk iş olarak, Bizans meselesine kesin bir çare bulmak istedi. Bu amaçla akıncı kuvvetleri kumandanı Mihaloğlu Mehmed Beyi 10 000 akıncı ile İstanbul üzerine gönderdi (1 haziran 1422). Kendisi de büyük bir ordu ile İstanbul’u kuşattı. İstanbul’u savunanlar arasında Balyos Benedetto Emo kumandasındaki Venedikliler de bulunuyordu. Murad II’nin ordusu kalabalık ve özellikle ateşli silâh bakımından kuvvetliydi. Bu yüzden imparator önemli bir para teklifi ile Korax Theologas’ı elçi olarak, osmanlı ordugâhına gönderdi, padişahtan kuşatmayı kaldırmasını istedi. Fakat bundan bir sonuç çıkmadı, üstelik halkın şüphelenmesine yolaçtı, bir süre sonra da elçi linç edildi. Kuşatma sırasında şehirde bulunan tarihçi ioannes Kananos’a göre, Türk ordusu Marmara’dan Haliç’e kadar bütün kara surlarını kuşatmış, padişah, askerini Topkapı ile Edirnekapı üzerinden saldırıya geçirmişti. Türklerin tahtadan yapılmış ve üzeri toprakla kapatılmış siperleri vardı. Bunlar, mancınıklardan atılan taşlara ve ateşli silâhların etkisine karşı orduyu koruyordu. Aynı zamanda padişah, saldırıda çok yararlı olan, surlardaki kulelerin yüksekliğinde ahşap kuleler yaptırmış, bunları demir tekerleklerle surların kenarına taşıtmıştı. Ayrıca surlarda gedik açmak için birtakım savaş araçları taşıyan arabalar da kullanılıyor, lağım kazmak gibi, her türlü kuşatma çalışmaları da yapılıyordu. Ünlü mutasavvıf Emîr Sultan’ın yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin manevî kuvvetini arttırmıştı. Emîr Sultan’ın da yer aldığı genel saldırı çok güçlü oldu ise de, şehir alınamadı. Daha sonra kuşatma kaldırıldı. Bu sırada Murad H’nin kardeşi Mustafa Bizans’ın da kışkırtmasıyle isyan etti. Murad II, isyanı bastırdıktan sonra bir daha İstanbul’u kuşatmadı, Manuel’in yerine geçen imparator ile bir antlaşma imzaladı (22 şubat 1424). Murad II Edirne’de ölünce yerine geçen büyük oğlu Mehmed II (18 şubat 1451), İstanbul’u almak için çalışmalara başladı. Bizans’ta bir süre Önce saltanat değişikliği olmuş, ölen imparatorun yerine oğlu Dragases (Dıraçlı) diye de ün kazanan Konstantinos XI Paleologos geçmişti (6 kasım 1449). Bu sırada, Bizans imparatorluğu, Osmanlı devletinin gittikçe genişlemekte olan topraklan arasında sıkışıp kalmıştı. Bütün imparatorluk, Marmara kıyısındaki Silivri kalesi, Vize ve Misivri gibi bazı kasabalar ve İstanbul’dan ibaretti. Bu kale ve kasabaların osmanlı hâkimiyetine henüz geçmemiş olması onların direnmesinden değil, bazı rastlantıların sonucuydu. O zamana kadar yapılan her kuşatmada bir engel çıkmış ve İstanbul alınamamıştı. (Bk. m ehm ed ıı.) Mehmed II’nin, tahta ilk çıktığında (1444-1446) en büyük düşüncesi İstanbul’u almaktı. Ona göre, Anadolu ve Rumeli ancak bu yolla birbirine bağlanabilirdi. Padişahın tahta çıkışından sonra, BizanslIlarla ilk temas Edirne’ye tebrik için gelen Konstantinos X I’in elçileriyle yapıldı. Daha sonra, şehzade Orhan için verilen verginin aıttırımlsaı konusunda bir Bizans elçisi geldi. İSTANBUL 79 Eminönü meydanının uçaktan görünüşü Bozdoğan kemeri ve Haşimişcan geçidi deveboynu geçitte (Eminönü) trafik İSTANBUL eski İstanbul’dan • İsta n b u l’un fethi. Mehmed 11, Karaman bir görünüş seferinden dönüşünde, İstanbul’u zaptetme A. Vavassore’nin kararını aldı. Güzelcehisar (Anadoluhisaeseri (1520) rı) karşısında Boğaziçi’nde, Boğazkesen [Osmaniche Türkei (Rumelihisarı) hisarını yaptırdı. Böylece, adlı eserden] Karadeniz’den gelecek yardıma engel olmak istiyordu. Mora’dan gelebilecek tehlikeye karşı da akıncı beyi Turhan Beyi görevlendiren genç padişah, Galata Cenevizlileri ile de bir antlaşma yaptı. Mehmed II, kışı Edirne’de gerekli hazırlıklarla geçirdikten sonra (1453) Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Beyi, Ankhialos (Ahıyolu), Mesambia (Misivri), Vizia (Vize) gibi kalelerin alınması için görevlendirdi. Ayrıca İstanbul yakınlarında henüz BizanslIların elinde bulunan Hagios Stephanos (Yeşilköy) ile Bigados’u (Müderris köyü) ele geçirdi. Bütün bu hazırlıkları gören imparator Konstantin XI, surların onarımına önem vererek çevredeki mezarlıkların taşlarına ve çeşitli malzemeye elkoydu. Sakız piskoposu ile kuşatma sırasında İstanbul’da bulunan Leonardo, osmanlı başarısının kolay olmasının sebebini surların acele onarılmasına bağlarlar, öte yandan imparator genç padişaha yeni bir elçi göndererek ona candan bağlı olduğunu bildirdi, ayrıca «Şehrin senin eline geçmesini Allah isterse, buna kim engel olabilir? Eğer Cenabı Hak sana barış yapmak dileğini ilham ederse, bundan dolayı pek mutlu olurum. Başkentimin kapılarını kapatıyorum. Milletimi kanımın son damlasına kadar savunacağım» anlamında bir de mektup yazdı. Bu sırada Bizans’a birtakım yardımlar ve yardımcılar geliyordu. Zacharia Guliani ve Gabriel Trevisani yönetiminde Karadeniz’­ den gelen venedik kadırgaları bunlar arasındaydı. Ocak sonlarında ceneviz amirali Juanni Juistiniani – Longus’un İstanbul’a gelişi büyük sevinç ve ümit uyandırdı. Juistiniani, savunma çalışmalarına katıldı, topları, savunma araçlarını surların en elverişli noktalarına yerleştirdi. Martın sonlarında Tekfur sarayı yakınlarında bulunan ve sonradan dolan geniş hendek tekrar açıldı. Buradaki surların bir kısmında, ok mazgalları ve hendek olmadığı için yeniden hendek kazıldı, imparator, bu işle Azak’tan gelen kadırgaların kaptanı Alvasio Diyedo’yu görevlendirdi. Bu iş imparatorun da gözetimi altında mart sonlarında bitirildi. Juistiniani’nin paralı askerleri kara surlarının en önemli noktalarını savunmak için görevlendirildi. Şehrin bu tarafındaki bellibaşlı kapılarından dördünün korunması, V e ­ nedikli ve Cenevizli 4 kumandana verildi. Bunlar Catarino Contarini, Nicolo Mocenico, Faliruzzi Corter ve Sinyor Dolfino idi. Bizans savunmasına katılan Venedikli ve cenovalı İtalyanların sayısı, imparatorun özel danışmanı tarihçi Phrantzes’in tuttuğu deftere göre, 2 000 kişi kadardı. Bunlardan başka bir miktar giritli, İspanyol ve bir kuleyi koruyan şehzade Orhan’ın yanındaki ücretli türk askeri (Turcapol) bulunmaktaydı. Savunma kuvvetlerinin dağıtılmasında, imparatora Juistiniani yardım ediyordu. İmparator, karargâhını Lykos vâdisinde (Bayramdere) kurdu, büyük harp meclisini topladı. Venedikli Bartolomeo Soligo karşıdan karşıya o meşhur zinciri gerdirerek yabancı gemilerin Haliç’e girmesini önledi (2 nisan). Saint Eugene kulesi ile Tophane’deki Mumhane burnunun bulunduğu yerdeki Galata surları arasına gerilen bu zincir, bizans ve İtalyan gemilerini koruyacaktı. Mehmed II, bütün kışı Edirne’de hazırlıklarla geçirdi. Anadolu ve Rumeli’deki bütün silâhlı kuvvetlerini Edirne’de topladı. Mart sonlarında hazırlıklarını bitirdi. Batı kaynakları türk ordusunun miktarını bir hayli kabarık gösterirler. Meselâ, Leonardo, türk ordusunun 300 000, Phrantzes, 258 000, Chalkokonyles, 300 000, Dukas, 200 000 kişi olduğunu ileri sürerler. Dursun Bey, Âşıkpaşazade gibi osmanlı kaynakları ise rakam vermezler. Türk – islâm dünyasının her tarafından gelen şeyh ve dervişler, bazı tarikat pirleri Osmanlı ordusunda yer almış, Akşemseddin, Molla Güranî, şeyh Sinan gibi şeyhler ve bilginler kuşatmaya manevî bir kuvvet katmıştır. Aydınoğlu ve Karamanoğlu tarafından gönderilen kuvvetler ile gönüllüler, fethin bütün türk ve İslâm dünyasınca kutsal bir amaç sayıldığını göstermiştir. Ayrıca, sırp despotu George Brankovitch de küçük bir askerî birlik göndermiş, macar, ulah, alman, latin hattâ rumlar, osmanlı ordusunda görev almışlardı. Bu arada macar (erdelli) veya ulah aslından olan Urban, mimar Muslihiddin gibi uzmanlar Edirne’de, muhasara için büyük toplar döktüler. Edirne’de ve başka imalâthanelerde birtakım hücum ve taarruz silâhları hazırlandı. Büyük toplar iki ay içinde Karaca Beyin kumandasındaki kuvvetlerin himayesinde ve öküzlere çektirilerek İstanbul surları önüne getirildi. Ordu, surların 6 km uzağında toplandı. 2 Nisanda savaş alanına gelen padişah, 5 nisanda Lykos vâdisinin solundaki tepenin üzerine, St. – Romain kapısı (Topkapı) ile Edirnekapı’nın arasına, daha önce Musa Çelebi’nin bulunduğu yere otağı hümayununu kurdurdu. Muhasaranın ilk günlerinde, padişah, Marmara sahilinden Haliç’e ve Haliç’in kuzey kıyısına kadar uzayan deniz surlarını uzaktan denetledi. Son defa, bir geçit töreni yaptırarak, kuvvetlerin ne şekilde dağılacağını kumandanlara gösterdi. Kumandası altındaki askeri Beyoğlu ve Kasımpaşa sırtlarına yerleştiren Zağanos* Paşa, bugünkü Hasköy ile karşısındaki surlar arasında bir köprü kurdurmağa başladı. Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Paşa, muhasara ordusunun sol kanat kumandanlığına, Anadolu beylerbeyi ishak Paşa ile Mahmud Paşa da Topkapı’dan Yaldızlıkapı’ya ve Marmara sahilindeki Mermer kuleye kadar uzanan kısmın kumandanlıklarına getirildiler. Edirnekapı’dan Topkapı’ya kadar uzanan merkez kısmının kumandası ise padişahın ve sadrazam Çandarlı Halil Paşanın emrinde bulunuyordu. Burası genellikle surun en zayıf noktası sayılıyordu. Kuşatma toplarının kesin sayısı ve surların karşısında nerelere yerleştirildiği konusunda ileri sürülen görüşler birbirini tutmaz. Bizans imparatorunun özel danışmanı Phrantzes, her biri dört büyük toptan kurulu 14 bataryanın bulunduğunu yazar, birçok tarihçiler bu görüşü benimsemiştir. Büyük topların yanında, arbalet denilen başka bir çeşit silâh ve uzun demir toplar da vardı. Savaş, 6 nisanda, büyük topun ateşlenmesi ile başladı. Bir taraftan mancınıklar taş yağdırıyor, tirendazlar ok savuruyor, kale bedenlerinde gedik açılmasına çalışılıyordu. ilk günlerde bu gayretler olumlu sonuç vermedi, surları savunanlar açılan gedikleri hızla onardıkları gibi rum ateşiyle surlara yaklaşılmasını da engellediler. 9 Nisanda BizanslIlar Haliç’te bazı yeni tedbirler almak gereğini duydular. Limanı kapayan zincir boyunca, 10 büyük gemiyi savaş durumuna soktular. Mehmed II bu durumda büyük topların kullanılışında bazı değişiklikler yaptı. 12 Nisanda Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasındaki türk donanmasının Gelibolu’dan hareketle Marmara’ya, sonra da Beşiktaş önlerine gelişi, BizanslIların maneviyatını kırdı. 12-18 Nisan günlerinde gece gündüz devam eden bombardımanın dışında, büyük bir hareket olmadıysa da bütün kara surları boyunca gedikler açıldı. Bu yüzden Mehmed II, 18 nisanda ilk genel saldırı emrini verdi. Okçulardan, mızraklı ve zırhlı askerlerden kurulu birçok birliği surun üzerine sürdü. Bu askerler hendeğin yıkılmış olan noktalarından saldırıya başladılar. Böylece başlayan saldırı güneş battıktan sonra, gece yarısına kadar devam etti. Baştan ayağı zırhlı bulunan iustiniani ve öteki savunucular bu saldırıya büyük gayret sarfederek karşı koydular. 20 Nisanda ilk deniz savaşı yapıldı. Papa tarafından gönderilen 3 ceneviz ve bir bizans gemisinden kurulu ufak bir filo, nisan ortalarına doğru yola çıkmış ve 20 nisanda İstanbul’a ulaşmıştı. Daha önce ulak aracılığıyle durumu haber alan padişah, gemiler M armara’da görünür görünmez, kaptanıderya Baltaoğlu* Süleyman Beye, bütün kuvvetleriyle bu gemiler üzerine hızla ilerlemesini emretti. Karşılaşma Yenikapı açıklarında yapıldı. Üç saat süren bir çarpışmadan sonra durdurulamayan düşman gemileri, o sırada çıkan şiddetli bir lodos rüzgârından da yararlanarak, hızla Haliç’e doğru ilerledi, liman ağzını tutturarak orada bulunan bizans gemilerine katıldı. Osmanlı donanması ise düşman gemilerin» izleyemedi. Zeytinburnu sahillerinden bu savaşın bütün safhalarını at üzerinde takip eden padişah, başarısızlığa çok üzülerek, Phrantzes’e göre, öfkesinden atını denize sürdü. Çarpışma sırasında gözünden yaralanan ve cansiperane hizmeti görülen Baltaoğlu Süleyman Beyi öldürtmek istedi, fakat vezirlerin ricası üzerine sadece azletmekle yetindi; Gelibolu sancakbeyi Hamza Beyi kaptanıderyalığa getirdi. 20 Nisandaki yenilgiden sonra orduda meydana gelen karışıklıkları önlemek üzere bir toplantı yapıldı. Kuşatmanın kaldırılıp kaldırılmaması görüşüldü. Halil Paşanın bütün karşıkoymalarına rağmen, kuşatmanın devamına karar verildi. Toplantıda, 21 nisan’ı 22’ye bağlayan gece, donanmanın Haliç’e indirilmesi öngörüldü. Bu amaçla Kasımpaşa sırtlarına toplar yerleştirildi, kaptanıderya Hamza Bey, zincirler üzerine saldırdı. Böylece bizans ordusunun ilgisi başka yönlere çevrildiği gibi, Galata Cenevizlilerine baskı yapılarak bu alandaki çalışma gizlenmiş oldu. Kaynaklara göre, Galatalılar gemilerin karadan yürütülmesinden haberdar oldular, fakat seslerini çıkartmadılar. Tasarıya uygun şekilde irili ufaklı 67 gemi karadan çekilerek, Tophane limanından yukarıya doğru, bugünkü Kumbaracı yokuşundan Asmalımescit’e getirildi ve Tepebaşı yolu ile, Kasımpaşa’ya indirildi. 22 Nisan sabahı durumu gören imparator, kuvvetlerinden bir kısmını Haliç surlarında başlayacak yeni harekâta ayırmak zorunda kaldı, böylece kara surlarının korunması büyük ölçüde yabancılara bırakılmış oldu. Midillili Dukas’ın bildirdiğine göre, türk donanmasının Haliç’te umulmadık bir zamanda görünüşü, muhasara altında olanları büyük korkuya düşürdü, imparator da, bunun sonucu olarak yeni bir barış isteğinde bulundu. Fakat padişah, gelen elçilere, ancak teslim şartı ile kuşatmayı kaldıracağını bildirdi. imparator Haliç’e inen osmanlı donanmasını yok etmek için teşebbüse geçti. 23 Nisanda Sainte Marie kilisesinde (Ayasofya yakınlarında olabilir) Onikiler meclisini topladı. Venedikli Barbaro’nun da hazır bulunduğu bu mecliste, Trabzon kadırgasının sahibi Venedikli Giaccomo Cocco’nun teklifi kabul edildi: Galata Cenevizlilerinin bu konudaki düşünceleri sorulmaksızın iki kadırganın Kasımpaşa koyundaki türk donanması üzerine gönderilmesi ve onları rum ateşi ile yakması kararlaştırıldı. Bu konuda 24 nisandan 28 nisana kadar gerekli hazırlıklar yapıldı. Fakat, Galata Cenevizlileri bunu padişaha bildirince karşı tedbirler alındı; böylece 28 nisanda yapılan baskın sonuç vermedi. Cocco ile birlikte, 150 kadar gemici, osmanlı topçusunun ateşi altında Haliç’te boğuldu. 6 Mayısta padişah, surlarda yeteri kadar gedik açıldığından genel bir hücuma karar verdi. Böylece başlayan kanlı çarpışmalar üç saat sürdü. Savunmanın şiddetli olduğunu gören padişah, hücumu durdurarak kuvvetlerini geri çekti. 12 Mayısta Tekfur sarayı ile Edirnekapı arasında yeni bir genel saldırıya karar verildi. Çünkü surlar, sürekli bombardımanların etkisiyle yıkılmış, dış surlar fazlaca Foto. N. Erkthç (MEYDAN) İSTANBUL harap olmuştu. Barbaro’nun 50 000 kişi tahmin ettiği osmanlı kuvvetleri taarruzlarını imparatorun harp meclisini kurduğu sırada, geceyarısı yaptı. Fakat, luistiniani ve Theodoros Karystenos’un duruma hâkim olmaları yüzünden, bu defa da kesin sonuç alınamadı. 16 Mayısta osmanlı ordusu lağım savaşlarına başladı. Zağanos Paşa, osmanlı ordusunda bulunan sırp lağımcılara, lağım kazdırdı. Bu çalışmanın duyulması üzerine alman mühendis Jeh Grant karşı bir lağım açtı ve teşebbüsün başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep oldu. 18 Mayısta kuşatma hareketlerine yeni bir taarruz silâhı eklendi. Osmanlı ordusu geceleyin yapılan büyük bir ahşap kuleyi, Topkapı tarafındaki surun karşısına getirdi. Gerçekten kulenin büyük faydası görüldü. Kuledeki savaşçılar çok yakından surlara saldırıya devam ederken, bu çevrede bulunan türk birlikleri de taşlar, toprak dolu çuvallar, ot ve çalılar ile hendeği doldurmağa çalışıyorlardı. Böylece akşama kadar süren kanlı bir savaş sonucunda surda önemli gedikler açıldı. Kulenin bulunduğu kısımda BizanslIlar için çok tehlikeli bir durum meydana geldi, fakat imparator gece olur olmaz, hendeği boşaltmayı, açılan gediği onarmayı, seyyar kuleyi de rum ateşiyle yakmayı başardı. Daha önce Venedik’ten yardım istemek üzere gönderilen gemi, 23 mayısta eli boş olarak döndü. Aynı gün son defa Bizans imparatoruna bir elçi göndermeğe karar veren padişah, bu görevi tsfendiyaroğlu Kasım Beye verdi. Kasım Bey şehirde eski dostu olan imparator tarafından törenle kabul edildi. Elçi: «Hükümdarımız genel bir hücumun doğuracağı felâketten kaçındığı için imparatora, şehri terketmek, bütün malları ve hâzineleri ile istediği yere çekilmek hak ve hürriyetini tanımaktadır. İstanbul halkından isteyenler de her şeylerini alıp, gidebilirler. Kalmak isteyenler mal ve mülklerini korumak hakkına sahiptirler. İmparatora Mora despotluğu da verilecektir» diye padişahın tekliflerini bildirdi. Ayrıca bu şartların kabul edilmesini imparatordan rica etti. İmparatorun topladığı harp meclisi bu teklifleri, uzun boylu tartıştıktan sonra, reddetti. Dukas’ın^ bildirdiğine göre, imparator, Isfendiyaroğluna, «Padişah barış istiyorsa kuşatmayı kaldırsın, böylece, ne kadar ağır olursa olsun istenen vergiyi kabul edeceğim. Şehri teslim etmek ise, ne benim ne de başkasının yetkisi altındadır, ölmeğe hazırız» diye karşılık verdi. 26 Mayısta, macar kralı Vladislas’ın padişaha gönderdiği sefaret heyeti, osmanlı ordugâhına geldi. Elçi, kraldan aldığı talimata uyarak, kuşatmanın kaldırılmasını istiyor, yoksa Macaristan’ın Bizans ile birlikte hareket edeceğini bildiriyordu. Macar elçisinin isteği karşısında padişah, 27 mayısta büyük bir harp meclisi topladı. Bu toplantıda birbirine zıt iki fikir çarpıştı, öteden beri muhalif olan Çandarlı Halil Paşa kuşatmanın kaldırılmasını istiyor, buna karşılık padişah ile Zağanos ve Şehabeddin Paşalar, aksi görüşü savunuyorlar, padişah ve ordu nezdinde büyük bir itibara mazhar olan Akşemseddin ve Molla Güranî gibi şahsiyetler de bu fikre katılıyorlardı. Sonunda genel bir saldırı yapılmasına karar verildi. 28 Mayısı 29 mayısa bağlayan gece, ordugâhta büyük ateşler yakılarak gerekli savaş araçları hendeklerin yakınına taşındı. Hücum için, bütün tedbirler alındı. Sabaha karşı iki rekât namaz kılan ve kılıcını kuşanarak atına binen padişahın işaretiyle kesif topçu ateşi başladı. Muhasara ordusu da hızla harekete geçti. Bu sırada Sancakî Şerif kılıfından çıkartılarak, herkesin görebileceği bir noktaya dikilmiş, hücum kolları, padişahın önceden tayin ettiği şekilde, düzenlenmişti, öte yandan donanma, Yalı köşkü kapısından Samatya’ya kadar olan deniz hattı ile M armara’daki surları abluka etmekte, yer yer karaya çıkarttığı zırhlı gömlek giymiş azapları da merdivenle surlara hücum ettirmekteydi. Asıl hücum bölgesi Bayrampaşa deresi ve Topkapı’nın kuzeyinde tahribata uğrayan surlardı. Birinci ve ikinci hücumlar şafak sökmeden önce yapıldı. Bu sırada şehirde devamlı çanlar çalıyor, herkes surlara yardıma koşarak hücum edenlere karşı kullanılacak taşları taşıyordu. Türk toplarının ateşi altında devam eden bu son hücumları BizanslIlar, rum ateFoto. MEYDAN şi ve diğer ateşli silâhların yardımıyle bir süre durdurabildiler. Padişah zaman zaman birliklerin arasına sokularak ve bunları taze kuvvetler ile destekleyerek, hücumun her an aynı güçle sürdürülmesini sağlıyordu. Üçüncü hücum sabahın ilk saatlerinde yeniçerilerin de katılmasıyle başladı. Savaş şiddetle devam ederken, müdafaanın temeli sayılan lustinianus ağırca yaralandı; imparatordan, gemisine çekilmek için izin istedi. Onun gitmesi, savunucular arasında bir tereddüt ve duraklama yarattı. Bu durum Osmanlı yüksek kumanda heyeti tarafından farkedildi. Nitekim padişah, yeniçerileri yeniden hücum ettirdi. Hücum kollarından birinin başında bulunan sipahilerden Ulubatlı * Haşan, otuz arkadaşı ile, surların üzerine ilk defa türk sancağını dikti ve biraz sonra şehit oldu. İstanbul’un ilk sancakbeyi Karıştıran Süleyman Bey de burçlara ilk sancağı dikenlerdendi. Müdafilerin yanında çarpışan Bizans’ın son imparatoru Konstantin Dragozes yere düşerek ayaklar altında öldü. Böylece surları ele geçiren türk kuvvetleri kapıları açıyor, öteki birliklerin şehre girmelerini sağlıyordu. Büyük bir şaşkınlık içinde şuraya buraya kaçışan halk, bir mucize bekleyerek Ayasofya’ya sığınmağa çalışıyordu. Çok geçmeden, kapılardan giren türk gazileri de buraya geldiler. Kapatılan kapıları kırarak açtılar, fakat aciz ve zavallı halk yığınına karşı kılıçlarını çekmek gereğini duymayarak, onlara ilişmediler. Artık fatih unvanına hak kazanmış olan Mehmed II, öğleye doğru muhteşem bir alayla at üstünde Topkapı’dan şehre girdi. Doğruca Doğu Roma imparatorluğunun sembolü sayılan Ayasofya*ya gitti. Burada atından indi, kendisini karşılayan halka ve papazlara, hayat ve hürriyetlerinin güven altında bulunduğunu, rahatça evlerine gidebileceklerini söyledi. Fatih bundan sonra, şehrin görülmeğe değer yerlerini gezdi. Bu arada Bizans savunmasında görev alan ve sonra papaz kıyafetiyle kaçan Orhan Beyi öldürttü. İstanbul’u almakla Bizans imparatorluğunu yıkan Mehmed II, bundan sonra şehrin temizlenmesini, güven ve asayişin korunarak imar işlerine girişilmesini istedi. Bu arada Zağanos Paşa, Gaata’yı Cenevizlilerden teslim aldı. İstanbul, fetihten sonraki günlerde, bir süre karışıklıklar içinde kaldı. Fethin üçüncü günü şehirdeki karışıklıklar son bulduğundan 3 gün süren şenlikler yapıldı. Sefere katılan gazilere büyük ziyafetler verildi. Bu arada bir kısım esirleri fidye ile kurtaran Fatih, fidyesini veren veya İstanbul’a dönen rumlara şehirde yerleşmek iznini verdi. Ayrıca kendi hissesine düşen esirleri de Haliç kıyılarına yerleştirdi. İlk cuma namazını 1 haziran 1453 günü cami haline getirilen Ayasofya’da kıldı. Şehirde büyük ölçüde bir onanm a girişti. Bu arada bazı manastır ve kiliseleri cami ve mescide çevirtti. Ancak bu gibi tapınakların değiştirilmesi, şehrin imarı ve müslüman mahallelerinin kurulması ile ilgili olduğundan yavaş yavaş gelişti. • Türk devri. Fetihten sonra zengin paşa ve beyler şehrin kalkınmasına yardım ettiler. Çeşitli semtlerde cami, medrese, imaret, han, hamam, dârüşşifa, bedesten gibi binalar yaptırmağa başladılar. Şehirde nüfusun artması için sürekli kolaylık gösterildi. Bu arada Fatih, İstanbul’a gelecek olanların tuttukları evleri onlara bağışlayacağını vaat etti. Mehmed II, İstanbul’un fethinde yararlık gösteren ümeraya ve bazı tarikat ilerigelenine evler verdi. Bunların kurdukları mescitler etrafında ilk müslüman mahalleleri meydana geldi. 1457 Sonlarında, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u Osmanlı devletinin saltanat merkezi yaptı. Büyük bir imparatorluğun başkenti haline gelen şehir, bundan sonra her bakımdan kalkındı. Mehmed II, eski Havariler kilisesinin olduğu yere Yenicami de denilen Fatih* camiini (1462-1470); çevresinde Semaniye* (Sekizli) medreselerini de kurdurdu. Bunların yanında imaret, dârüşşifa ve hamam yaptırdı. Mahmud Paşa ve diğer vezirler kendi adlarına yaptırdıkları cami, imaret ve hamamlarla padişahlarını izlediler. Gedik Ahmed* ve Karamanı Mehmed Paşalar bazı hayır kurumlan yaptırdılar. İstanbul’un en işlek yerindeki Kapalıçarşı* ile Bedesten* de Fatih devri eserlerindendir. Fatih İstanbul’un savunması için Çanakkale boğazında Kilitbahir ve Sultaniye* kalelerini yaptırdı. 1481’de sefere çıkan Fatih, Gebze’de hastalandığı zaman, İstanbul’da önemli olaylar oldu. Karamanî Mehmed Paşa, karışıklığı yatıştırmağa çalıştı. Hükümdar ölünce büyük şehzade Bayezid* ve küçük şehzade Cem*’e haber gönderdi. Bayezid’in taraftarları ile Mehmed Paşanın rakipleri onun gönderdiği adamları yakalatıp padişahın ölüm haberini şehre yaydılar. Bunun üzerine yeniçeriler ayaklandı. Karşı sahilde bulunan asker de zorla İstanbul tarafına geçti. Sokaklarda Bayezid lehine gösteriler yapıldı. Karamanî Mehmed Paşa öldürüldü. Fatih’in özel hekimi musevî asıllı Yakub* Paşa da (Maestra locopo) öldürülerek, bugünkü Yenicami yerinde bulunan yahudi mahalleleri, bu arada Venedikli ve floransak tüccarların mağazaları yağmalandı. Eski sarayda bulunan şehzade Korkut* Çelebi (Bayezid’in oğlu) babasına vekâleten, tahta çıkarıldı. Bu sıralarda İstanbul’dan aldığı mektup üzerine hemen yola çıkan Bayezid, 4 00Ö kişi ile 9 günde Üsküdar’a geldi (2 mayıs 1481). Birçok kayık ve kadırga ile karşıya geçti. Devlet erkânı ve İstanbul halkı tarafından karşılandı. Bayezid’in İstanbul’a gelişini gören tarihçiler yapılan törenle ilgili pek çok bilgi verirler. O gün, Fatih’in cenaze töreninden sonra şehzade Korkut saltanatı babasına teslim etti (22 mayıs 1481). Bayezid II zamanında İstanbul’da birbirini takip eden yangın, deprem ve sel felâketleri oldu. 1488’de bir deprem şehirde büyük tahribat yaptı. Ertesi yıl Atmeydanı’nda tophane olarak kullanılan Güngörmez kilisesine yıldırım düştü. Aynı yıl içinde meydana gelen başka bir deprem sonucunda cami minareleri yıkıldı. Bayezid bu arada camiini ve yakınındaki medrese, mektep ve imaretini yaptırdı (1501-1507). Bayezid devrindeki depremlerin en büyüğü (osmanlı kaynaklarında buna kıyameti sugra [küçük kıyamet] denilir) 14 eylül 1509 günü başladı. Müverrih Ali tarafından anlatılan bu deprem aralıklarla 45 gün sürdü. Bu süre içinde 109 cami ve mescit, 1 070 ev yıkıldı. Şehir içinde minare adına bir şey kalmadı. Eğrikapı’dan Yedikule ve Ishakpaşa kapısına kadar surlarda büyük yıkılmalar oldu. Sarayı Âmire kapılarından bir kısmı da yıkıldı. Zarar gören yapılar arasında Fatih camii, dârüşşifa ve imareti, Semaniye medreselerinden bazıları da vardı. İstanbul’un Karaman semti (Fatih ve Çarşamba) baştan başa harap oldu. Birçok imaret ve medrese kubbesi yıkıldı. Beyazıt camiinin kubbesi de hasara uğradı. Tarihçilerin anlattıklarına göre, bu deprem sırasında denizin dalgaları İstanbul ve Galata surlarını aşarak, sokakları kaplamış, su bentlerini yıkmıştır. Binlerce insanın ölümüne yolaçan bu korkunç deprem birçok binayı yıkmış, halkın bahçelere ve kırlara kaçmasına sebep olmuştu. Saray bahçesinde yapılan çatma odalara sığınan padişah da 10 gün sonra Edirne’ye gitmek Boğaziçi eski bir gravürden (Fatih ve Fütuhatı adlı eserden) [N. Araz kitaplığı] İSTANBUL 82 1635’te İSTANBUL (Fatih ve Fütuhatı adlı eserden) zorunda kaldı. Bayezid I l’nin depremden sonra topladığı divanda İstanbul’un yeniden imarı konusu görüşüldü. Toplantıda her 20 evden bir kişi çağrılmasına, her eve 22 akçelik bir vergi konulmasına karar verildi. Ayrıca ücretli işçi (cerahor) olarak Anadolu’dan 37 000 ve Rumeli’den 29 000 işçi toplandı. Mimar Muradoğlu Hayreddin’in gözetimi altında başlayan inşaat 1 haziran 1510’da bitti. Böylece İstanbul ve Galata surları, Galata kulesi ile Kızkulesi, Yaldızlıkapı civarındaki deniz feneri, Topkapı sarayı, Büyükçekmece köprüleri, Silivri, Rumeli ve Anadolu hisarları, yeni baştan yapıldı. Selim* I zamanında İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. Çemberlitaş civarında bulunan Atikalipaşa evkafının dükkânları yandığı gibi yangın Gedikpaşa hamamına kadar uzandı. M ısır seferini başarı ile sonuçlandıran Selim I, Kahire’de bulunduğu sırada abbasî halifesi El-Mütevekkil Alallah Muhammed III ile onun amcazadelerini ve bazı mimar ve mühendisleri İstanbul’a gönderdi. Yavuz Sultan Selim’in amacı hıristiyan sanatkârlara İstanbul’da, Kansu Gurî medresesine benzer, bir medrese yaptırmaktı. Bu arada Memlûk devletinin tarih ve teşkilâtı ile ilgili pek çok yazma kitap da İstanbul’a getirildi. Deniz işlerine de önem veren Selim, Haliç’te Bizans tersanesinin bulunduğu yerde (Kasımpaşa deresinin ağzı) Fatih’in yaptırdığı eski tersaneyi Kâğıthane deresine kadar genişletti. 300 İnşaat tezgâhı alacak duruma getirdi. Kanunî Sultan Süleyman* devrinde İstanbul, hızla gelişip kalkınarak büyük bir başkent niteliği kazandı. Yeni hükümdarın yaptırdığı ilk yapı, Sultanselim camiidir (1522-1526). Kanunî zamanında şehrin büyümesi ve nüfusun artması bazı önemli problemler doğurdu. Bu yüzden yerleşme, güvenlik ve yiyecek gibi önemli konularla uğraşıldı. Rumeli ve Anadolu’dan gelerek İstanbul’a yerleşme yasaklandı. Kanunî zamanında cami, medrese, dârüşşifa ve imaretten meydana gelen Sahni Süleymaniye külliyesi kuruldu. Ayrıca bir de dârülhadis açıldı. Kanunî’nin oğlu Selim* II zamanında, İstanbul halkı için konan içki yasağı kaldırıldı. Onun zamanında İstanbul büyük bir yangın felaketine uğradı. Bir yahudi mahallesi yandı (19 eylül 1569). Ayasofya camii Mimar Sinan tarafından onarıldı. Galata ve Beyoğlu taraflarında nüfus arttı. 1582 Mayısında şehzade Mehmed’in (Mehmed III) sünnet düğünü yapıldı. Doğancı Mehmed Paşanın öldürülmesine yolaçan Kapıkulu* isyanı da Murad III zamanında oldu (nisan 1587). isyanın bastırılmasından bir süre sonra İstanbul’­ da büyük bir yangın çıktı. Bitpazarı, Gedikpaş hamamı ve birçok mescit yandı. Bu olaydan sonra İstanbul’da veba salgını görüldü (5 ekim 1590). Murad IIl’ün ölümünden sonra Mehmed* III İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına çıktı (15 ocak 1595). Otuz yıldan beri bırakılan bir geleneği tekrar dirilten Mehmed III, ordusunun başında sefere çıktı. Haçova* Meydan savaşını kazandıktan sonra büyük bir törenle İstanbul’a döndü. Zamanında İstanbul’un en büyük sanat anıtlarından biri olan Yenicami*’nin temel atma töreni yapıldı (9 nisan 1598). Venedik, Fransa, Hollanda, Lehistan ve İngiltere ile çeşitli tarihlerde yeni antlaşmalar imzalandı. Mehmed IIl’ün ölümünden sonra oğlu Ahmed* I tahta çıktı (22 ocak 1603). Bir süre sonra şehzadelerin sünnet düğünü yapıldı. Bu ara İstanbul’a gelen İngiliz donanması, tütünü getirdi. Atmeydanı’nda, sonradan Mavi cami diye adlandırılacak bir cami yapılmasına karar verildiğinden, bu caminin temel atma töreni yapıldı (4 ocak 1616). 1613’te İstanbul’da tekrar içki yasağı kondu. Hollanda’dan (1614) ve İran’dan gelen elçilik (1615) heyetlerini kabul eden padişah, 9 nisan 1617’de yapımı tamamlanan Sultanahmet* camiini büyük bir törenle ibadete açtı. Ahmed I ölünce yerine kardeşi Mustafa* I geçti (22 kasım 1617). Kısa bir süre sonra şuuru yerinde olmadığı görülerek tahttan indirildi. Yerine Ahmed I’in oğlu Osman* II (Genç Osman) geçti (26 şubat 1618). Üç yıl sonra şiddetli soğuklar yüzünden Haliç dondu (24 ocak 1621), deniz yolu kapandığı için, İstanbul’da kıtlık ve pahalılık başladı. Mustafa I’in ikinci saltanpt döneminde İstanbul’da karışıklıklar eksik olmadı. Ocak 1622’de Rusya ve Polonya elçileri İstanbul’a geldiler. Bir yıl sonra medreseliler ayaklanarak Fatih camiinde toplandı. Üzerlerine acemioğlanlar gönderilerek pek çoğu öldürüldü (1623). Mustafa I’in ikinci defa tahttan indirilmesinden sonra yerine Murad* IV geçti. Sipahi ayaklanması bastırıldı. Bayrampaşa vebası diye anılan bir veba İstanbul’da pek çok kimsenin ölmesine yolaçtı. Temmuz 1628’- de yeni bir sipahi ayaklanması oldu. Bunu, öteki ayaklanmalar izledi. 18 Mayıs 1632’de sadrazam Receb Paşayı boğdurtan padişah, ayaklanmalara son vermek istedi. Cibali semtinden çıkan bir yangın şiddetli poyraz yüzünden hızla yayıldı. Üç kola ayrılarak Küçükmustafapaşa, Âşıkpaşa, Balat, Sultanselim, Unkapanı, Küçük Karaman, Saraçhane, Sofular, Halıcılar ve Mollagüranî semtlerini yaktıktan sonra cumartesi gecesi söndü (2 eylül 1633). Bu yanan yerler o günkü İstanbul’un beşte biri idi. Murad IV’ün emri ile kahvehaneler, kapatıldı. Tütün içme yasağı kondu. Fenersiz sokağa çıkma yasak edUdi (10 eylül 1633). Bu arada türlü sebeplerle İstanbul’a yerleşmiş olanların memleketlerine gönderilmeleri için emir verildi. İstanbul kaymakamı Bayram* Paşa, bu emir gereğini yerine getirmeğe çalıştı. 1637 Yılı eylül ayının ilk haftasında İstanbul’da büyük bir salgın hastalık başladı. 18 Şubat 1638’de ise şehzade Kasım boğduruldu. Murad IV’ün ölümünden sonra yerine kardeşi İbrahim* I tahta geçti. Zamanında, Balat kapısındaki mumhaneler tutuştu. Fethiye camii, Draman mahallesi ve Sultanselim semtleri yandı. İstanbul’­ un ünlü şahıslarından olan ve Emirgân semtine adı verilen Emirgüne* Han boğduruldu. Şehzade Mehmed (1 ocak 1642) ve Süleyman’ın (15 nisan 1642) doğumları için İstanbul’da alışılagelmiş olan şenlikler yapıldı. On dört yıldır İstanbul’a gelmeyen Avusturya elçisi, İbrahim I tarafından kabul edildi (20 ekim 1644). Darphane yanından çıkan yangın Beyazıt medresesinin etrafını, hamamını, Langa-Kumkapı, Yenikapı semtlerini, Kadırga limanındaki evleri, rum ve ermeni kiliselerini de yaktıktan sonra söndü (27 haziran 1645). 5 Mart 1645’te İstanbul’da parlak bir tören yapıldı: padişahın büyük kızı Fazlı Paşaya nişanlandı. Sultan İbrahim zamanında İstanbul’da, Fransa, Venedik, Lehistan, İngiltere ve İran ile antlaşmalar imzalandı. Devlet üerigelenlerinin ve ocağın kararı ile tahttan indirilen İbrahim’in yerine yedi yaşındaki oğlu Mehmed* IV (Avcı) padişah oldu (8 ağustos 1648). Zamanında İstanbul’da bazı ayaklanmalar patlak verdi. Bunlardan biri, Sultan İbrahim’in kanını bahane ederek ayaklanan sipahilerin yeniçeriler tarafından ezilmesiyle sonuçlanan Sultanahmet vakasıdır (18 ekim 1648). 1649 Yılında İbrahim devrinin ünlü siması Cinci* Hoca idam edildi. Venedik elçisi de tutuklanarak mallarına elkondu. 21 Kasım 1652’de Esir hanından yangın çıktı. Tavukpazarı* ile Bedesten’in etrafı, Valide* hanı, Elçi* hanı, Mahmutpaşa Çarşısı, Mercan* camii, Beyazıt* camii, Sorguççular* ve Kalpakçılar,* Mustafapaşa türbesi, Şahkulu medresesi, Sedefçiler çarşısı, Gedikpaşa ve Kadırga limanı ile çevreleri, bu büyük yangında harap oldu. 1656 Yılı mart ayı başlarında İstanbul’da ünlü Çınar* vakası oldu. Olayın sebebi, malî darlık dolayısıyle, askere maaşlarının züyûf akçe ile verilmesi ve esnafın da bu paraları kabul etmemesidir. Sipahiler yeniçerilerle birleşerek, ayaklandılar. Devlet varidatını yutarak servet yapan ve hariçten devlet işlerine karışan bazı saray ve hükümet erkânının idamlarını istediler. Bu hadise «Çınar vakası» veya «Vak’ayı vakvakiye» diye anıldı. 15 Eylül 1657*de Köprülü Mehmed Paşa sadrazam oldu. Köprülü Mehmed Paşa Sadarete gelişinden hemen sonra İstanbul’da, Kadı zade Mehmed Efendinin müritleri, devletin içinde bulunduğu buhranlı durumdan yararlanarak saraydaki hâmilerinden aldıkları cesaretle, koyu bir taassupla din perdesi altında yaygara kopararak çeşitli menfaatler sağlamak amacıyle harekete geçtiler, tekkeleri yıkıp tarikat mensuplarını öldürmeğe başladılar. Köprülü Mehmed Paşa işin aslını öğrenince derhal harekete geçerek, bunların elebaşılarını sürdürdü ve düzeni sağlamayı başardı. 18 Şubat 1659’da İstanbul’da büyük bir deprem oldu. Birçok bina yıkıldı. 24 Temmuz 1660’ta İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. Bu yangında, harap olan ev, cami, medrese, han, dükkân sayısı 80 000’den fazladır. Aynı yılın 25 temmuzunda, Topkapı sarayının harem dairesinde yangın çıktı. Harem dairesi, Alay köşkü, divanı hümayun ve dış hazine ile defterhane hâzinesinin üstleri, üçüncü kapı, zenci ağalar odaları, Valide Sultan dairesi ve iç mutfak yandı. Harem halkı Çayır köşküne kaçtı, oradan Eski saraya taşındı. 31 Ekim 1665 cuma günü yapımı tamamlanan Yenicami padişahın ve Valide Turhan Sultanın da katıldıkları büyük bir törenle açıldı. 14 Ocak 1678’de İstanbul’a gelerek, 1688 yılı temmuz ayma kadar kalan Corneill le Bruyn adlı bir hollandalı İstanbul’un gravür tarzında genel panoramalarının ve çeşitli yerlerinin resimlerini yaptı. 29 Haziran 1680 günü İstanbul bir recim cezasına tanık oldu. Suçlu görülen kadın, Atmeydanı’nda kazılan çukura yarı beline kadar gömüldü. Halk tarafından taşlanarak öldürüldü. 12 Ekim 1682’de İkinci Viyana kuşatması seferiyle ilgili olarak padişah İstanbul’dan Edirne’­ ye hareket etti. 1683’te İstanbul’da çıkan Foto. MEYDAN İSTANBUL bir yangın binden fazla evin yanmasına sebep oldu. İkinci Viyana kuşatması sonunda uğranılan bozgun, İstanbul halkına çok ağır geldi. 7 Eylül 1687’de çıkan bir yangında 500 kadar ev yandı. Padişah, eski sadrazam Süleyman Paşayı yakalattı ve hapsettirdi. Sadaret kaymakamı Recep Paşa kaçıp gizlendi. Yerine Çanakkale muhafızı Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa tayin edildi. Mehmed IV tahttan indirilince Süleyman II Padişah oldu (1687). 9 Mart 1688’de çıkan bir yangında 1 500 ev ve 500 dükkân yandı. Süleyman Il’nin sefere gitmesi kararlaştırıldığından, tuğlar çıkarıldı. Fakat yeniçeriler, birikmiş ulûfeleriyle, kendileri ve sipahiler için sefer bahşişi verilmeden, hareket etmemeğe karar verdiler. Yeniçeri ağası ile kol kethüdası İstanbul’dan uzaklaştırıldı, ocakta nüfuzlu 17 kişi öldürüldü. Yeni bir sefer için gerekli masrafı karşılayacak para bulunmadığı için, «mangır» denilen bakır para basılması öngörüldü. Bunlar için İstanbul’da Tavşantaşı’nda bir mangır darpahanesi yapıldı. Hâzineye yardım düşüncesiyle, «Hamr emaneti» yeniden kuruldu. İlk defa olarak da tütün vergisi konuldu. Haziran 1689 başlarında, büyük bir fırtına çıktı. Boğaz’da ve Üsküdar ile Beşiktaş arasında bulunan kayıkların birçoğu battı. 500 Kişi boğuldu. 12 Temmuz 1689’da İstanbul’da birkaç gün süren şiddetli bir deprem oldu. Bu sıralarda şehirde pahalılık arttı. Et, pirinç ve diğer eşya fiyatları yükseldi. Sadrazam Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşaya narh koyması teklif edildi. Paşa islâmda alışverişin iki tarafın rızasıyle olduğunu ileri sürerek reddetti. 3 Kasım 1690’da çıkan bir yangın sonucunda Valide çarşısı (Mısır çarşısı) baştanbaşa harap oldu. 9 Mayıs 1693’te, Karanlıkmescit mahallesinden çıkan yangın Zeyrek camii ve Atpazarı’na kadar olan yerleri yaktı. 11 Mescit, 838 ev, 98 bina, 3 medrese ve 1 hamam yandı. ü st üste çıkan yangınların doğurduğu büyük yıkımlar üzerine, 1697 yılı temmuzunda hükümet karar almak zorunda kaldı. İstanbul’daki evlerin ve dükkânların kârgir olarak yapılmasına dair İstanbul kaymakamı Osman Paşaya kesin bir emir geldi. 6 Şubat 1695’te Ahmed II öldü. 1698 Yılı kışında, şiddetli soğuklar yüzünden, Haliç dondu. Aynı yıl İstanbul’da Şehremini semtinde 1687 yılında yapılmış olan baruthane yandı. „ Sadrazam Çorlulu Ali Paşanın Parmakkapı’da (şimdi Çarşıkapı) yaptırmağa başlattığı cami, dârülahdis ve tekke tamamlandı (17 mart 1709). Padişahın kızı Fatma Sultan ile Silâhtar Ali Ağanın (Paşa) nikâh ve düğünleri 14 mayısta parlak bir törenle yapıldı. İsveç kralı Charles X II’nin (Demirbaş) gönderdiği elçi İstanbul’a geldi. Sadrazam tarafından kabul edilerek kralın mektubunu teslim etti. 21 Aralık 1710’da Venedik elçisi geldi. Ertesi yıl Kalmuk hanının elçisi huzura kabul olundu (22 temmuz 1771). Evvelce onan mı sona eren Galatasaray, 7 ocak 1715’te açıldı. Burası, bir acemi ocağı kışlası iken, Mehmed IV zamanında, medreseye çevrilmişti. Ahmed IIl’ün emriyle enderuna alınacak acemilerin yetiştirilme yeri haline getirildi. 10 Temmuz 1715’te Kumkapı ve eski Nişanca semtlerini yok eden büyük yangın çıktı. Padişahın emriyle, Topkapı sarayının enderun kısmında baş oda, surre odası, seferli odası ve arz odası arasında bir kütüphane yapıldı (1718). Ahmed III kendi kitapları ile birlikte sarayda bulunan kitapların buraya konmasını bildirdi. Böylece, Ahmed III kütüphanesi meydana geldi. Başta Kandilli sarayı olmak üzere, sarayların onarılmasına başlandı. Sadrazam Damat İbrahim Paşanın yardımı ile Dolmabahçe ve Beşiktaş bahçeleriyle buradaki saraylar onarıldı. Pasarofça barışından sonra, Ahmed IH ’ün İstanbul’a dönmesiyle yeni bir devir açıldı. Bu sırada Cibali iskelesinden yangın çıktı. Hıristiyan ve yahudi evlerinin çoğu ahşap ve köhne olduğundan yandı. İstanbul’da afyon kullanılması yasak edilerek, yakalanan tiryakiler sürüldü. İstanbul’a su getiren kemerlerin bir kısmı, zamanla harap olduğundan, su sıkıntısı çekilmekteydi. Kemerler onarılarak, yeni bentler eklendi. Böylece şehrin su ihtiyacı karşılandı. Padişahın emriyle, İstanbul’da türkçe kitap basan ilk matbaanın kurulmasına başlandı. 1727’de bu matbaa tamamlandı. Aynı yıl İstanbul’da, Üsküdar semtinde ilk defa olarak, bir hendesehane açıldı. Avusturya, Rusya, Hollanda, Ceneviz, Lehistan ve Venedik ile antlaşmalar imzalandı. 28 Eylül günü Patrona Halil isyanı patlak verdi. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile ünlü şair Nedim bu olaylar sırasında öldüler. Şehirde günlerce ihtilâl havası hâkim oldu. Dükkânlar, çarşılar kapandı. Ayaklanmaya karışmayanlar evlerine çekildi. Hıristiyanlardan bir kısmı da adalara kaçtı. 15 Ocakta, başta Patrona Halil olmak üzere isyanın elebaşıları yeni padişah Mahmud I’- in emri ile öldürüldü. 1731’de kadınların erkekleri tahrik edici kıyafetler ile sokaklarda gezmeleri yasak edildi. Galata tarafında akarsu olmadığından Fındıklı’ya kadar olan yerlere padişah emriyle Bahçeköy ve Balaban köyündeki derelerden, kemerlerle su getirildi. Ordunun teknik gelişmesini sağlamak için 1734’te Üsküdar’da Toptaşı’nda Humbarahane ve Hendesehane adlı birer mektep açıldı. 1746 Şubat ayında Beşiktaş sarayı sahilinde bir kasır kurduruldu. Topkapı sarayı dışında deniz kıyısındakî Sinanpaşa köşkü ve Beşiktaş sarayı ile buradaki bahçe onarıldı. 9 Mayıs 1748’de padişah Beşiktaş sarayında oturmağa başladı. 21 Temmuzda çıkan bir yangından Karaman mahallesi, Atpazarı, Sofular semti, Yeniodalar diye anılan yeniçeri kışlaları, Sarıgüzel, Halıcılar köşkü, Etmeydanı yöreleri yandı. Padişahın emri ile Yeniodalar yeniden yapıldı. Mahmud I zamanında İstanbul’da Venedik, İran, İsveç, Avusturya, Rusya, Sicilya, Toscana ile antlaşmalar imzalandı. 23 Aralık 1754’te yeni padişah Osman III Eyüp türbesinde törenle kılıç kuşandı. Osman IH ’ün kısa saltanat süresinde İstanbul yangınları biribirini kovaladı. 8 Kasım 1757’- de Mustafa III Eyüp türbesinde kılıç kuşandı. İstanbul’da yaşayan rum, ermeni ve yahudilerin eski kıyafetlerini korumaları hakkında bir ferman çıkarıldı. 10 Nisan 1760’ta Lâleli camiinin temeli atıldı. Abdülhamid I başa geçti (27 ocak 1774). Zamanında İstanbul yine çok büyük yangınlar gördü. Bunların en ünlüsü olan Cibali yangınında 20 000 ev yandı. Abdülhamid IlI’ün ilk devirlerinde, Rusya ve Avusturya ispanya ile antlaşmalar imzalandı. Selim IIl’ün ilk devrinde, Rusya ve Avusturya ile başlayan savaşlar yüzünden İstanbul’da besin maddelerinin fiyatı arttı. Halk büyük bir sıkıntıya uğradı. Bu arada şehirde dolandırıcılık çoğaldı. Bu sebeple, Anadolu’­ dan İstanbul’a yakın zamanlarda gelen, hamal, kayıkçı ve dükkân çırakları geri gönderildi. Ayrıca, İstanbul medrese ve tekkeleri yoklanarak buralarda sürekli oturanlar tespit edildi. 1792’de Halıcıoğlu’nda topçu ve istihkâm zabiti yetiştirmek üzere, kumbarahane kuruldu. Üç yıl sonra da gene aynı yerde Mühendishanei Fünunu Berrîyei Hümayun yaptırılarak derslere başlandı. 1805 Yılı nisan ayında, İstanbul’da görülmemiş derecede soğuklar başladı. 7 Ekim gece yarısına doğru Salmatomruk mahallesinde, Mollaaşkî camii civarında yangın çıktı, birçok ev yandı. 25 Mayıs 1807’de Selim IlI’ün tahttan indirilmesiyle sonuçlanan Kabakçı Mustafa olayı patlak verdi. 4 Gün sonra Selim IIl’ün yerine Mustafa IV padişah oldu. 28 Temmuz 1808’de Alemdar Mustafa Paşa İstanbul’a gelerek, Babıâli ve sarayı bastı. Mustafa IV tahttan indirilerek yerine Mahmud II padişah oldu. Mahmud II sekbanıcedit adlı yeni bir ordu kurdu. 17 Haziran 1811’de yağan sürekli yağmurlardan Beşiktaş semtini sel bastı. Bu yüzden boğulanlar oldu. 1812’de, İzmir’­ den gelen bir tüccar gemisi İstanbul’a veba salgını getirdi. Salgın, önce Galata, Beyoğlu ve Tatavla’da (Kurtuluş) görüldü. Sonra Fener ve Kumkapı mahallelerine atladı. İstanbul kapılarından çıkan cenaze sayısı, eylül ayında günde 1 000 – 1 500’ü buldu. Galata, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri de göz önünde tutulursa salgından ölenlerin sayısı günde 3 000’i buluyordu. 1813 Yılı mart ayı başlarında, daha önce yanan Cebeciler kışlası onarılmağa başlandı. 1817 Yılı ocak ayından ağustos ayına kadar İstanbul’da büyüklü küçüklü 73 yangın çıktı. 2 Mart 1823*te Tophane’de Firuzağa camii civarında çıkan yangında ermeni kilisesi, topçu ve top arabacısı kışlaları, Cihangir camii yandı. 1825 Yılı nisan ayında İstanbul’da çiçek hastalığı salgını görüldü. Sarayda bir şehzade ile iki sultan, hastalığa yakalanarak öldü. 3 Yıl önce Tophane’de yapılmağa başlanan Nusretiye camii 1826 yılı mart ayında tamamlandı. Yeniçeriler 15 haziran 1826’da başkaldırdı. Ayaklanma bastırılarak Yeniçeri ocağı kaldırıldı. İstanbul ile Galata ve Üsküdar’ın erkek nüfusu defterlere kaydolundu. Bu kayıtlara göre, yalnız İstanbul’da müslüman sayısı 45 000, ermeni sayısı 30 000, rum sayısı 20 000 idi. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendinin teklifi üzerine orduya hekim ve cerrah yetiştirmek üzere Tıbhane ve Cerrahanei Âmire kuruldu (1827). Edirne barışının yapılması üzerine (15 eylül 1828), İstanbul halkı telâş ve korkudan kurtuldu. 3 Şubat 1829’da Selimiye kışlası tamamlanarak açılış töreni yapıldı. 3 M artta Mahmud II kavuk giyilmesini yasakladı. 1831’de, İstanbul’da Takvim-i Vekayt adlı ilk gazete yayımlanmağa başladı. 3 Şubat 1832’de bazı yiyecek maddelerine narh konuldu (bir okka şehriyeye 68, bir yumurtaya 5, bir okka una 40, bir okka zeytin yağına 96, bir okka sabuna 100, bir okka yağ mumuna 158 para). Bentler temizlenerek, şehre bol miktarda temiz su gelmesi sağlandı. Beylerbeyi’ndeki ahşap saray tamamlandı ve 26 mayısta padişah 83 Surlar ……… Bizans surları Septimus Severus surları nırniTiım Konstantin surları Theodosios surları Denizden kazanılan saha A Bizans kiliseleri E Manastırlar ■ ■ Kamuya ait (Saraylar ve bin Eski hali be,li K û S o olmayan halk inşaatı ■ Başlıca yollar B & Sarnıçlar Konstantin devrinde şehrin yayılışı – Theodosios devrinde genişlemesi İmtiyazlar Venedikliler h-.ı–=j Cenevizliler l l l l l l Pisalılar buraya taşındı. 11 Eylül 1832’de İstanbul büyük bir yangın daha geçirdi. Saraçhane ve Kavafhane gibi büyük çarşılar ve İstanbul tarafının yarısına yakın kısmı yanarak kül oldu. 19 Ağustos gecesi, Beyazıt’ta Kâğıtçılar çarşısından çıkan yangında Tülbentçiler ve Mürekkepçiler yandı. Rumeli’ye bir seyahat yapmağa karar veren Mahmud II, 30 nisan 1837’de Nusretiye kalyonu ile, Varna’ya hareket etti. 21 Ocak 1839’da sabaha karşı çıkan yangında Babıâli tamamen yandı. Devlet işlerinin durmaması için Babı âli memurları «Divan-ı De’avî» nazırı Necib Efendinin Beyazıt’taki konağında çalışmağa başladılar. Mahmud II, 2 temmuz 1839’da Çamlıca’daki köşkünde öldü. Babasının yerine Osmanlı tahtına 16 yaşında Abdülmecid çıktı (13 temmuz). 5 Kasım 1839’da hariciye nazırı Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane bahçesinde okunan hatt-ı hümayun ile, Tanzimatı Hayriye ilân edildi. 1841 Mart ayı başında İstanbul’da ekmeğin okkası 42 paradan 38 paraya indirildi. Yanmış olan Babıâli tamamlanarak açılış töreni yapıldı. Padişahın annesi Bezmiâlem Valide Sultan, yoksullar için, Yenibahçe’de bir hastahane kurdurdu (1845). Eski Gümrükönü (Eminönü) ile Karaköy kapısı arasında, dubalar üzerine büyük bir köprü kuruldu. Böylece İstanbul ve Galata birbirine bağlandı. Halk üç gün parasız Theodosios Z afer lakı ® \ 2 ) Konstantin sütunu (Çem berlitc A rcad iu s sütunu * ( J / — Moukhliotissa kilisesi Meryem ane manastırı Bağdan sarayı A ya Nikola \ ° / ~ Theodosios kilisesi (9 ) Binbirdirek sarnıcı — Yerebatan sarnıcı (11) —^ Soter m anastırı — Ste İrene (13) _ Akataleptus m onostırı W (İÎV – Bodrum camii İSTANBUL 84 İstanbul surları geçtikten sonra, müruriye denilen bir geçiş parası alınmağa başlandı (1845). 1846’da İstanbul’da bir dârülfünun (üniversite) kurulmasına karar verildi. Bu bina, adliye olarak kullanıldığı sırada, 1934 yılında yandı. 1846’da padişahın emri ile, Esir pazarı dağıtıldı. Bir süreden beri onarılmakta olan Ayasofya camii büyük törenle ibadete açıldı (29 temmuz 1849). Çırağan sarayı civarında yapılmasına başlanan Mecidiye camii de tamamlandı. İstanbul’da Encümeni Daniş açıldı (18 temmuz 1851). Çanakkale’nin dışında bulunan İngiliz ve fransız donanmaları, BabIâli’nin daveti üzerine, Çanakkale’yi geçerek, Marmara denizine girdi ve İstanbul önüne geldi. Bu arada İstanbul – Edirne – Varna arasında, Türkiye ve İstanbul’da kurulan ilk telgraf hattı işletmeye açıldı (9 eylül 1855). Abdülmecid’in yerine tahta geçen Abdülaziz zamanında İstanbul’da Edebiyat fakültesi (1863), İstanbul Sanayi mektebi (sanat okulu) açıldı (1864). Ayrıca memurlara batı dillerini öğretmek için ilk resmî dil okulu açıldı (1864). İki yıl sonra da Mülkiye tıbbiyesi hizmete girdi. Bu arada açılan Şûrayı Devlet (10 mayıs 1868), Galatasaray mektebi (1 eylül 1868), Dârülfünunu Osmanî (1870) gibi okullar İstanbul’da kültür hayatına yeni bir renk getirdi. Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra (30 mayıs 1876) yerine Murad V getirildi. Ruh hastası olan yeni padişah ancak 93 gün tahtta kalabildi. Yerine Meşrutiyeti ilân edeceğine söz veren Abdülhamid II geçirildi. İlk Kanuni Esasî yapıldı. Meclisi Mebusan’ın hazırlanıp açılması için çalışmalar başladı. Ancak devrimcilerin ümit bağladığı Midhat Paşa Sadaretten azledilerek yurt dışına sürüldü (5 şubat 1877). Meclisi Mebusan açıldı (19 mart 1877). Fakat Meclis fazla çalışamayarak Abdülhamid II tarafından kapatıldı. 1878-1908 Arası İstanbul halkı için İstibdat devri oldu. Halk birbirinden şüphelenmeğe başladı. Bu dönemde Beyazıt’ta genel bir kütüphane (1882), Sanayii Nefise mektebi (Güzel Sanatlar akademisi) [1833], Ticaret mektebi (1884) açıldı. Abdülhamid II, ikinci defa Meşrutiyeti ilân etmek zorunda kaldı (21 temmuz 1908). Aynı yıl İstanbul’da Fen fakültesi öğretime başladı. 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart irtica olayı meydana geldi. Selânik’te kurulan ve İstanbul’a gelen Hareket ordusu, Abdülhamid II’yi tahttan indirdi. Yerine Mehmed V Osmanlı tahtına çıktı. İstanbul’da, ilk polis mektebi açıldı (11 kasım 1909). Aynı yıl Kadırga’- da Dişçi mektebi kuruldu. 19 Ocak 1910’da bir elektrik arızası yüzünden İstanbul’un en büyük binalarından biri olan Çırağan sarayı yandı. Sadrazam ve harbiye nazırı Mahmud Şevket Paşa, Harbiye nezaretinden Babıâli’ye otomobille giderken öldürüldü (11 haziran 1913). Said Halim Paşa Sadarete getirildi. Türk ordusunu planlı bir şekilde eğitmek için Liman von Sanders, 42 kişi ile İstanbul’a geldi. 10 Haziran 1918’djs, 7 500 binanın yanmasına sebep olan Fatih yangını başladı. Küçükmustafapaşa’dan Samatya’ya doğru ilerleyen yangın İstanbul’un onda birini yok etti. ‘ Mehmed V’in ölümünden sonra (3 temmuz 1918) Vahdeddin tahta geçti. Zamanında, İstanbul ilk hava saldırısına uğradı. Birinci Cihan savaşının kaybedilmesinden sonra itilâf devletlerine ait 55 savaş gemisi İstanbul’a geldi (13 kasım 1918). Padişaha yapılan baskı sonunda Vahdeddin Meclisi Mebusanı dağıttı (30 ocak 1918). 16 Mayısta Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) Kurtuluş savaşına başlamak üzere İstanbul’­ dan Samsun’a hareket etti. Anadolu’da kazanılan zaferlerden sonra padişah bir İngiliz zırhlısına binerek İstanbul’dan gizlice kaçtı (16 ekim 1922). Bu olaydan üç gün sonra T.B.M.M. kararı ile Abdülmecid Efendi İstanbul’da halife oldu. 2 Ekim 1923’te işgal kuvvetleri Dolmabahçe meydanındaki türk bayrağını selâmlayarak, gemilerine binip İstanbul’dan ayrıldı. 6 Ekim 1923’te türk ordusu İstanbul’a girdi. GÜZEL SA N A T L A R • Eskiçağ. İlk Byzantion şehrinde çevresinin 5’i kara tarafından olmak üzere 35 stadion vardı ve 27 kuleye sahip surlar etrafını çeviriyordu. Bu muntazam yontulmuş taşlardan yapılmış surların Thrakion pyle (Trakya kapısı) denilen bir kapısı bulunuyordu. Sirkeci ile Sarayburnu arasında Neorion ve Bosporion (veya Prosphorion adlarındaki limanlar vardı. Bunların girişleri kulelerle korunmuştu ve rıhtımları taştandı. Bu saha içinde yüksek bir yerde Akropolis bulunuyordu. Bu eski şehrin gerek deniz kıyısında, gerek Akropolis’- indeki tapınakların (Athena, Poseidon, Tykhe, Zeus, Hekate, Aphrodite, Artemis, Dionysos) adları bilinir, fakat izlerine rastlanmamıştır. Sarayburnu bölgesinde evvelce karşılaşılan kalın bir duvar kalıntısının ilk şehrin surlarına ait olduğu sanılmıştır. Surların dışındaki arazide olan nekropolis’e (mezarlık) ait bazı eski mezar stelleri zaman zaman ortaya çıkar. Roma çağı içlerine kadar bu ölçülerde gelen Byzantion’un su yollarının, Hadrianus’un 123’e doğru buraya geldiğinde yapıldığı söylenir. Severus’un şehri Batı’ya doğru 300 m kadar genişlettiği, yeni surun, Sirkeci’deki Neorion’dan Çemberlitaş’a çıktığı ve buradan da doğuya kıvrılarak Marmara’ya indiği kabul edilir. Severus 203’te Hipodrom’ un (Atmeydanı) inşaasını başlatmış ama, bu yapı yarım kalmıştır. Ayrıca Zeuksippos hamamıyle, Sarayburnu’nda bir tiyatro, kuzey yamacında bir stadion inşa ettirmiş, Zeus, Aphrodite, Apollon, Artemis, Poseidon ve Demeter tapınaklarını yeniden yaptırmıştı. Hipodrom’un kuzey girişinden surların kara tarafındaki esas kapısına kadar, şimdiki Divanyolu caddesi izini takip eden iki tarafı direkli bir yol da (lat. porticus) yaptırmıştı. Nekropolis surların dışında Çemberlitaş’tan batıya doğru uzanıyordu. Severus’un inşa ettirdiği devasa ölçüdeki hamamın ise sur dışında bulunduğu sanılır. Constantinus’un yaptırdığı surların kesin güzergâhı bilinftıemektedir. Cerrahpaşa’nın batısında Isakapısı (halk dilinde Esekapısı) denilen yere bu adın, bu duvarların 1509’a kadar duran bir kapısından dolayı verildiği ileri sürülürse de, bunun inandırıcı bir dayanağı yoktur. Tahmin edildiğine göre Constantinus surları Haliç kıyısında Ayakapısı veya Unkapanı’ndan, Fatih’e veya Sultanselim’e çıkıyor, buradan Yenibahçe’de Lykos, sonraki adı ile Bayrampaşa deresine iniyor, Haseki ile Çapa arasında, isakapısı’ndan geçerek Samatya doğusunda Marmara’ya varıyordu. Constantinus yeni şehrin ortasında forum Constantini veya kısaca Phoros denilen, etrafı direkli oval biçimli bir meydan yaptırarak, bunun ortasına bugün Çemberlitaş (Türk devrinde Dikilitaş) adı verilen kırmızı porfir anıtı diktirir, Büyük sarayın binalarını, şehrin M armara’ya bakan yamacında yaptırmağa başlar, Senato’yu inşa ettirir ve Hipodrom’u tamamlatarak, heykel ve anıtlarla süsletir. Şehrin caddesi Mese, yeni surlara doğru uzatılmıştır. Rhea ve Tykhe tapınaklarından başka, hıristiyanların iddialarına göre ilk Ayasofya’yı teşkil eden Megale Ekklesia’m n temeli atılmış, ayrıca Hagia Eirene ve Fatih’teki Hagioi Apostoloi («aziz havariler») kiliselerinin de ilk binaları kurulmuştur. Yeni şehirde yerleşmeğe teşvik olunan romalı ilerigelenler de imara yardımcı olmuşlardır. Constantinus şehri süslemek üzere çeşitli yerlerden eski anıtları buraya getirtti (Burmalı [veya Yılanlı] sütun ile Çemberlitaş). Ondan sonraki imparatorlar başlanmış işlere devam ettiler. Constantius Ayasofya’yı ve Yerebatan yakınındaki kitaplığı tamamlattı, lulianus, Türk devrinde Kadırga limanı denilen yerde 362’de kendi adı ile anılan yeni bir liman yaptırdı, Valens ise 368-378 arasında şehrin su tesislerini tamamlattı. Theodosius I, Aksaray’da Bus adında bir meydan yaptırdı, 386’da da onun adına Beyazıt’ta dışı kabartmalarla süslü büyük bir anıt dikildi, 393’te şehrin en büyük meydanı olarak Beyazıt’ta forum Tauri veya Theodosiacum veya kısaca Tauros denilen muhteşem alan yapıldı. Bu meydanın anıtlarından birinin parçaları son yıllarda tekrar ortaya çıktı. Aynı İmparator, Hipodrom’u süslemek üzere M ısır’dan getirilen Thutmosis IIl’ün obeliskini (Dikilitaş) 390’a doğru şimdiki yerine diktirdi. Ayrıca, Marmara kıyılarında Langa denilen yerdeki büyük Eleuterios limanını yaptırttı. Oğlu Arcadius zamanında 403’e doğru, şehrin güneydeki 7 tepesi üzerinde şimdiki Cerrahpaşa’da, Forum Arcadi denilen meydanı yaptırmağa başladı, Tauros’dakine benzer bir anıtla süslenen bu meydan ancak 421’de tamamlandı. Üzerinde Arcadius’un heykeli bulunan anıt, 1711’de yıktırıldı, bugün sadece kaidesi durur. • Surlar. İstanbul’un çevresi Bizans devrinde surlarla çevrilmişti. Kara, Haliç ve Marmara tarafı bölümlerine ayrılan surlar, Theodosius II zamanında (439) yeni ilâvelerle birbirini kesintisiz olarak tamamlayacak duruma getirildi. Bk. sur. • Su yolları. İstanbul’un ilk esaslı su yollarının 123’e doğru Hadrianus zamanında yapıldığını ve bunların Constantinus devrinde geliştirildiğini» iddia edenler vardır. Şehrin dışındaki kaynaklardan toplanan sular, yeraltı kanalları sayesinde surların içine getiriliyor, burada yüksek noktalarda inşa edilmiş olan baş havuzlarda biriktirildikten sonra şehrin çeşitli yer-‘ lerine yine kanallarla dağıtılıyordu. Esas itibariyle Valens zamanında yapılan bir kemer, suyun şehrin çukur bir arazi üzerinden geçirilmesini sağlıyordu. İstanbul’u kuşatan düşman kuvvetleri tarafından tahrip edilen dış kanallar tamir edilemediğinden, bu tesisler yavaş yavaş önemini kaybetti ve bunların yerini kapalı sarnıçlar aldı. Büyük toplama havuzlarından 244 X 85 m ölçüsünde olan ilki Karagümrük’te (Karagümrük spor sahası), 152 X 152 m ölçüsünde olan İkincisi Sultanselim camiinin güney tarafında, 170 X 140 m ölçüsünde olan üçüncüsü ise Altımeımer’dedir. Bunlardan birincisinin 424’e doğru Aetios, İkincisinin 460’a doğru Aspar, üçüncüsünün ise Anastasios (491-518) tarafından yapıldığı bazı kaynakların ifadelerine dayanılarak tahmin olunur. Üçüncü havuz, yakınında Hagios Mokios kilisesi olduğu için, Hagios su haznesi olarak da tanınmıştı. İstanbul’da irili ufaklı çok sayıda kapalı sarnıç da yapılmıştı. Bunlardan Constantinus devrinde yaşayan Philoksenos’un sarayına ait olduğu sanılan 224 sütunlu bir tanesi, bugün Binbirdirek* sarnıcı olarak tanınmaktadır. İstanbul’un en büyük kapalı sarnıcı ise, lustinianos tarafından kaya içine oyulmak suretiyle yaptırılan ve Basilika civarında olan 140 X 70 m ölçüsünde, 336 sütunlu Yerebatan* sarnıcıdır. Şimdiye kadar şehir içinde kırk kadar kapalı sarnıç tespit edildi. Bunların en önemlileri sarayın ilk avlusunda Hagia Eirene, Atatürk bulvarı yanında Pantokrator, Samatya’da Ştudios, Parkın içinde Gülhane parkı, Lâleli’de Myralaion, Dârüşşafaka alt tarafında SultanseFoto. Hürriyet arşivi (MEYDAN) lim . sarnıçlarıdır. Bunlardan bir kısmı aslında üzerlerindeki binalara teras vazifesini görmek üzere yapılmış, bir kısmı da bir binanın mahzeniyken sonraları sarnıç halina getirilmiştir. Lâleli’de Bodrum camii altındaki sarnıç ise, Geç Roma devrine ait büyük bir yuvarlak binanın içine yerleştirilmiştir. Şimdiye kadar bilinmeyen bir sarnıç da Beyazıt’ta geçidin içinde meydana çıktı. İçi su dolu güzel, ufak bir sarnıç da Fatih’te Ortacami altındadır. • Cadde-Meydan ve Anıtlar. İstanbul’un caddelerinin izleri bazı kazılarda bulundu. Şehrin büyük meydanlarından da bugüne kadar bir iz kalmadı, ancak bunları süsleyen anıtlardan bazıları hâlâ durmaktadır. Mahiyet itibariyle farkli olmakla beraber, meydanlar arasında zikredilen Hipodrom’un bazı kalıntılarıyle, Marmara tarafındaki kavisli ucu ve ortasındaki anıtlardan Dikilitaş, Burmalı sütun ve örme obelisk durmaktadır. Ayasofya önündeki Augusteon meydanını süsleyen heykellerden yalnız, imparatoriçe Eudokia’nın gümüş heykelinin kaidesi, müzededir. Konstantinos meydanındaki büyük porfir anıt bugün Çemberlitaş>tır. Tauros meydanında çeşitli anıtların kaybolmuş ve buradaki zafer anıtının bazı parçaları Beyazıt hamamı temellerinde görülmüştür. 1928’de Simkeşhane’nin avlusunda, buradaki büyük methal anıtının kaidesi ve parçaları meydana çıkartılmış, 1956’da anıtın diğer elemanları da bulunmuştur. Arkadios forumunu süsleyen zafer anıtının ise yalnız alt kısmı kalmıştır. İstanbul’un diğer anıtlarından Sarayburnu*nda Gotlar sütunu ile Fatih’te Kıztaşı adı ile tanınan Markianos sütunu durmaktadır. • Saraylar. İstanbul’da XI. yy.a kadar imparatorların oturdukları Büyüksaray’tda birkaç yıkıntı, bir döşeme mozaiğiyle kıyıda balkonlu ve kemerli bir pavyon yıkıntısı gibi pek az izler ile; XI. yy.dan 1453’e kadar oturdukları Blakhernai sarayından Anemas zindanı olarak tanınan mahzenler ve Tekfur sarayı kalmıştır. Son zamanlarda çeşitli inşaat kazıları sırasında bazı özel sarayların kalıntılarına rastlandı. Nitekim, Şehzadebaşı’nda, Belediye sarayı inşaatı yerinde eski bir sarayın döşeme mozaikleri, yeni Adliye sarayı inşaat yerinde de Ant iokhos ve Lausos saraylarının kalıntıları bulundu. Gülhane bölgesinde 1920-1923’te yapılan kazılar, XI. yy.a ait Mangana sarayının temel mahzenlerini ortaya koydu. • Kilise ve Manastırlar. Kaynaklarda Ortaçağda İstanbul’daki kilise ve manastır sayısının 500’ü bulduğu ileri sürülür, fakat bunların bir kısmının aynı binanın ikinci yapısına ait olduğu veya bir kilisenin içindeki hücrelerin veya bitişiğindeki eklerin ayrı ad alması düşünülecek olursa, İstanbul’daki kilise ve manastır sayısının gerçekte bu derece çok olmadığı anlaşılır. İmparatorluğun son devirlerinde yangınlar ve bakımsızlık yüzünden fetih arefesinde ancak 50 kadar manastır ve kilisenin ayakta olduğu da tespit edilmiştir. 1453’- ten sonra ağır ağır bu manastırların kiliseleri cami veya mescit haline getirildi, muhtemelen ahşap olan manastır hücreleri ise zamanla ortadan kalktı. a) Cami haline getirilen kiliseler: İstanbul’un en önemli kilisesi Hagia Sophia’dır. (Bk. ayasofya.) Yedikule yakınında Samatya’da bulunan İmrahorilyasbey camii 463’- te yapılan Stoudios manastırının, Hagios loannes Prodromos’a ithaf edilmiş basilika biçimindeki kilisesidir. Sultanahmet’in alt tarafında sahilde olan Küçük Ayasofya ise lustinianos’un yaptırdığı Hagios Seregios ve Bakhos kilisesidir. Yenibahçe’de Fenarîisa camii, Lips manastırının kilisesi olarak kuzeyindeki X. yy., güneyindeki XIII. yy.a ait bitişik iki kiliseden meydana gelmiştir. Lâleli’de harap Bodrum veya Mesihpaşa camii imparator Romanos Lekapenos’un (920-944) yaptırttığı Myralaion manastırı kilisesi olduğu zannedilmektedir. Kocamustafapaşa camii eski temel üzerine yeniden yapılan Hosios Andreas manastırının kilisesidir. Ayvansaray’da Atikmust af apaşa veya Câbir camiinin eski adı bilinmemekte, fakat IX.yy.da yapılan Hagia Thekla kilisesi olduğu tahmin edilmektedir. Şehzadebaşı’ndaki Kalenderhane camiinin de 500 yıllarında mevcut Diekonissa veya yapıldığı ta* rih kesin olarak bilinmeyen, fakat XI.yy.da adı geçen Akataleptos manastırı kilisesi olduğu yolunda iki varsayım ortaya atılmıştır. Anaimparatoriçe Anna Dalassena’- nın XII.yy. başlarında yaptırdığı, Pantepoptes manastırı kilisesi, Fatih yakınlarındaki Eskiimaret camii, XII. yy.da Komnenos sülâlesi tarafından muazzam bir manastıra ait olarak birbirine bitişik üç kilise halinde kurulan Pantokrator manastırı kilisesi ise bugün Zeyrek Kilise camiidir. Edirnekapı yakınındaki Kariye Kilise camii çok eski bir tarihi olan Khora manastırının belki daha eski kalıntıları üzerine XII. yy.­ da inşa edilen ve XIV. yy.da genişletilerek mozaiklerle süslenen kilisesidir. Çarşamba semtindeki Fethiye camii daha eski bir manastırın yerine XIII. yy.da genişletilen Pammakaristos manastırının kilisesidir. Bugün Cibali’de Gül camii olarak tanınan bina VII. yy.a ait Hagia Euphemia (sonraları Hagia Theodosia), Vefa’da Kilise camii veya Mollagürani camii olarak tanınan bina ise, eski adı meçhul fakat esası XII. yy.a, narteks (dışholü) kısmı XIV. yy. başlarına ait bir kilisedir. b) Mescit haline getirilen şapeller. Küçük ölçüdeki eski kilise ve manastır kalıntıları da bulundukları semtler Türkl’er tarafından iskân edildikçe mescit haline getirildi. Ancak bunların eski adları bilinmemektedir. 1894 Depreminde veya son büyük yangınlarda harap olmuş, birkaçı da yeni imar işleri yapılırken ortadan kaldırılmıştır. Topkapı’da Manastır mescidi (XIII. yy. ?), Cerrahpaşa’da İbrahimpaşa (veya Esekapı) mescidi (XIII. yy. – 1894’te yıkıldı). Samatya’da Sancaktar mescidi (VI. yy. ?- harap), Zeyrek’te Şeyhsüleyman mescidi, Atatürk bulvarı yanında Sekbanbaşı İbrahimağa mescidi (1943’te yıktırıldı), Şehzadebaşı’nda Balabanağa mescidi (1932’de yıktırıldı), Ayakapı’da Şeyhmurad mescidi (yıktırıldı), Ayakapı’da Sinanpaşa mescidi (harap), Karagümrük’te Odalar mescidi (yandı, yeri kayboldu), aynı yerde Kefeli mescidi, Ayvansaray’da Tokluibrahimdede mescidi (yıktırıldı), Alemdar’da Acemağa mescidi (Khalkoprateia kilisesinin bir parçası-harap), İstanbul’un küçük kiliselerinin veya manastır kalıntılarının mescide çevrilmek suretiyle sağlam veya harap bir halde zamanımıza kadar gelmiş olanlarıdır. c) Kilise olarak kalanlar. Bizans devrinden beri ortodoksların elinde, yalnız Fener’de XIII. yy.a ait Panagia Moukhliotissa manastırının kilisesi kaldı. Kilise olarak kalan binalardan Peribleptos manastırı kilisesi sonraları ermenilere geçti ve yandı. Dr aman civarındaki Hagios Nikolaos kilisesi de uzun zaman Boğdan voyvodalarının özel kilisesi olarak kullanılmıştır. ç) İbadet yeri olmayan kiliseler. Ayasofya’dan sonra İstanbul’un ikinci büyük kilisesi olan Hagia Eirene kilisesi uzun zaman iç cephane olarak kullanılmış, Sultanahmet yakınındaki Hagia Euphemia martyrionu (şehitlik) ise ambar olarak kullanıldıktan sonra harap olmuş 1941’de bir kazı sonunda kalıntıları meydana çıkmıştır. İstanbul’un üçüncü büyük kilisesi olan ve VI. yy. da yeniden yapılmış olan Hagoi Apostoloji (Havvariyuri) kilisesi, fetihten az sonra çok harap bir halde olduğundan yıktırılarak yerine Fatih camii yapılmış, Sarayburnu ile Gülhane arasında bulunan Philanthropos, Georgios, Hodigitria, Panakhrantos kiliseleri ise, zamanla yok olarak, yalnız temelleri ve mahzenleri kalmıştır. • Türk devri eserleri. 1453’te Fatih ile İstanbul için programlı bir gelişme devresi başladı. Fatih önce şehrin kalabalıklaşması için çeşitli yerlerden göçmenler getirtti, yeni su yolları yaptırarak akarsu ihtiyacını karşıladı, türk şehircilik prensiplerine uygun olarak, camiler, mescitler ile çeşitli vakıf binalar yaptırdı. Ayrıca hamamlar, çar şılar tamamen türk şehir anlayışının ifadesi olan bedestenler, han ve kervansaraylar yapılmağa başlandı. Şehrin merkezinde çeşitli ekleriyle çerçevelenen Fatih külliyesi sadece bir cami değil, medreseleri, dârüşşifası, tabhane ve kervansarayı, hamam ve çarşısı ile her bakımdan şehrin en önemli sosyal merkezi oldu. Bizans’ın şehir sistemi değişti, limanlar doldu, yalnız bir tanesi Marmara kıyısında Kadırga limanı adı ile bir süre daha kullanıldı. Zaten harabe halindeki Hipodrom ile imparatorluk sarayları büsbütün bırakıldı, buna karşılık biri Beyazıt’ta Eski saray, değeri şimdiki Topkapı sarayı yerindeki Yeni saray olmak üzere iki ayrı büyük saray kurulmağa başlandı, bunlardan İkincisi kuvvetli bir surla şehirden ayrıldı. Yedikule’de ayrıca bir hisar inşa edildi. XVI. yy. başlarında (1509), Bayezid II zamanında vuku bulan çok şiddetli bir deprem yeni kurulan Türk İstanbul için bir felâket oldu. Şehirde basit alışveriş, büyük ticaret ve sanayi mıntıkaları ayrılmış, eski direkli caddeler unutulmuş, büyük ticarî merkezler bedestenler’ etrafına toplanmıştı. Büyük camilerin çevresinde çarşılar doğdu. Yabancılar, Bizans devrinin sonlarından beri seçtikleri Galata’da oturduklarından yavaş yavaş gerilere, Beyoğlu bağları içine yayıldılar, osmanlı askerî tesisleri şehrin çeşitli yerlerinde kuruldu. Kasımpaşa tersanenin, Tophane top dökümhanesinin, şehrin batı ciheti de baruthanelerin merkezi olmuştu. Şehrin çevresi koyu gölgeli selvilerle kaplı mezarlıklar ile sınırlanıyordu. Şehrin anacaddesi yine Divanyolu idi. XIX. yy.ın ikinci yarısından itibaren özellikle hızlanan batılılaşma eğilimi, şehrin gelişmesinde de kendini gösterdi, bir taraftan eski mahalleler ihmal edilirken, dış çevrelerde yeni ve ‘ değişik görünüşlü mahalleler doğdu (Nişantaşı, Teşvikiye, Şişli, Erenköy v.b.) Zümreler arasındaki ayırıcı bölgeler kalktı. • Askerî tesisler. Hisarlar. İstanbul’un fethinden çok önce, Bayezid I tarafından’ Boğaz’ı kontrol etmek ve Bizans’a karşı bir köprübaşı olmak üzere XIV. yy. sonlarında bugün Anadoluhisarı (bk. a n adolu hİs a r i ) denilen kale yapılmıştır. Tarihlerde Yenice veya Akçahisar veyahut Güzelcehisar adlarıyle de anılan bu kalenin şehrin fethinden az önce muhasara hazırlıkları sırasında Fatih Sultan Mehmed tarafından 1452’de bir dış tahkimat sistemi yapımıyle daha da kuvvetlendirildiği bilinir. İstanbul’u kuşatma hazırlıkları sırasında, Fatih, Boğaz’ı tam bir kontrol altına almak amacıyle karşı yakada ve Anadoluhisarının karşısında ikinci bir hisarın yapılması lüzumunu gördü, kısa bir süre içinde Boğazkesen veya Yenihisar denilen Rumelihisarı (bk. RUMELİHİSARI) inşa edildi. Şehir alındıktan sonra, Fatih bir içkale teşkil etmek üzere, İstanbul’un güneybatı köşesinde bizans surlarının iç tarafında ve onlara bitişik yeni bir hisar daha yaptırdı. Theodosios II’nin (408-450) inşa ettirdiği surların imparatorlara mahsus tören kapısı olan Porta Aurea’nın (Altınkapı) çifte kulesinden de faydalanılarak yapılan ve Ortaçağ için çok modern sayılabilecek bir plan tertibine göre yıldız biçimindeki Yedikule hisarının (1457-1458) kurulmasındaki ana gayenin ne olduğunu anlamak mümkün olmamıştır. Bir süre devlet hâzinesinin muhafaza edildiği Yedikule hisarı, diğer hisarlar gibi hapishane olarak da kullanıldı ve osmanlı tarihindeki Genç Osman’ın öldürülmesi (1622), Davud Paşanın, Deli Hüseyin Paşanın idamları (1660) gibi bazı olaylara sahne oldu. Burada enterne edilen yabancı sefaret mensuplarıyle bazı esirlerin, çeşitli dillerde yazdırdıkları kitabeler, bir kulenin duvarlarında görülebilir. Şehri korumak amacıyle Murad IV (1623- 1640) devrinde, Boğaz’ın yukarı kısımlarında birtakım kaleler daha yapıldı, sonraları, buralarda özellikle Kavaklar bölgesinde istihkâm ve tabyalar inşa olundu. Baruthane – Tophane. İstanbul içinde muhtelif askerî teçhizat ve mühimmat atelyeleri mevcut olduğu bilinmektedir. 1490’- da ilk baruthane (bk. baruthane) Sultanahmet semti dolaylarında eski bir bizans kilisesinde kurulmuştu. Bu baruthanenin yıldırım çarpması ile havaya uçarak yok olduğu bilinir. Kâğıthane’de kurulan ikinci baruthanenin, 1647 tarihli bir belgeye göre, Sultan İbrahim devrinde de çalıştığı bilinir. Şehrin içinde, Topkapı ile Şehremini arasındaki sahada kurulan üçüncü baruthane, 1668’den 1698 yılına kadar çalıştı, bu tarihte etrafındaki mahallelerle birlikte yandı. Bu denemelerden sonra artık barut yapımının şehrin dışına çıka­ İSTANBUL 86 Bodrum camii (Myralaion manastırı) [M. S. 10. yy.] g p w p – W ‘ *. -v : Fenarîisa camii M.S. X .-X IV . yy. rılması zarureti duyuldu, bunun için, 1699’- da Yedikule dışında Kazlıçeşme ile Bakırköy arasındaki alanda bulunan iskenderçelebi bahçesi ve mesiresi yerinde yeni bir baruthane kuruldu. Bu da 1726’da bir yangın ile harap oldu, fakat derhal tamir edildi. Bugüne kadar gelen bu tesisler son on yıl içinde kaldırılarak, araziden başka türlü faydalanılması yoluna gidildi. Selim III (1789-1807) zamanında, Küçükçekmece gölünün kuzeyinde Azatlı mevkiinde yeni bir baruthane daha yapıldı. Sürekli olarak genişleyen ve tamirler gören bu büyük tesis de 1877 Türk-Rus savaşına kadar çalıştı. Bu sırada harp olduğundan, arazisi çiftlik haline getirilerek özel mülkiyete geçirildi. Şehrin içindeki eski askerî tesislerin en değerlisi, şüphesiz Tophane semtine adını veren büyük top dökümhanesidir. Tamamen sınaî bir kuruluş olmasına rağmen ahenkli ve haşmetli bir mimarî eser hüviyetinde olan bu yapının esası, türk idaresinin başlarında kurulmuştu, üzerindeki kitabeye göre Selim III tarafından tamir ettirilmişti (1790). [Bk. tophane.] Evvelce etrafında bir de Tophane ocağı kışlası bulunduğu bilinen bu dökümhanenin örıünde, geçen yüzyılın içlerine neo-rönesans üslûbunda büyük bir Tophane müşirliği binası inşa ettirilmişti. Sonraları Sanat enstitüsü olarak kullanılan bu bina, 1957’de yıktırıldı. Top dökümü son devirlerde Zeytinburnu’ndaki tesislerde yapılıyordu. Kıglalar. Şehrin içinde iki yerde büyük yeniçeri* kışlalarının olduğu bilinmektedir. Bunlardan Fatih Sultan Mehmed’in tesis ettirdiği Eskiodalar kışlası Şehzadebaşı semtinde ve Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulan ve Yerıiodalar adı ile tanınanı ise Yenibahçe’de Etmeydanı’nda idi. Yeniçeriler kaldırıldığında (1826) bu kışlalar tamamen tahrip edildi, bellibaşlı binaları ortadan kaldırılarak arsaları üzerinde Ahmediye ve Fevziye adlı iki mahalle kuruldu. Bu kışlaların, klasik devir türk mimarîsindeki kervansarayları andıran binalar olduğuna ihtimal verilebilir. İçinde 26 bölük barındıran Eskiodalar yeniçeri kışlası, 47 ocaklı oda, 55 ocaklı kerevet, 21 çardak, bir tekke ve 26 ahırı kapsıyor, burada bir Kasrı Hümayun’dan başka müteaddit kapılar bulunuyordu. Bunun avlu çevresindeki hücrelerden ibaret bir tesis olduğu anlaşılır. Daha büyük olan ve Kıztaşı ile Aksaray arasındaki çukur arazide kurulmuş olan Yeniodalar denilen yeniçeri kışlası, XVI. yy.daki haliyle birbirine bitişik ortaları avlulu iki büyük binadan ve önünde duvarla sınırlanmış bir saha bulunan bir cümle kapısından ibaretti. Yeniçeri ayaklanmalarında sık sık adı geçen ve büyük yangınlarda birçok defa harap olan bu kışlada 140 bölük barınıyordu. Yeniodalarda, 368 ocaklı oda, 130 çardak, 69 ocaklı kerevet, 20 köşk, 4 tekke ve 158 ahırdan başka ufak bir baruthane ve ayrıca Cami-i Miyâne denilen, müstahdemi yeniçerilerden seçilen Orta camii bulunuyordu. Yeniçerilik tarihinde önemli bir yeri olan Yeniodalar’a ait Orta camü de, kışlanın tahribi arasında mahvolmuş, sonraları aynı semtte, bu adı bir derece yaşatan bir cami yapılmıştır. Yeniçeri teşkilâtının başı olan yeniçeri ağasının Ağakapısı denilen makamı ise, ayrı bir yerde, Süleymaniye manzumesinin Haliç’e bakan tarafında hâkim bir noktada idi. İçinde muhteşem bir hünkâr köşkü, bir haremi, hamamı, camii, Tekeli köşkü denilen bir cihannüması ve suçlu yeniçeriler için bir zindanı vardı. (Bk. aöa kapisi.) Bu saray, 1660, 1749 ve 1774 yangınlarında harap olmuş, her defasında yeniden yapılmış ve bu arada bütün şehre hâkim bir de gözetleme kulesi yapılmıştır. Ağa kapısı ortadan kalktıktan sonra (1826), Mahmud II tarafından bu kulenin yerini tutmak üzere, 1828 tarihinde Beyazıt yangın kulesini inşa ettirmiştir. Ağa kapısının harem kısmı ise yeniden inşa edilmek suretiyle Şeyhülislâmlık dairesi haline getirilmiştir (şimdiki İstanbul müftülüğü). Denizcilikle ilgili başlıca tesisler gibi, deniz kuvvetlerinin kışlası da Kasımpaşa’­ da bulunuyordu. Kaptanpaşalık makamı, yüzyıllar boyunca çeşitli değişikliklere uğradıktan sonra Bahriye nezareti olarak yeniden yapılmıştı (günümüzde hâlâ Deniz kuvvetleri hizmetinde kullanılmaktadır). «Divanhane» denilen bu binanın az ilerisinde, ortasında kubbeli büyük bir de cami olan kare biçimli büyük kışla ise, Cezayirli Haşan Paşanın kaptanıderyalığı sırasında 1783’te yaptırdığı Kalyoncu kışlasıdır. Şehrin bugüne kadar gelebilen bu en eski kışlası, son yıllarda aynı planda fakat modern ihtiyaçlara daha uyacak şekilde yeniden yapılmıştır. Diğer askerî sınıflardan Cebecilerin kışlası Sur-u Sultanî dışında Ayasofya ile Marmara sahili arasındaki sahada bulunuyordu. Topçuların Galata cihetinde Tophane’de kışlaları olmasına karşılık top arabacılarının büyük bir ihtimalle Şehremini, Ahırkapı ve Tophane’de, yani üç ayrı yerde kışlaları vardı. Yeniçeri teşkilâtının kaldırılması, Avrupa’­ daki benzerleri gibi bir ordunun kurulması programıyle birlikte devri için çok modern ve ileri sayılabilecek mükemmellikte büyük kışlalar inşa edildi. Bunların en muazzamı, esası Selim III devrine ait olmakla beraber, Mahmud II zamanında bir cephesi kârgire çevrilmiş (1827) diğer üç cephesi ise Abdülmecid devrinde kârgir yapılmak (1842 ve 1852) suretiyle tamamlanmıştı. Türk ordusunun toplanma ve sefere çıkma sırasında padişahın ordusunun geçit resmini seyrettiği büyük bir kışla da, şehrin surları dışındaki Davutfraşa kışlasıdır. Burada âbidevî bir karakterde kârgir bir de köşk bulunmaktadır. Son devirlere ait kışlalardan, Taksim’deki topçu kışlası, Taksim gezisini açmak üzere 1940 yıllarında yıktırıldı, Maçka’da Abdülaziz’in bizzat çizdiği bir plana göre mimar Serkis Balyan’a inşa ettirdiği ve Silâhhane, Teknik üniversite tarafından son yıllarda değiştirilerek kullanılmaktadır. Taksim’in arkasındaki Taşkışla ise Prof. Bonnatz tarafından bütün mimarî güzelliğini belli edecek surette restore edilerek Teknik üniversiteye tahsis edildi. Tersane. OsmanlIların XV. yy.a kadar Gelibolu’da olan tersane tesisleri fetihten sonra, İstanbul’a taşındı. İstanbul tersanesinin meydana gelişi yavaş yavaş oldu. İlk tesisler, Marmara kıyılarındaki eski bizans limanlarından birinde kuruldu. Sultanahmet’­ in güney tarafında bir semt adı olarak hâlâ yaşayan Kadırga limanı adı, buradaki liman ve tersaneden kalmıştır. Büyük İstanbul tersanesinin kuruluşu, Haliç içinde, Galata yakası tarafında oldu. Bk. Haliç tersane’si. • Saraylar. Eski saray. Şehir fethedildiği zaman, şimdiki Sultanahmet camii yerinde denize kadar uzanan sahada bulunan Büyük saray uzun süredir bir harabe halinde bulunuyordu. (Bk. büyük saray.) Son imparatorların kullandıkları, Eğrikapı bölgesindeki Blakherna sarayı ise pek iyi durumda değildir, ilk saray yeri olarak Forum TaurVnin bir kısmı seçilerek şehrin ortalarındaki bu yerin etrafı duvarla çevrildi ve tarihlere Sarayı A tik (Eski saray) adı ile geçen manzume inşa olundu. Hayli geniş bir sahaya yayılan, çeşitli köşklerden, müştemilât yapılarından ve hamam, mutfak v.b. hizmet binalarından meydana geldiği anlaşılan bu manzumeden hiç bir iz kalmadığı gibi, tertibi ve içindeki binaları hakkında da sarih bilgiler yoktur. Fatih Sultan Mehmed pek az sonra, Sarayburnu’nda Yeni saray veya Saray-ı Cedid’i yaptırtmıştır ki, daha ziyade çağımızda Topkapı sarayı adı ile tanınmıştır. Bk. topkapi sarayi. Sayfiye sarayları ve kasırlar, özellikle yazın kısa bir süre oturmak için başta Boğaziçi olmak üzere şehrin çevresindeki sayfiye yerlerinde, irili ufaklı birçok saray inşa olunmuştu. Bunlardan biri Salacak kıyılarında Kavak sarayıdır. Kanunî Sultan Süleyman devrinde var olan Üsküdar sarayı ile Kavak sarayının ilişkisi pek anlaşılmaz. Ahmed III tarafından yaptırılan ve şimdiki Şemsipaşa semtindeki Şerefâbâd sarayının da bu manzume arasındaki durumu açık olarak bilinmemektedir. Üsküdar Kavak sarayı, Selimiye kışlasının inşası ile ortadan kalkmış ve bugün burada Harem iskelesi adından başka hiç bir hatırası kalmamıştır. Anadolu yakasının Marmara sahilinde Fener bahçesi, Beykoz’un gerilerinde Tokat bahçesi kasırları da yok olmuştur. Ahmed III devrinde, Fındıklı’da Emnâbâd, Defterdarburnu’nda Nesâtâbâd, Beşiktaş ile Ortaköy arasında Gülşenâbâd, Bebek’te Hümayunâbâd, Anadolu yakasında Çubuklu’- da Feyzâbâd, Kanlıcada Mihrâbâd, Çenkelköy ile Beylerbeyi arasında Ferahâbâd ve Istavroz’da Şevkâbâd, Üsküdar burnunda Şerefâbâd kasırları yapılmıştı. Bunların bazılarının yerine sonraları avrupaî saraylar inşa edildi. Selim III devrinden itibaren Boğaziçi, sultanlar tarafından devamlı oturulmak üzere tercihe başlandığında burada evvelden beri var olan küçük yalı ve sahil sarayları, yerlerini yeni ve avrupaî görünüşlü ahşap saraylara bırakmağa başlamıştı. Abdülmecid, Abdülaziz devirlerinde ise, Boğaziçi saraylarını kârgir olarak yeniden yapımı büyük bir hızla devam etti. Mahmud II tarafından tamamen avrupa üslûbunda inşa ettirilen Beşiktaş sarayı (1809) yıktırılarak, yerine Abdülmecid tarafından Dolmabahçe sarayı yaptırıldı (1853). Burası geniş haremi, Valide, Kadınefendiler, Şehzadeler ve Veliaht daireleri, Ağalar dairesi, park, mutfak, kayıkhanesi (1956’da yıktırıldı), tiyatrosu (1938’e doğru yıktırıldı), hattâ geçit alaylarının seyri için cadde üzerindeki bir köşede, Camlıköşk ve ona bitişik bir Alay köşkü ile sultanların devamlı ikametgâhı olarak düşünülmüştü. (Bk. dolmabahçe sarayi.) Boğaziçi’nin Anadolu yakasında Abdülaziz için 1865’te yapılan Beylerbeyi* sarayı bir yazlık saraydır. Eski, çok muhteşem ahşap bir sarayın yerinde, Mahmud II tarafından kışlık saray olarak 1836’da avrupa neo-klasik (Ampir) üslûbunda yaptırılan Çırağan sarayı, 1855’te yıktırıldı. Yerine 1871’de aynı adla yaptırılan saray, özellikle mermer işçiliği bakımından dikkati çekiyordu. Murad V’in 27 yıl oturduğu bir sahil sarayı, İkinci Meşrutiyette meclis olduğu sırada 1910’da yanarak mahvolmuştur. Boğaziçi’ne hâkim bir arazide, güzel bir koruluğun içinde bulunan Yıldız* sarayı ise, esası Sultan Selim IIl’ün annesi tarafından yaptırılan bir köşkün etrafında XIX. yy.da inşa edilen köşklerden meydana gelmiştir. Topkapı sarayında oturmayı istemeyen, Boğaziçi saraylarını da beğenmeyen Abdülhamid II bu sarayı tercih ederek, müştemilât yapılarından başka Şale köşkü, Malta köşkü, Çadır köşkü gibi köşkler yaptırmak suretiyle genişletti. Padişahların bazı yer veya müesseseleri ziyaretinde kısa bir süre oturmaları için yapılan küçük kasırlardan en eskisi, Hasköy’de Aynalıkavak* kasrı, Haliç’teki sahil sarayların sonuncusu ve tek örneği olarak durmaktadır. Esası Ahmed I zamanında kaptanıderya Halil Paşa tarafından 1613’te kurulan Tersane bahçesi kasrı, sonraları genişletildi ve Mehmed IV zamanında yanarak yeniden yaptırıldı. Ahmed III ve Abdülhamid I devirlerinde tamir ettirilen Aynalıkavak sarayının geniş bahçesinin bir kısmı, tersaneye verilerek Selim III devrinde buraya tesisler kuruldu, fakat köşk bir duvar içine alınarak tersaneden ayrıldı. Bugün duran Aynalıkavak kasrı büyük tersane sahilsaraymdan kalan son parçadır. Ancak kısa ikametler için kullanılan biniş kasırları’?.dan Anadolu yakasında Göksu* kasrı, Tophane’de Tophane* kasrı, Beşiktaş civarında İhlamur kasrı vardır. Boğaziçi’nde Abdülaziz devrinde yeniden yapılan Kalender kasrı son yıllarda yandı ve harabesi kısmen tamir edildi. Alemdağı av kasrı, Dolmabahçe’de Küçükçiftlik, Fikirtepe’de (Kadıköy) Sultanmurat köşkü ve Yoğurtçu deresi kıyısında Ahşap kasır ile Abdülhamid için yaptırılan Kâğıthane’de Poligon kasrı son yıllarda ortadan kalkmış bulunmaktadır. Hayli geniş bir sahaya yayılan diğer bir sayfiye sarayı manzumesi de, Kâğıthane deresi kenarında sık bir koruluğun içinde yapılmış olan Kâğıthane* sarayıydı. Eski bir köşkün yerinde burada Ahmed III devrinde sadrazam İbrahim Paşa tarafından Sadabâd* adı ile, Avrupa’nın içinde çeşitli su oyunları olan (Fontaineblau gibi) saraylarını taklit eden bir saray yaptırılmış olduğu bilinir. Lâle devrini kapatan ayaklanmada harap olan bu sarayın yerine yapılan yeni bina, muhtelif değişiklikler geçirdi. Abdülaziz devrinde avrupd saray mimarîsine uygun olarak yeni bir şekle sokuldu. Son devirde Çağlayan kasrı adiyle tanınan bu saray ancak mahdut günlerde kullanılıyordu. Bu saray bütün müşteFoto. MEYDAN mil âtı ile 1940-1941 yıllarında ortadan kaldırıldı. D i n î y a p ı l a r • Büyük külliyeler ve sultan camileri. Fatih Sultan Mehmed şehrin türkleşmesi ve yeniden iskânı için çalışmalar yaparken, ilk ihtiyaçları karşılamak üzere mevcut bazı bizans kilise ve manastırlarından da faydalanarak bunları geçici bir süre için kullandı. Ayasofya’nın bir külliye haline gelmesi zamanla ve çeşitli devirlerde çeşitli binaların eklenmesi ile oldu. Bu yüzden Ayasofya organik bir osmanlı külliyesi sayılmaz. (Bk. ayasofya.) Fatih Sultan Mehmed şehrin ortasında büyük bir külliye inşa tasarısını 1463’te gerçekleştirmiştir. Şehrin ilk büyük türklük damgası olan bu manzume, şehrin ortalarında, tepelerden birinin üzerinde ve Hagioi Apostoloi kilisesinin yerinde kuruldu. İnşaatı 1470’e kadar süren bu külliye yeni bir şehircilik anlayışının âbidevî bir delili oldu. Cami 1766 depreminden büyük ölçüde zarar gördü, önce hızla türbe tamir edildi, sonra, yeni bir plana göre yapılan cami 1771’de tamamlandı. Bk. FATİH CAMİİ. Şehrin yeniden imarında büyük bir merkez teşkil eden ikinci büyük külliye Bayezid II tarafından, şehrin içlerinde ve eski sarayın önlerinde yaptırılan Beyazıt camii ve etrafındaki ekleridir. 150Tde başlanarak 1505’te tamamlanan Beyazıt külliyesinin 1509’daki şiddetli depremde büyük ölçüde zarar gördüğü bilinir. Bk. beYAZIT CAMİİ. Şehrin üçüncü büyük selâtin camii ve külliyesi, Haliç’e hâkim bir tepe üzerinde Kanunî Sultan Süleyman tarafından babası Yavuz Sultan Selim için kurulan Sultanselim camii ve müştemilâtıdır. Arapça kitabesinden anlaşıldığına göre, caminin inşasını Yavuz Selim emretmiş, fakat inşaat onun ölümünden sonra 1522’de başlanarak 1526’da bitmiştir. Bk. sultanselİm ca m ü. Kanunî Sultan Süleyman tarafından 1543’- te ölen oğlu Şehzade Mehmed için Mimar Sinan’a yaptırılan Şehzade camii ve etrafındaki binalar 1544-1548 yılları arasında yapıldı. Bk. şehzade ca m ü. Kanunî Sultan Süleyman’ın kendi adına mimarbaşı Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye külliyesi, şehrin büyük tesislerinin arasında tertibi bakımından belki en fazla dikkat çekici olanıdır, inşaata 1550’de başlandı ve 1557’de bitirildi. Bk. süleym anİye ca m ü. İstanbul XVII. yy. başlarında yeni bir âbidevî külliye ile daha süslendi. Sultan Ahmed Fin mimar Sedefkâr Mehmed Ağaya yaptırdığı Sultanahmet camii manzumesi. Külliyenin yapımına 1609’da başlandı ve 1617’de tamamlandı. Bk. Sultanahmet caMİİ. İstanbul’un klasik üslûptaki son büyük külliyesi, Haliç kıyısında, şehrin en büyük iskelelerinden biri başında inşa edilmiş olan Valide camii veya halk arasındaki adı ile Yenicami*dir. Hemen surların iç tarafında ve buradaki yahudi mahallesinin istimlâki ile açılan sahada yapılan bu büyük külliye, Mehmed IIl’ün annesi Safiye Sultan tarafından Mimar Davud Ağaya ısmarlandı, inşaata 1597 yıllarında başlandı, az sonra Mimar Davud Ağa öldü. Dalgıç Ahmed Çavuş tarafından devam ettirilen inşaat 1603’te Mehmed I ll’ün ölümü ve Safiye Sultanın Eski saraya sürülmesi üzerine tamamen durdu. Bk. yenİcam î. Klasik türk mimarîsinin son büyük eseri 1708-1710 yılları arasında Ahmed IIl’ün annesi Gülnuş Sultan için yapılan Yeniv alide camiidir (Üsküdar). Şehrin içinde inşa olunan büyük külliyelerde artık türk sanat geleneğinden uzaklaşılmakta olduğu görülür. Büyük çarşı ile Çemberlitaş arasındaki sahada, Malımud I tarafından inşasına 1748’de başlanarak, bu padişahın ölümü üzerine, 1755’te Osman III tarafından tamamlanan camiye haksız olarak Nuruosmaniye adı verilmekle, esas kurucusunun değil tamamlatanın hatırası yaşatılmış oluyordu. Bir ucu yarım yuvarlak olan avlunun şekli, özellikle bütün tezyinatı ile Avrupa’da hâkim barok üslûbunun türk mimarîsine uygulanması suretiyle meydana getirilen Nuruosmaniye camii istanFoto. MEYDAN bul’un yeni sanat zevkine işaret eden ilk büyük eseridir. Bk. nuruo sm anİye ca m ü. Mustafa III tarafından 1759’da başlanarak 1763’te tamamlanan Lâleli camiinde avrupa üslûbu yine hâkim olmakla beraber, Nuruosmaniye derecesinde değildir. Adını Lâleli Baba denilen bir veli türbesinden veya bazı kaynaklarda görüldüğü gibi Lâleli çeşmesinden alan bu külliye, mimar Mehmed Tahir Ağa tarafından yapılmış olmalıdır. Bk. lâleli ca m ü. Şehrin içinde inşa olunan selâtin külliyelerinin sonuncusu Lâleli camiidir. Abdüîhamid I de şehrin içinde hayli geniş bir külliye kurmuştu. Bahçekapı’da Yenicami’- nin az ilerisinde olan külliye, çok büyük ve güzel bir medrese, kütüphane, kurucunun türbesi, çeşme, cadde üzerinde bir sıra dükkân ve karşı tarafta büyük bir imaret ile muhteşem bir sebilden meydana gelmiştir. Abdülhamid I esas büyük camiini şehrin dışında, Boğaziçi’nin Anadolu yakasında Beyİerbeyi’nde 1778’de yaptırmıştı, imaret yerine Dördüncü Vakıf hanını yaptırmak gayesiyle yıktırılarak ortadan kaldırılmış, köşesindeki çeşmeler ve sebil de yerinden sökülerek Alemdar yokuşu alt başındaki Zey~ nepsultan camii köşesinde yeniden kurulmuştur. Tamamen avrupa sanatı tesiri altında yapılmış olan Beylerbeyi* camiinin duvarına daha eski devre ait çiniler kaplanmıştır. Beylerbeyi ve onu takip eden sultan camilerinin en bariz hususiyetleri, cuma namazı için padişah geldiğinde hünkâr mahfiline geçinceye kadar istirahat etmesi ve ufak kabulleri yapması için öteden beri camilerin bitişiğinde inşa olunan kasrı hümayunların cami bünyesinden ayrı mütâlaa edilmesine son verilerek, bünyeye dahil edilmesidir. Bunun için de, son cemaat yerinin üstü uygun görülerek, bu kısım iki katlı olarak yapılmağa başlanmış ve üst kat kasra tahsis olunmuştur. Minareler de bu kasrın kitlesindeki temeller üzerine oturtulmuştur. Selim III kendi adına olan selâtin camiini, 1805’te şehrin uzağında, Selimiye kışlası yakınında ve burada yeni tesis edilen mahallelerin ortasında yaptırdı. O devrin bir diğer eseri de Valide Mihrişah Sultanın adına Haliç bitiminde Halıcıoğlu kışlasındaki camidir. Mahmud II, türbesini münferit olarak şehrin ortasında anacadde üzerinde inşa ettirmesine karşılık, kendi namına olan büyük camiini, Tophane’de kışlaların arasında Nusretiye camii adiyle yaptırdı. Mimar Kirkor Balyan tarafından 1822-1826 yılları arasında inşa edilen bu camide, Avrupa’nın barok ile ampir üslûplarının karması neticesinde meydana gelmiş bir deneme görülür. Bk. nusretİye ca m ü. Türk medeniyet tarihinde yeni bir sanat zevkinin ve yeni bir dünya anlayışının işareti olarak muhakkak ki, bu yabancı hüviyetli eserler de çok kıymetlidir. Nitekim aynı hususlar, Abdülmecid tarafından mimar Karabed Balyan’a yaptırılan camiler için de söylenebilir. Bunlardan Valide Bezmiâlem Sultan adına yapılan Dolmabahçe camii, basit dört köşe bir mekândan ve onu örten bir kubbeden ibarettir. Göz alıcı ihtişamındaki tezyinat açık olarak, fransız ampir üslûbundan ilham alınarak meydana getirilmiştir. Minareler de aynı ilhamın tesiri ile korint nizamındaki sütunlar biçimindedir. Dış avlusu esere yeşil bir çerçeve sağlayan ağaçları, onu âlemden tecrit eden pencereli avlu duvarı ve müzeyyen kapıları, karakol, muvakkithane gibi müştemilâtı ile ortadan kaldırıldığından, Dolmabahçe camii, ilk görünüşüne tamamen aykırı bir halde çıplak bir meydanın ortasında kaldı. JBu devrin eserlerinin çoğu, aşırı tezyinî ihtişama rağmen çok kötü malzeme üe teknik bakımından başarısız olarak yapılmış ve bu durum, süsler, boyalar hattâ yaldızlar ile gözlerden gizlenmiştir. Nitekim yine Abdülmecid tarafından aynı türk ampir üslûbunda 1854’- te yaptırılan Ortaköy camii, üzerinde inşa edildiği rıhtım ın kayması ile çok tehlikeli bir duruma girmiştir. Malzemesinin fena cins oluşu, tamir çarelerini çok güçleştirmektedir. Şehrin içinde yapılan son sultan camii, 1871’de Pertevniyal Valide Sultan adına her iki sanattan bir şeyler almak suretiyle karışık (eklektik) bir üslûpta yapılan Aksaray Valide* camiidir. Bk. valİde CAMİLERİ. • Küçük külliyeler ve vezir camileri. Şehrin fethinin arkasından, devlet ricalinin tamamen yeni temeller üzerine kurduğu ve Anadolu’da hâkim türk mimarî geleneğinin devamına işaret eden küçük külliyeler ve bunların merkezi olan camiler az değildir. Şehirde vezirlerin kurduğu ilk dinî yapıların başında, yanlarında eski zaviye hânkâhlar geleneğinden ilham alınarak inşasına devam olunan, dervişlere ve sofîlere mahsus misafirhane odaları (tabhaneler) bulunan binalar gelir. Sadrazam Mahmud paşa tarafından şehrin çok merkezî bir yerinde 1462 tarihinde bir çifte hamam (şimdi yarısı var), bir medrese, büyük bir han (Kürkçü* hanı) ve kurucusunun türbesinden ibaret küçük bir manzume halinde inşa edildi. Aynı örneğin daha sade bir tekrarı olan Aksaray’daki Muraıpaşa camii ise 1470’te sadrazam Has Murad Paşa tarafından yaptırıldı, yanına bir medrese ile bir de hamam eklendi. Burada yanlardaki tabhane odaları geç devirlerde onları ilk kubbeli mekândan ayıran duvarların kaldırılmasıyle namaz sahasına katılmıştır. Aynı mimarînin İstanbul içindeki üçüncü örneği, Bayezid II devri sadrazamlarından Davud Paşanın 1485’te yaptırdığı küçük külliyedir. Yanında kurucusunun türbesinden başka bir medrese, bir mektep ve bir de mahkeme bulunan bu eserin cami olarak kullanılan esas binası, zaviyeli cami örneğinin özel bir tertibe göre uygulanmasını gösterir. Bir kubbe, mihrabı çıkıntı teşkil eden harimi örter. Yanlardaki tabhane hücreleri ise, tecrit olunmuş mekânlar halinde düşünülmüştür. Bu hücrelerle son cemaat yeri arasında bulunan yine kubbeli bölümler tabhane odalarına giriş holü veya kapalı avlu gibi tasarlanmıştır. Burada böylece, eski bir geleneği olan zaviyeli cami, plan tertibinin çok değişik ve esas fikirlerden hayli uzaklaşmış bir uygulama şekli ile karşılaşılır. Aynı örneğin İstanbul’da dördüncü temsilcisi ise Rummehmetpaşa camiidir. Kuvvetli bir ihtimalle, bu tertibe göre yapılmış başka bir zaviye cami Şeyh Ebül-Vefa için Fatih Sultan Mehmed tarafından vakfedilen Vefa* camii idi. Yanında bir halvethane, Şeyh Vefa’nın türbesi ve çok geniş bir hazire de bulunan bu eser, 1910 yılına doğru onarılmak üzere yıktırılmış ve bir daha yapılmadığından bütün izleri ortadan silinmiştir, öteden beri bu yapı şeklinin uygulanması suretiyle yapıldığı zannedilen başka bir eser Çemberlitaş*- ta Atikalipaşa* camiidir. 1511’de Şah Kulu vakasında şehit olan Ali Paşa tarafından 1496’da en büyük anacadde üzerinde, bir cami, bir medrese ve kime ait olduğu pek anlaşılamayan bir türbeden ve Elçihanı olarak tanınan bir kervansaraydan ibaret küçük bir manzume halinde inşa olundu. Aynı tertibin, bir değişiklik olmak üzere İstanbul’da çok daha sonraları bir defa daB,L.A. VI — 32-A İSTANBUL 87 Türklerin İstanbul’u kuşatması (Fatih ve Fütuhatı adlı eserden) N. Araz kitaplığı İSTANBUL ha hatırlanarak Okmeydanı-Kasımpaşa ara8 8 sındaki çukur sahada 1573’te kurulan Piyalepaşa camiinde de uygulandığı görülür. Daha selçuklu devri mimarîsinde uygulanan ufak bir son cemaat yerini takip eden kubbe ile örtülü dört köşeli bir mekândan ibaret küçük camilerin de İstanbul’da daha geliştirilerek inşasına başlandığı bir gerçektir. Sultanahmet’te Firuz Ağanın 1491’de yaptırdığı cami bu hususta güzel bir örnek teşkil eder. Bk. FİRUZAĞA CAMİİ. Onu andıran diğer bir eser 1495’te vefat eden Bâlî Paşanın hatırasına, zevcesi Humâ Hatun tarafından Yenibahçe ile Fatih arasındaki sahada 1505’te tamamlatılan Bâlipa5a* camiidir. Orta büyüklükteki vezir camilerinde bu mimarî şeklin revaç bulmuş olduğu örneklerin çokluğundan anlaşılmaktadır. Fatih ile Halıcılar arasında İskender Paşa tarafından 1505’e doğru yaptırıldığı tespit olunan, eski adı ile Terkim mescidinde de aynı tertip görülür. Diğer bir misal şehrin dışında, Eyüp’te 1514’te yaptırılan Cezerikasımpaşa camiidir. Mimar Sinan’ın İstanbul’da meydana getirdiği ilk küçük ölçüdeki külliye olan Hasekihürremsultan manzumesinin camii de esasında tek kubbeli mütevazı bir ibadet yeriydi. 1538’de yapılan bu cami 1612 yılında sol yan duvarının kaldırılarak, buraya ^ynı büyüklükte yine kubbeli ikinci bir harimin inşası suretiyle genişletilmiş, böylece garip bir mimarî tertip ortaya çıkmıştır. Bu cami küçük bir mamurenin merkezini teşkil ediyordu. Sokak aşırı karşısında, güzel bir medreseden başka, revaklı bir avlu etrafında sıralanan kubbeli koğuşlardan meydana gelmiş bir de dârüşşifası ve aşhanesi vardır. Sinan’ın vezir camileri arasında sanat tarihi bakımından üstünde durulmağa değer önemli bir eseri Silivrikapı’da 1551’de yapılan Hadımibrahimpaşa camiidir. Mimarî bakımdan bina, beş kubbeli son cemaat yerini takip eden dört köşe bir harim ve bunu örten tek kubbeden ibarettir. Kakmalı, geçme ahşap kapı kanatları, mermer mimberi ve bilhassa çinileri bu mütevazi görünüşlü yapıyı zengin şekilde tezyin etmektedir. Mimar Sinan’ın eserlerinden Topkapı’da sadrazam Ahmetpa§a külliyesi, kurucusu 1555’te Rüstem Paşanın kininin kurbanı olarak idam edildiğinde yarım kaldı. Sonraları inşaatı bitirilen bu caminin avlusunun bir tarafı dershaneli bir medrese ile sınırlandırıldı. Mimar Sinan, Kanunî Süleyman’ın kızı ve sadrazam Rüstem Paşanın zevcesi 1557’de ölen Mihrimah* Sultan adına, Edirnekapı camiini inşa etmiştir. (Bk. m İhrİm ahsultan camİİ.) XVI. yy.ın ikinci yarısındaki bu çeşit camilerini çoğunda görlüdüğü gibi burada da bir avlu, bir medreseyle birleştirilmiştir. Manzumenin ayrıca bir hamamı ile çarşısı vardır. Sinan’ın sultan külliyeleri dışında en muhteşem eserlerinden biri, Tahtakale semtinde, yani cemaati çok kalabalık fakat karışık bir ticaret muhiti içinde sadrazam Rüstem Paşa için yaptığı Rüstempaşa camiidir. Bk. RÜSTEMPAŞA CAMİİ. Çinili köşk Vezir cami ve külliyeleri arasında Mimar (Topkapı sarayı) Sinan’ın şaheserlerinden bir diğeri de Sultanahmet semtinin Marmara tarafında, sadrazam Sokullu Mehmed Paşanın zevcesi Esmahan Sultan için yaptırılan Sokullu (veya Şehitmehmetpaşa) manzumesidir. Yokuş bir arazide hayret verecek bir ustalıkla yerleştirilen bu manzumenin avlusunu 16 hücreli ve dershaneli bir medrese çevreler. Burada böylece bir defa daha medrese-cami tertibinin aynı avlu etrafında toplandığı görülür. (Bk. sokullu külliyesi.) Sanat tarihi bakımından çok değerli bir eser de Kasımpaşa deresi sonunda Okmeydanı dibinde kaptanıderya Piyale Paşa (öl. 1577) tarafından yaptırılan büyük camidir. 1513’te yapılmış olması gereken bu eserin plan tertibinin erken devrin osmanlı yapılarına benzeyişi dikkati çeker. Bk. PİYALEPAŞA CAMİİ. Mimar Sinan’ı takip eden ve klasik türk mimarîsini devam ettiren sanatkârlar İstanbul’u ayrı üslûpta eserler ile süslemeğe devam ettiler. Mimar Davut Ağa tarafından 1585’te yapılan Mehmetağa camii mimarîsi ve zengin çini tezyinatı ile dikkati çeker. Cedidnişarıcı camii de Cedid veya Boyalı Mehmed Paşa tarafından 1584’te başlatılmıştır. Burada da kubbe sekiz kemer üzerine oturtulmuş ve köşelere yarım kubbecikler inşa edilmiştir. Sinan’dan sonra devam eden türk sanatının muhteşem ve ahenkli eserlerinden biri olan bu camiin haziresinde kurucusunun türbesi vardır. Büyük bir âbide de yine Fatih ile Edirnekapı arasında bulunan Mesihmahmudpaşa camiidir, 1586’da inşa edildi. Bk. m esîhPAŞA CAMİİ. 1593’te Cerrah Mehmed Paşa tarafından yaptırılan Cerrahpaşa camiinin de altı payeye dayanan altı kemer üzerinde ana kubbesi yükselir. Yanında kurucusunun türbesinden başka bir çeşmesi, Gevher Sultan adına bir medrese ve bir de hamam bulunduğuna göre Cerrahpaşa camii de şehrin bir köşesinde ufak çapta bir manzume teşkil ediyordu. Artık bundan sonra, şehrin içinde büyük ölçüde vezir camii pek nadir olarak inşa edildi. XVII. yy.da daha fazla, büyük bir medrese ve sıbyan mektebi ile birleşen, nispeten ufak ölçüde, ekseriyetle minaresiz, mütevazı camilerin inşasına doğra gidildi. Böyle büyük bir medrese ile bir caminin birleşmesi suretiyle meydana getirilen cami-medrese tertibinin daha eski bir örneği olarak Mimar Sinan tarafından Yenibahçe’de babası Selim I için Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Sultanselim* medresesi ve camii anılabilir. Fatih’te Hafızahmetpaşa külliyesi de bu bakımdan zikredilmeğe değer. 1595’te yapılan bu cami, medrese, çeşme, sebil ve kütüphaneden ibaret manzume, 1918’de yandı ve bugüne kadar tamir edilemedi. Genellikle şehrin anacaddesi üzerinde sıralanan Köprülü, Çorlulu Alipaşa, Merzifonlu Karamustafapaşa, Seyyidhasanpaşa, Damat Nevşehirli tbrahimpaşa, Saraçhanebaşında Amcazade Hüseyinpaşa medreselerinde bu sistemin uygulandığı görülür. 1745’te Hacı Beşir Ağa için Bâbıali yakınında yaptırılan külliyede de medrese – cami tertibi ile karşılaşılır. Burada mütevazı minareli, kubbeli ve istisnaî olarak derin son cemaat yerine sahip bir cami, sebil ve çeşme, zengin bir kütüphaneden başka bir medrese ile bir de tc&Leden ibaret, oldukça geniş bir külliye meydana getirilmiştir. Kaptanıderya İbrahim Paşa (öl. 1724) için şimdiki Üniversite kütüphanesi yanında İ708’de yapılan cami, yine küçük bir manzumenin merkezi olmakla beraber basit mimarili bir mescit karakterindedir. XVIII. yy.da türk sanatının, Avrupa Barok üslûbunun hâkimiyeti altına girişini gösteren mahdut sayıda bazı müstakil camiler de vardır. Bunların başında, şeyhülislâm İsmail Efendinin (öl. 1725) yaptırdığı Çarşamba semtindeki cami gelir, 1724’te inşa olunan bu binada klasik türk yapı sanatından artık uzaklaşılmağa başlandığı açıkça anlaşılır. Vezir külliyeleri arasında bir sultan külliyesi ölçüsünde olan önemli bir eser, sadrazam Hekimoğlu Ali Paşanın 1732-1734 yılları arasında inşa ettirdiği büyük cami müştemilâtıdır. Bk. heKİMOĞLUALİPAŞA CAMİİ. Sultan Ahmed IIl’ün kızı Zeynep Sultan tarafından 1769’da Ayasofya semtinde yaptırılan tek kubbeli cami ise, türk mimarîsine iyice yerleşen barok üslûbun kuvvetle belirdiği bir eserdir. Plan ve nispetler klasik türk mimarî geleneğine uygundur, fakat özellikle dalgalı kubbe kasnağında yabancı tesir kendini gösterir. Şehrin son orta derecede büyüklükteki camii, Atatürk bulvarı kenarında, Abdülhamid Fin zevcesi Fatma Şebsefa tarafından 1787’de yaptırılmıştır. Burada üzerinde .bir daire bulunan son cemaat yerini, tromplu tek kubbe ile örtülü ana mekân takip eder. Selim III devrinin büyük devlet adamlarından Uzun Hüseyin Efendi tarafından yaptırılan Eyüpsultan camii (1798-1800). Şehrin özellikle dinî folkloru bakımından canlı bir kaynak niteliğindedir. (Bk. e y ü p s u l t a n CAMİİ.) Bundan sonra artık şehrin içinde kayda değer büyük bir cami yapıldığı görülmemektedir. Yalnız tek istisna bir selâtin cami olan ve 1851’de yapılan Hırkaişerif camiidir. Kâğıthane’de Çağlayan, Yıldız bahçesi başında Mecidiye camileri yeni zevklere göre inşa edilmiş tamamen yabancı üslûplu eserlerdir. Şehrin içinde, aslında daha eski camilerin yenilenmesi suretiyle yeniden yapılan Mercan yokuşu başında Âlipaşa, Sultanahmet’te Fuatpaşa, Eminönü’nde Hidayet camileri de bu devirde hâkim olan garip üslûbun son örnekleri olarak gösterilebilir. • Küçük camiler ve mahalle mescitleri. Fethin hemen arkasından şehir İslâmlaşırken, teşekkül eden yeni mahallelerde küçük mescitlerin yapımına başlandı. Bunların arasında bazı eski bizans kiliseleri veya kilise kalıntıları da vardı. Küçük mescitler başlıca iki tip halinde inşa edilmiştir. Bazıları ufak bir mekânı örten tek kubbeden ibarettir; bazıları da daha mütevazı bir şekilde, sadece ► ahşap çatı ve kiremitle örtülmüştür. Bunları arasında sanat değeri yüksek örnekler vardır: Yavuzersinan, Yavaşçaşahin, Yarhisarî mescitleri, ölçüleri ufak olmakla beraber kubbelidir. XV. yy.da yapılan mescitlerden ilk şeklini günümüze kadar muhafaza edebilen son derece azdır. Timurtaşağa mescidi, bir köşesinde çıkmalı bir baca şeklindeki minaresi ile özellikle değerli bir eserdir. Samanveren mescidi ise, çatılı bir bina olmakla beraber, duvarlarının zarif taş ve tuğla işçiliğiyle, minaresindeki tuğla süsler bakımından güzel ve az rastlanır bir eserdir. Topçubaşı Balat’ta ilyas Ağanın hayratı olan Yatağan mescidi, bu adı mezarı orada olan bir evliyadan alır. Mescidin üzerinin kiremitli oluşuna karşılık içinde itinalı bir işçilikle süslenmiş ve işlenmiş bir ağaç mahfil bulunmaktadır; bu zamana ait bilinen tek örnektir. Hacıhasan mescidi, çok eski türk minarelerini hatırlatan, gövdesi baklavalı bir süslemeye sahip tek minaresi ile dikkate değer. Burmalı mescit ise mütevazı mimarîsiyle etkili bir güzelliğe sahiptir. Minaresinin gövdesi, helezon bir şekilde kıvrılan kavisli çubuklar halindedir. Minareleri bakımından dikkati çeken ve XVI. yy.’a ait iki mescit de Eyüp’tedir. Bunlardan birincisi, Semizalipaşa mescididir. Minaresi baca biçiminde bir şerefeden ibarettir. Diğeri, Silâhimehmetbey mescidi, Zalmahmutprşa camii karşısında olduğundan, onun mimarîsi karşısında, basit yapısı ve küçük nispetler ile ezilmemesi için başka hiç bir mescitte görülmeyen bir tertibe göre yapılmıştır. Mimar Sinan’ın kendi adını yaşatmak amacıyle, Yenibahçe’de inşa ettiği mescit de plan tertibi ve minaresi bakımından benzeri olmayan bir eserdi. Bugün ayakta sadece minaresi kalmıştır. Aynı devirde yapılmış kiremitli ve enine uzanan bir mekândan ibaret bir mescit de Şehremini’de yine Sinan’ın eseri olan Odabaşı mescididir. Balat’ta Mimar Sinan tarafından 1562’de inşa olunan Ferruhkethüda mescidinin ise mihrabında çiniler, ahşap üzerine oymalar ve duvarlarında kalem işi nakış işleri bulunmaktadır. Yedikule’de Hacıevhad mescidi Mimar Sinan tarafından 1585’te yapıldı. Aynı devirden, iç süslemelerini tamam olarak ve bütün güzelliğiyle muhafaza edebilmiş iki eser bugüne gelebilmiştir. Bunlardan biri, Hekimoğlu camiinin ilerisinde bulunan Ramazanefendi* mescididir. Mimar Sinan tarafından 1586’da Hacı Hüsrev Ağa

için yapılan bu mescit her bakımdan türk sanatının şaheserlerindendir. Tarih kitabesi şair Sâi Çelebi’nindir. Bina da, Mimar Sinan’ın ölümünden pek az önce yapıldığına göre onun son eserlerindendir. Avlusunda çok ufak fakat sanatkârane bir şadırvan bulunur ve yapıyı ahşap bir çatı örter. Fakat bu mescidin en zarif tezyinatı, iç duvarlarını kaplayan çinilerdir. Burada ayrıca kalem işi nakışlar da tespit edilmiştir. Aynı derecede muhteşem bir iç mimarî ile Topkapı dışında 1592 yılında Takkeci (Arakiyeci) İbrahim Ağa tarafından yaptırılan ve onun adını alan mescitte de rastlanır. Burada bütün duvarlar çinilerle kaplıdır. Eski ahşap mahalle mescitlerinden ise hemen hemen şehir içinde hiç bir örnek kalmamış gibidir. Eminönü’nde Arpacılar mescidi oldukça belirli bir ampir üslûbu gösteren nadir kalabilmiş bir eser sayılabilir. Basit bir alçak duvar ile sınırlanmış çimenli toprak bir sahadan ibaret namazgâhlar bugün son derecede azalmıştır. Bunların mihrap yerini tutan sade bir kıble taşları ve sahayı gölgeleyen bir veya birkaç ağaçları vardı. Yanlarında bir de çeşme bulunurdu. Namazgâhlar genellikle şehrin çevresindeki mesirelerde ve şehirden çıkan yolların^ üzerinde kurulmuştur. Böyle bir namazgâh, Kadırga’da Ahmed IIl’ün kızı ve Muhsinzade Mehmed Paşanın zevcesi Esma Sultan için 1779’da yaptırılan meydan çeşmesinin üstünde bulunmaktadır. Bazı büyük namazgâhlar bir tür açık hava camii olarak kullanılmış, bunun için de, bu çeşit sahalarda bir de taştan mimber yapılmıştır. Mimberli namazgâhların en büyüğü, İstanbul tarihinde özel bir yeri olan Okmeydanı’nda kurulmuştur. • Zaviye, hânkâh ve tekkeler. 677 Sayılı kanunla kapatılan tekkeler hakkında bugüne kadar hiç bir sanat tarihi araştırması yapılmadığından, yıkılan veya var olanlar arasında sanat tarihi bakımından değerli olanlarını ayırt edecek bilgiler ortaya konulmamıştır. önceleri belli tarikat mensuplarının sosyal yardım amacıyle kurduğu ilk zaviyeler, metruk kilise ve manastırları şenlendirmek, yolcuları, sofileri, dervişleri misafir etmek, şehrin bazı köşelerini imar etmek için meydana getirildi. Sonraları bu zaviyelerin bir kısmı, özellikle XIX. yy.’da, niteliğini değiştirdi ve zengin taraftarlarının yardımlarıyle yeni mimarî zevklere göre, yeniden inşa edildi ve süslendi. Şehir içindeki büyük tekkelerden Şeyh Sünbül* Sinan’a tahsis edilen Kocamustafapaşa* cami, yukarıda da görüldüğü gibi aslında bir eski bizans kilisesi ve manastırı idi. tmrahor, Kalenderhane, Fenarîisa ve daha birçok eski kilise aslında zaviye olarak, yeni maksatlara uydurulmuştu. İstanbul’un büyük tekkelerinden en önemlisi Yenikapı mevlevihanesi idi. Geçen yüzyılın başlarında inşa edilmiş olmakla birlikte, avrupa barok mimarî üslûbunun türk sanatına uygulamasının en güzel örneği, Yedikule’de Fevziye camii yanındaki Küçükefendi dergâhı idi; dergâh 1957’- de yandı. Silivrikapı iç tarafında esası Fatih devrinde Topçubaşı Bâlâ Süleyman Ağa tarafından kurulan Bâlâ tekkesi de şimdiki hali ile XIX. yy.a ait bir manzumedir. Belli bir teşkilâtın merkezi sayılan tekkelerden biri Okmeydanı’ndaki Atıcılar tekkesi idi. İstanbul tekke ve dergâhları arasında bir tanesinin daha benzerlerinden ayrılan bir özelliği vardı. Bu da toplum dışı kalan cüzamlılara ayrılmış Karacaahmet mezarlığı içindeki Miskinler tekkesi itfi. Esası XVI. yy.da bu hastalığa tutulanlara bir sığınak olarak kurulan bu tesis, çok yakın tarihe kadar (1927) bu görevi yaptı ve tekkelerin kapanması ile terkedilerek, kısa zamanda ortadan yok oldu. • Su tesisleri. Tursun* Beyin yazdığına göTe fetihten sonra İstanbul’un eski su yolları bulundu, kemerler tamir edildi, böylece şehre akıtılan su, çeşmeler aracılığıyle dağıtıldı. Fakat Türk İstanbul’un esas su şebekesi, özellikle Kanunî Sultan Süleyman’­ dan itibaren şehrin kuzeyindeki sahada, Belgrad ormanları denilen mıntıkada toplanmıştı. Sonraları bunlar devamlı olarak gelişerek şehrin günden güne artan su ihtiyacını karşıladı. • Su yolları, kemerler, bentler, maksemler. Osmanlı devrindeki su teşkilâtı, başlıca üç Foto. N. Erktltç (MEYDAN) büyük şebeke halinde gelişmişti. Bunlardan en eskisi Halkalı*, İkincisi Kırkçeşme*, üçüncüsü ise Beyoğlu tarafının suyunu temin eden Bahçeköy veya Taksim* su şebekesidir. Halkalı suyu şehrin batı ve kuzeybatısında, Avasköyü, Çıfıtburgaz, Davutpaşa ve Çicoz çiftliği yöresindeki sahalarda toplanan memba sularından meydana gelmiştir. Esası Mehmed II devrine kadar inen bu tesis, sonraki devirlerde devamlı olarak genişletildi ve bu XVIII. yy. ortalarına kadar devam etti. Halkalı suyunun zamanla teşekkül eden kolları; Fatih, Turunçlu, Beyazıt, Ebussuud, Atikalipaşa, Kocamustafapaşa, Süleymaniye, Cerrahpaşa, Sultanahmet, Saray, Kaşımağa, Köprülümehmedpaşa, Hekimoğlualipaşa, Beylik (Mahmud I), Nuruosmaniye, Lâleli (Mustafa III), Kışlalar, Mihrimah gibi adlarla ayırt edilmektedir. İstanbul’un büyük küliyyelerinin suları bu tesislerden sağlandığı için buna «cevamii şerife suları» da denirdi. Halkalı sularının çeşitli kaynaklardan toplanmış ve itinalı inşa edilen kârgir su yolları ile şehrin içine dağıtılarak, gerektiğinde su terazileri ile yüksek noktalara çıkması sağlanmıştır. Halkalı suyunun Süleymaniye veya Saraykolu denilen bir kolu şehrin en eski tesisi olmalıdır. 20 sm çapında künklerle başlangıcından itibaren şehre doğru uzanarak, yolunda bazı ek (katma) suları almakta ve Maz’ulkemer’den (halk deyimiyle Mazlum kemeri) geçmektedir. Bu, yaklaşık olarak 104 m uzunluğunda, 5’i tek kat, diğerleri çift katlı 11 gözden ibaret olan kemer fetihten öncelere aittir ve tahmine göre, avar akınlarından sonra VIII. yy.da yapılan onarımlar sırasında olmalıdır. Aynı su yolunun ikinci kemeri, Tekkemer veya Havasköyü kemeri denilen, 11 gözlü kemerdir. Hiç bir şüpheye yer vermeyecek surette bir türk eseri olan bu kemerin Sinan’ın eserlerini bildiren listelerdeki Müderrisköyü kemeri olması kuvvetle muhtemeldir. Su yolu üzerindeki üçüncü kemer, Çiftekemer de denilen, çift sıra gözlü Alipaşa kemeridir. Altısı çift dizi olmak üzere sekiz gözlüdür. Daha ileride, esası Fatih devrine ait olması gereken bir Turunçtuk kemeri bulunması gerekirse de, ortada hiç bir izi yoktur. Bu suyun küçük katma kollarından birisinin Cebeciköyü yakınında Kahveci kemeri adında ufak bir kemeri vardır. Halkalı suları, şehrin içinde de, Roma devrinden beri mevcut Valens su kemeri adiyle bilinen Bozdoğan kemerinden yararlanılarak Fatih ile Süleymaniye arasındaki çukur araziden aşırılmıştır. Bozdoğan kemerinin 52-56. gözleri Kanunî Sultan Süleyman devrinde yenilenmiş, 41-45. gözleri ise, üzerindeki 1697 tarihli kitabeden anlaşıldığına göre, Mustafa II tarafından onartılmıştır. Kâğıthane deresi ile Alibey deresi etrafındaki bölgede kurulmuş olan ikinci büyük şebeke Kırkçeşme suyu olarak tanınmakta ve daha fazla bentler vasıtasıyle beslenmektedir. Bu şebekenin, Kâğıthane deresinin kolları olan Ayvad deresi (Evhad) üzerinde Ayvad bendi, Paşa deresi üzerinde Karanlık (veya Topuz) bendi, Büyük ve Kirazlı* bentleri vardır. Bu şebekenin suyu, iki kol halinde Kâğıthane deresini Sultansüleyman kemeri (veya Uzunkemer) ile Eğrikemer (veya Kovukkemer üzerinden aşar. Her iki kol Osman II’nin yaptırttığı bir Başhavuz’da birleştirildikten sonra, Mağlova* kemeri (veya Muallakkemer) vasıtasıyle Alibey deresini aşar, Ahmed IIl’ün kurduğu beş bendin suyunu getiren küçük kemerler de (aralarında biri Güzelcekemer’dir) zenginleşen bu şebeke, Eyüp ve Eğrikapı’- ya dayanır. Bu su, şehrin içinde kollara ayrılarak çeşitli mahalleleri besliyordu. Dağıtımı tamamen tonozlu su yolları ile yapılan bu şebeke şehrin en büyük tesisi idi. Kırkçeşme (veya Belgrad ormanı) suyuna ait yapılar tamamen türk eseridir. Kanunî Sultan Süleyman devrinde şehrin su sıkıntısı arttığından Mimar Sinan’dan bu sıkıntıya bir çare bulması istenmişti. Masrafı hâzineden verilmek üzere büyük bir gayretle başlanan inşaat 1554’ten 1563’e kadar sürdü. Yeni su tesisleri, Bent kemeri, Uzunkemer, Mağlova kemeri, Güzelcekemer, Müderrisköyü kemeri ve Başhavuz’- dan meydana gelir. Mağlova kemeri bir türk eseridir. Uzunluğu 257 m kadar, yüksekliği ise, 35 m olan bu kemer 1563 kasırgasında zarar görmüş ve Mimar Sinan tarafından tekrar yapılmıştır. Bu kemer, su mimarîsinin görünüşü itibariyle şaheserlerinden sayılacak derecede mükemmel ve ifadeli bir yapıdır. Bu şebeke üzerindeki Eğrikemer de (veya Kavuk kemeri) L biçiminde iki parçadan meydana gelmiş bir türk eseridir. Vadinin en derin kısmında gözler üç sıra halindedir; ayakların arasında muntazam dehlizler uzanır (Kovukkemer adı bundan dolayıdır). Sinan tarafından yapıldığı ve 1563’te kasırgadan sonra tamir edildiği bilinen Uzunkemer’de üç yapı devri tespit edilmiştir. Uzunluğu 10 m kadar, yüksekliği 26 m olan iki sıra göze sahip olan bu kemer, Sinan’ın sade fakat haşmetli bir eseridir. Yine Kanunî Sultan Süleyman devrinde Mimar Sinan tarafından yapılan Cebeciköyü kemeri de (veya Güzelcekemer) iki sıra gözden ibarettir. Altından geçen Alibey deresinin akıntısına karşı ayakları mahmuzludur. Uzunluğu 165, yüksekliği ise 30 m kadardır. Bu şebekedeki ufak ölçüdeki kemerlerden Kurt kemeri (veya Bent r?PkaP’ sarayı kemeri) 257 m uzunluğunda ve 1-7 m yük- 9’r’5 kapısı sekliğinde mütevazı bir yapıdır. Paşa deresi üzerindeki Paşa kemeri ise 102 m uzunluğunda ve 11 m kadar yüksekliğinde, iki sıra gözlü bir yapıdır. Bu şebekeyi besleyen bentlere gelince, bunlardan Topuz (Karanlık, Kömürcü benti) en küçüklerinden biridir, başta Topuzlu deresi olmak üzere birkaç derenin ve selin suyunu toplayan bu bentin uzunluğu 16,55 m, yüksekliği 7 m’dir. 1620’ye doğru yaptırıldığı sanılır. Ahmed III tarafından 1723’te yaptırılan Büyük bent (Bendikebır) ise, Mahmud 1 devrinde esaslı surette 1748’de tamir edilmiş, Abdülhamid II zamanında değişik malzeme ile yükseltilerek hacmi fazlalaştırılmıştır. Yüksekliği 10 m kadar ve uzunluğu 65,5 m olan muhteşem bir benttir. Mustafa III, 1166’da Ayvad deresi üzerinde Ayvad bentini inşa ettirmiştir. Yüksekliği 12 m kadar, uzunluğu v , , ise 55 m’dir. Ayvad benti özellikle sık bir Yl,dız saray* koru içinde âdeta kaybolmuş hali ile güzel bir görünüşe sahiptir. Bent, mermer kaplaması, kavisli şekli ve üzerindeki köşk çıkıntıları ile güzel bir sanat eseridir. Bu şebekenin son benti, Belgrad ormanı içinde, Mahmud II tarafından yaptırılarak, manzum tarihi (1837) Ziver’in olan Kirazlı veya Sultanmahmut bentidir. Bu bentin de mermer kaplaması, iki ucundaki kuleleri ve ortasında ileri taşan namazgâh köşkü ile haşmetli bir görünüşü vardır. Kırkçeşme şebekesinin bentleri ve kemerlerinden başka birçok su ızgarası ile havuzu da vardır. Şehrin üçüncü büyük şebekesi olan Bahçeköyü suyu ise, Beyoğlu-Galata semtlerinin beslenmesini mümkün kılmıştır. Bu şebekenin bir âbide karakterinde olan önemli eserleri 1731’de yapılan, 1750’de tadil edilen ve sonraları Abdülhamid I devrinde Cezayirli Haşan Paşa tarafından 1800’de yükseltilen 66 m uzunluğundaki Mahmud* benti, güzel bir mimarî eserdir. Diğer bir bent, Valide* benti adiyle tanınır ve Mihrişah Valide Sultan tarafından 1796’da yaptırılmıştır. Aslında Eyüp’deki hayratı beslemesi düşünülmüşken, sonra Beyoğlu şebekesini takviye eden bu bent 70 m uzunluğundadır. Valide benti, su mimarîsinin en muhteşem örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Üçüncü bent Mahmud II tarafından 1839’da yaptırılan Bendicedit’- tir. Bunda diğer bentlerin çoğunda olduğu gibi, cephenin dışarı taşkınlığı köşeli değil, tatlı bir kavis halindedir, plan bakımından bente bir yay görünüşü verir. Bahçeköyü – Beyoğlu şebekesi suyunu nakleden tesisler içinde Büyükdere – Bahçeköyü arasında 20 gözlü, 420 m uzunluğunda Bahçeköyü kemeri vardır. 89 Beylerbeyi sarayı Şehrin menba sularından beslenen başka bir büyük su şebekesi, Abdülhamid II tarafından Boğaziçi’nin Rumeli yakası ile Beyoğlu tarafının ihtiyacını karşılayan Hamidiye (veya Kâğıthane) şebekesidir. ^ Kemerburgaz ile Cendere arasındaki vâdide altmış kadar kaynağın sularını toplama suretiyle meydana getirilen Hamidiye suyu, 1904’te pik borular ile taşınır ve dağıtılırdı; modern sayılabilecek bir tesisti. Bu (1842-1853) suyun makinelerle Şişli-Büyükdere arasındaki kuleye basıldığı, Balmumcu’daki toplama haznesinden de Beyoğlu ve Boğaziçi’nin aşağı kısımlarındaki çeşmelerle resDolmabahçe sarayı İSTANBUL mî binalara dağıtıldığı bilinir. Bu eski tesislerin şehrin içindeki dağıtımın merkezini teşkil eden diğer bir unsuru da muayyen ölçülere (masura, lüle) göre dağıtımı yapan, eski adı ile savak sonraki ile maksern (veya taksim) merkezleridir. Bunlardan bir tanesi Eğrikapı savağı olarak bilinir, diğeri ise Beyoğlu’nda Taksim meydanının bir köşesini sınırlayan GalataBeyoğlu suyu maksemidir ki sonraki adı olan Taksim, semtin adı olmuştur. • Çeşmeler. Şehrin her köşesinde, hemen hemen her sokağında, hattâ bazen bir sokağın üzerinde birkaç tane olmak üzere yüzlerce çeşme yapılmıştır. Her devrin sanat üslûbunun izlerini aksettiren, bazıları çok mütevazı, bazıları muhteşem ve iddialı olan bu küçük sanat eserleri, şehrin İstanbul tarafında 400 kadardı. Galata, Beyoğlu, Haliç’in yukarı yakası, Boğaz sahilleri, Üsküdar ve Kadıköy cihetiyle birlikte bu sayı 794’ü bulmuştu. Bugün bunlardan pek azı harabe halinde durmaktadır. İstanbul’da duvar çeşmesi, köşe çeşmesi, meydan çeşmesi şeklinde pek çok çeşme bulunmaktadır. Bunlardan manzum veya mensur kitabesi olanların sayısı 794’tür. Bk. çeşm e . Kitabeli çeşmelerin en eskisi Davutpaşa camii yanındaki 1485 tarihli çeşmedir. Meydan çeşmelerinin şüphesiz en muhteşemi ve türk sanatında çeşme mimarîsinin şaheseri, Ayasofya’nm arkasındaki Saray’ın esas girişi önünde Sultan Ahmed III tarafından 1728-1729’da inşa edilmiş olan çeşme ve sebillerden meydana gelmiş eserdir. Çeşmenin her cephesi ahenkli bir şekilde, ortada bir çeşme, yanlarda mihrap biçiminde oturma nişleri ve köşelerde sebiller olmak üzere tertiplenmiş, binanın bütünü gayet geniş saçaklı, beş küçük kubbeli sivri bir çatı altına alınmıştır. Türk sanatının klasik ölçülerden artık uzaklaşmağa başladığı bir devirde yapıldığından, bütün satıhlar aşırı denilecek kadar fazla çeşitli tezyinat ile kaplanmış, süslemeye türk sanatına tamamen yabancı birçok motif de girmiştir. Fakat bütünü ile Sultanahmet çeşmesi muhakkak ki türk çeşme mimarîsinin en güzel ve en muhteşem eseridir. Şehrin en işlek iskele başlarına meydan çeşmeleri inşa ettirmek eğilimi, Lâle devri kapandıktan sonra da devam etti, Mahmud I devrinde de bazı eserler meydana getirildi. Tophane iskelesi başında 1732’de yapılan Tophane meydan çeşmesi bunların bir örneğidir. Nihayet bu serinin başka ve plan itibariyle çok değişik bir misali, Azapkapı’daki, Mahmud I*in validesi Saliha Sultan tarafından 1732- 1733’te yaptırılan çeşmedir. Burada ortada ileri taşkın bir sebil bulunmakta, yanında iki çeşme yer almaktadır. Halbuki Osmanlı devrinin son yıllarında ortaya çıkan yeni türk üslûbu, küçük çeşmelerde olduğu gibi meydan çeşmelerinde de kendini belli etmeğe çalışmaktadır. Bu hususta tek örnek, Yıldız-Balmumcu arasında şimdi caddenin hemen yanında görülen, Abdülhamid II’nin 1888 tarihli büyuK çeşmesidir. Böylece çeşme mimarîsinin yükseliş ve ortadan kayboluşunun son halkası, bu çeşme ile temsil edilmiştir. Meydan çeşmeleri grubunun son örneği ise özel bir duruma sahiptir. Bu da Sultanahmet meydanında 1898’de yapılan Alman* çeşmesidir. Çeşmenin bütün mimarî ve tezyinî unsurları bizans sanatından ilham alınmak suretiyle yapılmış olduğundan eser türk çeşme mimarîsinin en güzel örnekleri ile süslü bu şehrin ortasında garip bir tesir bırakır. • Sebiller. Hayır binaları içinde başlıbaşına bir tür teşkil eden sebil (sebilhane), gelen geçene su ve muayyen günlerde şerbet dağıtmak üzere yapılmış bir hayır tesisi olmakla beraber, İstanbul’dan başka şehirlerde pek temsil edilmemiştir. İstanbul’daki sebillerin sayısı bugün mevcut olanlar ve kaybolanlar ile birlikte 125-130 kadardır. İstanbul’un âbidevî iki meydan sebilinden biri Azapkapı’da Validesalihasultan diğeri ise Ayasofya ile Bâbı Hümayun arasındaki meydanlığı süsleyen Sultanahmet meydan çeşmesi ve sebilleridir. • Hamamlar. İstanbul’da Osmanlı idaresi devammca çok sayıda hamam yapılmasının başlıca iki ^bebı vardı: 1. iyi gelir getiren bu tesisler özellikle hayır binalarının evkafı olarak düşünülmüştür; 2. diğer taraftan hamamlar ait olduğu manzumenin merkezi olan camiye cemaat çekme bakımından da faydalı olmuştur. Birçok büyük külliyenin kendisine ait bir hamamı olduğu gibi, bazen daha ufak manzumelerin de hamamı vardı. Diğer taraftan birçok halde bir vakıf sahibi, kurduğu bir hayrata gelir sağlamak için şehrin başka yerlerinde hamam yaptırmıştır. Evvelce pek çok olan hamamların sayısı bilinmediği gibi, bu sayının bugün çok azalmış olduğu da gerçektir. Evliya Çelebi kendi zamanında İstanbul’da 151 hamam bulunduğunu, kendisi Mısır-Sudan; seyahatindeyken 17 hamam daha inşa edildiğini yazar. İstanbul hamamlarının yalnız surlar içindeki sahaya inhisar etmek üzere evvelce bir listesi yapılmış, burada 75 hamamın adları ile semtleri işaret edilmiştir. Sonraları İstanbul hamamları için tahlilî bir liste daha meydana getirilmiştir. Türk sanatı tarihi bakımından değerli başlıca hamamlar olarak Mahmutpaşa hamamı ile Beyazıt camii manzumesinin bir parçası olan ve günümüze kadar gelmiş en eski çifte hamam olan Beyazıt hamamı sayılabilir. İstanbul’un güzel, sıcaklık kısımlarının geniş, yuvarlak mekânları ile eşsiz ve zengin süslemeli çifte hamamlarından biri Sinan’ın eseri olan Çemberlitaş hamamı ile yine Sinan tarafından yapılan hamamların en büyüklerinden olan Ayasofya hamamıdır (Hasekihürremsultan hamamı). Ayasofya ile Sultanahmet camii arasındaki sahada bulunan ve iki kısmı uç uca ters olarak tertiplendiğinden aşırı derecede uzunluk kazanan (75 m) çifte hamam, Ayasofya’ya bakan erkekler kısmı girişi bakımından özellikle dikkati çeker. Mimar Sinan’ın Barbaros Hayreddin Paşa evkafı olarak Zeyrek’te inşa ettiği Çinilihamam ise istisnaî bir süsleme teşkil eden çinileri bakımından önemlidir. İstanbul’un mimarî hüviyeti olan son büyük hamamı, Mahmud I tarafından Ayasofya bitişiğinde 1740-1742 yıllarında yaptırılan, kütüphanenin evkafı olarak, Yerebatan yakınındaki Cağaloğlu hamamıdır. Bu büyük çifte hamamın, tezyinatında barok üslûbu açıkça görülür; gerek soğukluk kısımlarının planında, gerek sıcaklığın tertibinde eski hamam mimarîsi geleneğinden çok farklı bir şeklin uygulandığı dikkati çeker. Eyüpsultan’da cuma namazı Süleymaniye camii (XVI. yy.)

[eski bir gravürden]

Fatih camii (1467-1470) Foto. Hürriyet arşivi (MEYDAX) İSTANBUL • Kültür müesseseleri. İstanbul, Osmanlı imparatorluğunun ömrü boyunca imparatorluğun ve bütün İslâm âleminin en büyük kültür merkezi oldu. Şehrin içinde hayret verici sayıda medrese inşa edildikten başka, zengin vakıf kütüphaneler, şehri kültür merkezi vasfını daha da belirli bir şekle soktu. • Medreseler. Eski, yazma bir listeden öğrenildiğine göre İstanbul’da 183 medrese vardı ve o sırada bunlardan pek azı haraptı. İstanbul medreseleri mimarîleri bakımından eski türk medrese geleneğinin Osmanlı devrinde aldığı son şeklin örnekleridir. a) Büyük kiilliyelerin medreseleri: İstanbul’un ilk ve büyük selâtin külliyesi olan Fatih camiinin (1463-1470) iki yanında simetrik bir düzene göre sıralanan ve Semaniye olarak adlandırılan sekiz medrese bulunur. Bunların dışında ve arazi icabı daha aşağıda çok daha ufak birer sıra daha medresenin olduğu bilinir. Tetimme medreseleri denilen bu sonuncuların hepsi yıkılmıştır. Şehrin ikinci büyük manzumesi olan Beyazıt (1500-1505) külliyesinin sadece tek medresesf vardır. Mimar Sinan Şehzade camiinin (1544-1458) medresesini, cadde üzerinde değil, daha sakin olan Haliç tarafına yerleştirmiştir. Semaniye medreseleri gibi büyük bir topluluk teşkil eden Süleymaniye (1550-1557) medreseleri ise daha farklı bir tertibe göre caminin etrafına yerleştirilmiştir. (Bk. SÜLEYMANİYE MEDRESELERİ.) HalİÇ tarafında iki, karşısında da iki olmak üzere dört medrese, kubbe dizileri ile Süleymaniye’nin dış estetiğini tamamlar. Muntazam planlı bu dört medreseden Haliç tarafındakiler çok meyilli bir arazi üzerinde kurulduğundan dershaneleri yüksektedir ve avluların kademeli bir şekilde tertiplenmesi dikkati çekmektedir. Sultanahmet camii manzumesi içinde bulunan medrese ise, Beyazıt camiinde de olduğu gibi tek ve münferit bir binadan ibarettir. 1748-1755 Yılları arasında inşa olunan Nuruosmaniye camii yanındaki medrese, dış avlunun bir kenarında uzanır ve pencere şekillerinde, caminin kendisi gibi barok üslûbu belirir. Şehrin son büyük selâtin külliyesi olan Bahçekapı’da Abdülhamid I tesislerinin en mühim binasını, cadde üzerindeki türbe ile fevkâni kütüphane arasındaki sahada bulunan büyük medrese teşkil eder. b) Müştemilât halindeki medreseler. İstanbul medreselerinin bir kısmı, orta büyüklükteki bir cami müştemilâtı (eki) olarak kurulmuştur. Bu, başlıca iki şekilde uygulanmıştır. İlk şekilde medrese caminin bir parçasıdır, yani şadırvan avlusunu çevreleyen revakların arkalarına medrese hücreleri sıralanmıştır. Böylece bir avlu etrafında hem cami, hem de medrese toplanır. Dersler esasında camide yapıldığına göre, bu tertip tarzı herhangi bir aksaklık yaratmamıştır. Mimar Sinan tarafından birçok yapıya uygulanan bu şekil Topkapı’da Karaahmetpaşa, Beşiktaş’ta Kaptansinanpaşa, Edirnekapı’da Mihrimah, Kadırga limanında Sokullu, Eyüp’te Zalmahmutpaşa, Üsküdar sahilinde Şemsipaşa camilerinde görülür. Mimar Sinan’dan sonra bu tarz Mimar Davud tarafından yapıldığı zannedilen Mesihpaşa camii ile kiliseden çevrilen Fethiye camiinde de tekrarlanmıştır. İkinci şekilde ise medrese, ait olduğu caminin dışında fakat komşusu olarak ayrı bir bina olarak yapılmıştır. Bu tarzın uygulandığı çok sayıda örnek vardır. c) Müstakil medreseler. İstanbul’daki medreselerin çoğunu bir caminin müştemilâtı olmaksızın başlıbaşına medrese olanlar teşkil eder. Bunlar büyük camilerin yakınlarında inşa edilmiş, bazılarının genel tertibi içine sıbyan mektebi, çeşme, sebil, ayrı mescit gibi hayır binaları ile kütüphane ve türbe gibi binalar da katılmıştır. Büyük cadde üzerindeki bazı medreselerin dış cepheleri boyunca ayrıca dükkânlar da vardır. En zengin mimarî şekilleri gösteren bu tarz medreselerin başında, ufak bir manzume teşkil edenler gelir. Divanyolu’nda Mimar Davud tarafından yapılan Kocasinanpaşa medresesi (1595) bu tarzın ilk âbidevî ve güzel örneğidir. Bozdoğan kemeri dibinde bulunan Gazanferağa medresesi (1599) aynı tarzın daha zengin bir örneği sayılabilir. Burada da taştan yapılmış 14 hücreli zarif Foto. MEYDAN medreseden başka bir sebil ve kurucusunun türbesi vardır. XVII. yy. içlerinde şehrin anacaddesi olan Divanyolu bu tarzda medreselerle süslenmişti. Bunlar türk sanatının bağımsız medreseler sahasında meydâna getirdiği en dikkate değer eserlerdi. Küçük bir manzume teşkil eden medreselerin belki şaheseri sayılabilecek bir eser Saraçhanebaşı’nda Amcazadehüseyinpaşa medresesidir. Burada da medresenin etrafını kütüphane, sebil, hazire, türbe, sıbyan mektebi, çeşme, dükkânlar, şadırvan ve dershane -mescit sarmaktadır. Fatih’te şeyhülislâm Feyzullah Efendi tarafından 1700’de yaptırılan medrese de âbidevî vasıfta bir binadır. Şehzadebaşı’nda Damad Nevşehirli tbrahimpaşa dârülhadisi (1720) ve Beyazıt’­ ta Seyyithasanpaşa da (1745) anılmağa değer medreselerdendir. XVIII. yy.a ait olmakla beraber, yalnız medreseden ibaret bir bina da Belediye sarayı yanındaki, 1707 de yaptırılan Abdülhalim (veya Ankaravı) medresesidir. • Mektepler. Sıbyan mektepleri. Türk mimarî âbideleri içinde en küçük ölçüdeki binaları teşkil eden sıbyan mektepleri de çok sayıdadır. Başlıbaşına küçük bir âbide teşkil eden bu türün belki en değerli örneği Beyazıd II manzumesinin sıbyan mektebi, hazirenin Kapalıçarşı tarafındaki ucundadır. Süleyman camii manzumesindeki sıbyan mektebi, Evvel medresesinin yanından geçen Süleymaniye caddesinin köşesindedir. Bu çeşit binaların prensibine uygun olarak pek küçük çocukların gelip gideceği bina, diğer tesislerden tecrit edilmiş, külliyenin en dış ucuna yerleştirilmiştir. Sultanahmet camiinde sıbyan mektepleri, eski Atmeydanı’na bakan dış avlu duvarı üzerinde yükselir. Meydandan avluya geçit veren iki yan kapının üzerindeki bu güzel binalar, pencereli avlu duvarının meydandan görünüşünde yeknesaklığı karşılamak suretiyle, manzumenin dış estetiğini tamamlar. Bunlar bol pencere ile aydınlanmış, havadar, küçük salonlardan ibaret basit binalardır. Küçük külliyelerin yanında yapılan sıbyan mekteplerine örnek olarak Çarşıkapı’da Merzifonlu Karamııstafapaşa medresesinin yanındakiyle, Kuyucumuratpaşa ve Amcazadehüseyinpaşa medresesinin köşesindekiler anılabilir. Türk klasik devir mimarîsinin güzel bir sıbyan mektebi, Kumkapı Nişancısı’nda Kâtipsinan mektebidir. Horhor yokuşunda 1728-1129 tarihinde Elhac Süleyman Efendi ruhu için yapılan çeşmenin üstünde, yine klasik üslûpta bir mektep bulunmaktadır. Vilâyet karşısında Tersane Emini Hacıyusufefendi mektebi yalnız mektep ve hazireden (1956’da kaldırıldı) ibaret başlıbaşına küçük bir âbidedir. XVII. yy. sıbyan mektebi türü içinde şaheser sayılabilecek birkaç örnekten biri, Vefa’da Recai Mehmed Efendi tarafından 1767’de yaptırılan sebil ile üzerindeki mekteptir. Burada alt kat tamamen mermerden bir cephe teşkil eder, ortada ileri taşmış sebil, bir yanında çeşme, diğer yanında mektebin girişi vardır. Ayasofya avlusunda, Mahmud I tarafından 1740’ta tek bir bina halinde yaptırılan mektep ise, yine fevkanî olmakla beraber, kubbeli bir yapı olarak daha iddialı bir mimarîye sahip bulunmaktadır. Türk ampir üslûbunun güzel bir örneği ise Sultanahmet meydanına bakan bir köşede Mahmud II tarafından kendisini kurtaran Cevrî Kalfa hatırasına inşa ettirilmiş olan mermer cepheli mektepte görülür. Altında çeşme ve sebili ile çok eski bir geleneği devam ettirmekle birlikte, geniş pencereleri, avrupaî görünüşü ile mektep mimarîsinde XIX. yy .da başlayan yeni anlayışın bir örneğidir. • Tarihî kuruluşa sahip mektepler. Mahiyet ve bünyesi ilk kurulduğundan bu yana çok değişmiş olmakla birlikte mazisi en eski olan mektep Galatasaray mektebidir. Bk. GALATASARAY LİSESİ. • Kütüphaneler. Ancak XVII. yy .dan itibaren bir külliyenin parçası olarak veya tamamen bağımsız küçük kütüphane binaları şeklinde ve vakıf niteliğinde kurulmağa başlandı. Türk kütüphane mimarîsi çeşidinin bu misalleri başlıbaşına bir zümre teşkil eder. Divanyolu’nda Köprülüler manzumesi yakınında inşa edilen Köprülü kütüphanesi bunların şimdiki halde bilinen en eski örneğidir. 1661’de yapılan bu küçük âbide, mermer sütunlu bir giriş revakını izleyen tek kubbeli mekândan ibarettir. Saraçhane başında Amcazadehüseyinpaşa manzumesi içinde de 1698’de yapılan bir kütüphane kurulmuştu. Medrese, avlu duvarının içinde bir merdiven ile çıkılan, birçok pencereden bol ışık alan, tek kubbeli, küçük bir binadır. XVIII. yy.da ise kütüphane mimarîsinde kendi çapında birtakım yeniliklerin ortaya çıkmasıyle birlikte, daha süslü olmasına da itina edildiği görülür. Fatih’­ te, başka hiç bir eserde görülmeyen bir tipte derin bir istirahat revakına sahip olan Feyzullahefendi, Vefa’da 1715’te tesis edilen Şehitalipaşa kütüphanelerinden sonra Hekimoğlualipaşa camii dış avlu kapısı kemeri üzerinde inşa edilen bağımsız kütüphane, harikulâde nispetleri ve zarif hatları ile kayda değer. Kesme taştan geniş açıklıklı sivri kemerli bir dehliz üzerinde bulunan kütüphane, taş ve tuğla dizileri halinde inşa edilmiş, yeter derecede pencereyle aydınlatılmıştır. Mahmud I tarafından Ayasofya camiinin takviye payandaları arasında inşa edilen Ayasofya kütüphanesi, bina olarak dışarıdan herhangi bir gösterişe sahip olmamakla beraber, cami içerisindeki dökme bronz parmaklığı, sedirli okuma odası, duvarlarını kaplayan ve herhalde daha eski bir binadan getirilerek burada ikinci defa kullanılan yüksek vasıflı XVI.-XVII. yy.a ait çinileri, yaldızlı ve boya nakışlı kitap dolaplarıyle süslü bir eserdir. Vefa’da aynı tarihlere ait Defterdar Âtıfefendi kütüphanesi daha gelişmiş bir tertip göstermektedir. Büyük selâtin külliye kütüphanelerinin sonuncuları, Nuruosmaniye ile Bahçekapı’da Hamidiye kütüphaneleridir. Bunlardan ilkinin hâlâ esas görevine devam etmesine karşılık, Âşirefendi kütüphanesi gibi bir köşebaşı üzerinde yükselen zarif, bir odadan ibaret olan Hamidiye kütüphanesi yıllardan beri boştur. Nuruosmaniye kütüphanesi, ait olduğu külliye gibi tam barok üslûbun hâkim olduğu bir binadır. Okuma salonunun kubbesini barok kemerli bir dizi sütun taşımaktadır. Sadrazam Ragıb Paşa tarafından 1762’de Koska caddesi üzerinde kurulan kütüphane, küçük bir avlu ortasında bağımsız bir yapıdır. Binanın ortasındaki dört sütun, dört kemere binen kubbeyi taşımakta, köşelerde dört daha küçük kubbe ile aralarda dört tonoz yer almaktadır. İçi çinilerle kaplanmış, avlunun caddeye komşu bir köşesine kurucusunun türbesiyle bir sebil yerleştirilmiştir. Bu eserin bir benzeri, 1775-1776’da kazasker Damadzade Murad Efendi taralından Çarşamba’da yaptırılan kütüphanedir. • Ticarî tesisler. Tarihinin her safhasında deniz ve karayollarının birleştiği bir düğüm noktasında önemli bir ticaret merkezi olan İstanbul, bu bakımdan birtakım tesislerle süslenmişti. Bunların başında bedestenler gelir. Zamanla bunların etrafında çarşı meydana gelmiştir. Diğer taraftan tüccar malları, esnaf toplulukları ve tüccar yolcular için han ve kervansaraylar kurulmuş, ayrıca hayır binalarının yanlarında, onlara hem cemaat temin eden, hem de kiralarıyle gelir sağlayan dükkân ve çarşılar (arasta*) tesis edilmiştir. türk ordusunun İstanbul’a girişi (6 ekim 1923) • Bedestenler ve büyük çarşı. Bizans devrinin sonlarında şehrin hemen hemen durmuş olan ticarî hayatını canlandırmak üzere Fatih Sultan Mehmed, bugün tçbedesten denilen büyük kârgir binayı yaptırmıştır. Kalın payelere binen tuğla kemerler üzerine 15 kubbenin oturduğu, bu sağlam binanın evvelce içinde dolap denilen dükkanlar bulunuyordu. Şehrin ihtiyacının artması üzerine Eski bedestenin (Bedesten-i Atik) doğu tarafına hemen hemen aynı büyüklükte ve sandal denilen bir kumaş çeşidinin satışı için ikinci bir bedesten yapılmıştır (Sandal bedesteni). [Bk. b e ­ d esten .] İstanbul büyük çarşısı bedesten etrafında yavaş yavaş teşekkül ederek şimdiki adiyle Kapalıçarşı (Çarşuyu kebir) şeklini aldı. Bk. k a p a liça rşi. • Hanlar ve kervansaraylar. Şehrin özellikle ticaret merkezi olan kısımlarında, vakıf sahipleri tarafından, vakıflarına gelir sağlamak üzere yaptırılan irili ufaklı hanlar bulunur. Bunların muayyen bir toptancı tüccar, bir esnaf, bir zanaatkâr zümresine ayrılanları olduğu gibi, tüccarların mallarıyle barındıkları hanlar da vardı. Genellikle ortaları avlulu, iki kat halinde inşa edilen bu binaların avluya bakan yüzleri, iki sıra revak halinde inşa edilmiştir. İstanbul hanları başlıca üç merkezde toplanır: Eminönü-Unkapanı bölgesi; Beyazıt-Sultanhamamı bölgesi; Bey azıt-Aksar ay bölgesi. İstanbul’un en büyük hanı Çakmakçılar yokuşunda, Cerrah Mehmetpaşa sarayı arasında Valide Kösem Sultan tarafından evkafına gelir temini için yapılan Büyükvalide hanıdır. Üç avlulu olan hanın birinci avlusu enine bir dikdörtgen biçimindedir. İkinci avlu çok geniş ve kare planlıdır ve tam ortasında bir mescit vardır. Üçüncü avlu ise üçgen şeklindedir. Bu avluları revaklı hücreler çevirir. Üçüncü kısımda 21 m yüksekliğinde kale hisarı gibi, dört köşe bir kule vardır. İçinde kubbeli bir odası bulunan bu kulenin, Kösem Sultanın hâzinesini muhafaza etmek üzere inşa edildiği söylenir. Ancak bazılarına göre bu kulenin esası Bizans devrine kadar iner. Aynı yokuşun sağ tarafında Sultan Mustafa III tarafından 1764’te Lâleli camiine gelir sağlamak için yaptırılan Büyük Yenihan üç katlı ve iki avluludur. Dar ve meyilli bir araziye büyük bir ustalıkla sıkıştırılmıştır. Heybetli ve mimarî bakımdan değerli bir başka han da Nuruosmaniye camii arkasında, Damat Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından inşa ettirilen Çuhacı hanıdır. Şehrin ortasında da birkaç önemli han vardır. Bunlardan ilki Çemberlitaş dibinde, Valide hamamına bitişik olan büyük Vezirham*- dır. Bu han XVII. yy.da Köprülü Mehmed Paşa tarafından yaptırıldı. Diğeri XVIII. yy. başlarında Gülnuş Sultan tarafından yeniden yaptırılan Sırmakeş hanı veya Simkeşhane*dir. 1956’da iki defada yarısından fazlasının yıktırılması yüzünden güdük bir halde kaldı. Bunun aşağısında XVIII. yy.­ da sadrazam Seyyit Haşan Paşa tarafından karşı taraftaki medresesine ek olarak 1740’a doğru yapılan ve 1956’da büyük kısmı yıktırılan han vardı. • Arastalar. Arastaların ahşap olanları yok oldu, kârgirlerden bazıları hâlâ durmaktadır. Bunların bazıları karşılıklı iki sıra, bazıları tek sıra dükkândan meydana gelmişti. Büyük ölçüde bir çarşı topluluğu meydana getirenler de vardı. Bugün en iyi durumdaki arasta, Yenicami külliyesine ait olan ve Mısırçarşısı* olarak tanınan çarşıdır. Aslında caminin dış avlusunu bir taraftan L harfi biçiminde saran bu güzel eser, 1941’de bu avludan anacaddenin geçirilmesi yüzünden ayrı kalmıştır. • Saraylar, konaklar, yalılar ve evler, özel saraylar (konaklar). Uzun süren Osmanlı devri boyunca şehrin çeşitli yerlerinde inşa edilen özel sarayların, konakların adlarını çeşitli kitaplardan ve vesikalardan tespit mümkündür. Bunların içinde en büyüklerinden biri. Atmeydanı kenarında bulunan Sadrazam tbrahimpaşa sarayı idi. Bunun yarısı bölünerek padişahlara mahsus Sarayıhas inşa edildi. Bu tesise bağlı binalarda iki bin zülüflü oğlan barındırıldı. Sultanahmet camii karşısında uzanan 142 m’- lik bir cepheye sahip büyük kârgir bir binadır. Aslı, sadrazam iken 1536’da idam olunan İbrahim Paşa tarafından yaptırıldı ve Mimar Sinan tarafından genişletildi. Evliya Çelebi, Süleymaniye camii kuzeyinde, üç yüz odalı, şahnişinli birçok hücreli, yedi hamamlı, harikulade manzaralı Siyavuşpaşa sarayından bahseder. Mimar Sinan’ın eseri olan bu muhteşem yapı, 1660’ta büyük yangında yok Oldu. XIX. yy. içlerinde eski gelenekten uzaklaşılarak büyük kârgir konaklar yapılmağa başlandı. Dış görünüşleri bakımından tamamen avrupa mimarî üslûpları etkisinde kurulan bu binaların iç tertipleri, özellikle ortalarındaki büyük sofalar ve bu sofaya açılan odaları ile eski türk geleneklerine hâlâ bağlı kalındığını gösterir, ilk kârgir konaklardan biri, Horhor yokuşunda 1855’- te inşa edileni Taşkonak ile Suphipaşa konağıdır. • Sahilhane ve köşkler, a) Sahilhaneler (yalılar). Şehrin etrafının su ile çevrili bulunması, sahillerde muhteşem sahilhanelerin, yalıların inşa edilmesine sebep oldu. Boğaziçi’nin iki yakasında sıralandığı gibi, Haliç’in iç taraflarında, özellikle Eyüp-Bahariye sahillerinde de birçok yalı vardı. Bunların en eskilerinden biri, Kanlıca’da Meşruta* yalı veya Amcazadehüseyinpaşa yalısı divanhanesi olarak tanınan yalıdır. Rumeli yakasında en eski ve iç süslemesi bakımından en dikkate değer yalı, Emirgân’da XVIII. yy. sonlarına ait Şerifler* yalısıdır. Haliç yalılarından bugün hiç biri kalmamıştır. Bunların ihtişamı hakkında, ancak o zaman yapılmış gravürler bir fikir verebilir. b) Köşkler. Şehrin yakınındaki arazide, Sultan kasırlarından başka, devlet ricali tarafından köşkler de inşa edilmiştir. Bunlardan çoğunun adları ve yerleri yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir. Bugüne gelebilmiş tek örnek, surların dışında, evvelce geniş bir koru içinde, büyük bir havuzun ortasında bulunan ve XVI. yy.a ait olan Siyavuşpaşa kasrıdır. Şehrin yakın banliyölerinde sayıları pek çok olan ve son devir türk sanat zevkini aksettiren, çoğunlukla geniş bahçeler içindeki köşkler birkaç yıl içinde hızla ortadan kalkmıştır. • Evler. İstanbul’un fethinden önceki evlerin kârgir olduğu ihtimal verilir. Bunların mimarîsi ve iç tertibi tespit edilememekle birlikte, sokakların çok dar olduğu bilinmektedir. İstanbul’da belediye teşkilâtının kurulması önce Beyoğlu-Galata tarafından başladığı zaman, o taraftaki evler kârgir olarak inşa edildi, sonra İstanbul, Cumhuriyet devrine kadar, ahşap evlerle dolmağa devam etti. İstanbul’un eski evlerinin dış mimarîleri ancak bazı gravür ve resimlerden; XIX. yy.a ait olanları ise nadir birkaç fotoğraftan öğrenilmektedir. Bunlardan bazısının planı da elde edilmiştir. • Türbeler ve mezarlar. İstanbul’da halk tarafından ziyaret edilen çeşitli evliya türbeleri vardır. İstanbul’un Bizans devrinde şehit düştüğü kabul edilen müslümanlar içinde hatıraları en çok kutsallaştırılan kişi, Halid bin Zeyd Ebu Eyyub elEnsarî’dir. VII. yy.daki bir kuşatma sırasında İstanbul’a geldiği ve burada şehit düşerek gömüldüğü, kabrinin 1453 muhasarası sırasında Akşemseddin tarafından tesadüfen bulunduğu yerleşmiş bir hikâyedir. Halk arasındaki adiyle Eyüpsultan türbesi, türk dinî hayatında Önemli yerinden başka, osmanlı padişahlarının kılıç kuşanma törenlerinin yeri olarak özel bir değer taşır. Ayrıca Eyüp, türk folklorunda yer alan ve özellikle etrafı ona yakın bir toprakta gömülmek isteyenlerin meydana getirdikleri büyük mezarlıklar ile de çevrelenmiştir. Ziyaret edilen türbelerin ikinci kısmı Fetih şehitlerinin (Nim*el-ceyş) kabirleridir. İstanbul muhasarasına katılan bu şahısların tarihî hüviyetleri genellikle bilinmez; hayatları efsaneleşmiştir. Şehrin çeşitli mahalle ve semtlerinde rastlanan bu türbe ve kabirlerin içinde en kalabalığı Şehzadebaşı’nda Belediye sarayı yanında ufak bir hazire teşkil eden Onsekiz sekbanlar’dır. Ayrıca şehrin türkleşmesi ve İslâmlaşmasında faal rolleri olan sofîler, dervişler, erenler için de türbe veya kabirler vardır. Bunlar da ziyaret yeri sayılır. Halk tarafından büyük saygı gören bu sofîler arasında, şeyh Ebu Vefa*, Sümbül* Sinan ve Merkez* Efendi, Beşiktaş’ta Yahya* Efendi, tarihî hüviyeti bilinmeyen Karaca* Ahmed, Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayî*, Fatih civarında Emîr Buharî, Cibali sırtlarında Âşık* Paşa ve Seyyid Velayed, Ayvansaray’da Buharalı Yâvedud* v.b. Tarihî kimliği tespit edilemeyen bazı kimseler için de makam, kabir veya türbe yapıldığı olmuştur. Meselâ Beykoz’a hâkim bir tepeye adını veren Yuşa* bunlardan biridir. Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya getirdikleri bağımsız binalar halindeki türbe mimarîsi, Osmanlı devri türk sanatında yeni bir görünüm aldı ve bu mimarînin şaheseri sayılabilecek misaller meydana getirildi. Fatih .Sultan Mehmed, Bayezid II, Selim I, Süleyman I, kendi adlarına kurulan, külliyelerin sınırları içinde bulunan özel türbe lere gömüldüler; yanlarına ayrı türbelerde bazen yakınları da defnedildi. XVI. yy.da Mimar Sinan tarafından yapılan Şehzade camiinin şehrin anacaddesine komşu olan haziresinde, Şehzade Mehmed’in türbesinden başka birçok türbe yapılmak suretiyle burası bir türbeler topluluğu halini aldı. Fakat şüphesiz bu hususta en zengin hazire Ayasofya’nınkidir. Burada, türk sanatının türbe mimarîsinde en muhteşem eserlerinden sayılabilecek Selim II, Murad III ve Mehmed IIl’ün ayrı ayrı türbeleri inşa olunmuştu. Fatih türbesi, XVIII. yy.da şimdiki şekli ile yeniden (hattâ bir görüşe göre daha ileri alınmak sureti ile) 1766’da inşa olundu, ölçülerinde mütevazı olmakla beraber muntazam kesme taş kaplaması ile klasik devir türk mimarîsinin sert fakat ahenkli ifadesini aksettiren Bayezid II ve 1523’te biten Selim I türbelerinden bu sonuncusu, özellikle çini süslemesi bakımından değerlidir. Mimar Sinan’­ ın Kanunî Sultan Süleyman ve zevcesi Hürrem Sultan için Süleymaniye haziresinde ayrı ayrı inşa ettiği iki türbe de, XVI. yy.ın güzel eserlerindendir. Kanunî türbesinde, binanın etrafını bir revak sarmış, içi en zengin şekilde çiniler ile süslenmiştir. Haseki Hürrem Sultan türbesi de çinilerinin güzelliği ve harikulâde evsafı bakımından kayda değer. Ayasofya türbeleri arasında bir tane de eski Vaftiz binası vardır. Kilisenin muazzam vaftiz teknesini ihtiva eden bu bina, Mustafa I’e türbe yapıldı, sonra buraya 1648’de öldürülen Sultan İbrahim de defnedildi. XVII. yy.ın önemli türbelerinden biri Sultan Ahmed I’in, İkincisi ise 1682’de ölen Valide Turhan Sultanın Yenicami türbesidir. Sekiz kemere oturan bir kubbeyle örtülü ve zarif bir giriş revakına sahip bulunan bu güzel türbenin gerek revak altındaki duvarı, gerek içi, çinilerle kaplıdır. XVIII. yy.da barok üslûpta Nuruosmaniye ve Lâleli camileri yanında birer türbe inşa olundu. Abdülhamid I, türbesini, Bahçekapı’da kurdurduğu ve yazık ki birçok akşamı yok edilen külliyenin bir köşesine yaptırmıştı. Fatih camii haziresinde Mahmud II devrinde Nakşıdil Valide Sultan için inşa olunan barok türbe ise, dalgalı hatları, dıştan dilimli kubbesi, beyzî pencereleri, yaprak şeklindeki kabartma süsleriyle bu üslûbun türk türbe mimarîsinde ortaya koyduğu en başarılı eserdir. Mahmud II ise, türbesini şehrin anacaddesi üzerine, Divanyolu’nda mermer kaplı olarak ampir üslûbunda yaptırdı (1840). Binanın yanında, caddeye bakan uzun bir hazire cephesi ile bir de sebil vardır, içi bir saray salonunu andırır. Son devir padişahlarından Abdülmecid’in türbesi Sultanselim camii haziresinde, Mehmed V Reşad’ınki ise, mimar Kemaleddin tarafından yapılmış neo-klasik türk üslûbunda kubbeli küçük bir bina olarak Eyüp’tedir. Osmanlı saltanatı ricalinin türbelerine gelince, bunlar çok sayıdadır. XV. yy.da yapılanlar içinde, Mahmutpaşa türbesi, dış satıhlarını süsleyen mozaik çinilerle hem tek, hem de çok eski bir türk türbe geleneğinin son temsilcisi olarak özel bir değer taşır. Açık türbelerin en güzellerinden biri, Eyüp’te Defterdar Mahmutçelebi camii yanında 1545*te ölen kurucusuna ait türbedir. Klasik üslûp devrinin en güzel açık türbeleri ise, Eyüp’te Mustafapaşa ve Süleymaniye’de Mimarsinan türbeleridir. Mimar Sinan tarafından devlet ilerigelenlerinden birçoğu için türbeler yapıldığı bilinir. Yenibahçe’de Hüsrevpaşa, Sultanselim’de Şehzadeler, Şehzade camii hâzinesinde Rüştempaşa, Topkapı’da Ahmedpaşa, Eyüp’te So- İSTANBUL kullu Mehmetpaşa ve oğulları, Siyavuşpaşa ve oğulları, Zalmahmutpaşa, Pertev paşa, Üsküdar’da Şemsîahmetpaşa, Beşiktaş’ta Barbaroshayreddinpaşa, Tophane’de Kılıçalipaşa türbeleri, genellikle sekiz köşeli muntazam kesme taş kaplamalı, üstleri kubbe ile örtülü; bazılarının içinde zengin çini süslemeler ihtiva eden güzel zarif eserlerdir. Şehrin içinde XVIII. yy.da yapılmış önemli rical türbeleri vardır. XIX. yy.dan sonra artık bu tür yapılara rastlanmaz. Belli bir üslûbu olmayan ve türk sanatına yabancı unsurlardan meydana gelmiş bir türbe, Beyazıt camii haznesinin meydana bakan köşesinde Reşitpaşa türbesidir. Cağaloğlu’- nda cadde üzerinde Mahmut ne dimpaşa türbesi de yabancı üslûpludur, ancak, malzeme ve işçiliği bakımından vasıflı bir ese ­ dir. Sultanahmet’te Fuatpaşa türbesi, o sıralarda İstanbul’da moda olan magriD üslûbunun garip bir örneğidir. Mimar Kemaleddin 1909’da Hürriyeti Ebediye tepesinde Mahmud Şevket Paşa için yaptığı türbede ise, eski türk mimarî unsurlarından ilham almak suretiyle güzel sayılabilecek bir eser vermiştir. Eski açık türbeler geleneğine göre burada dört sütuna binen dört kemer bir kubbeyi taşır. Şehrin evvelce dış çevresinde, şehri kuşak gibi saran büyük mezarlıklardan da bugün pek az şey kalmıştır. Tarihî mezarlıklar önceden ayırılarak sahaları smırlandırılmadığından, eski ve tarihî taşlar kolaylıkla ortadan kaldırıldı. Aslında Üsküdar’­ dan başlayarak, ancak sonu Kızıltoprak’ta biten Karacaahmet mezarlığının kısımları tahrip edilmiştir. Aynı durum, surlar karşısındaki Edirnekapı – Mevlevihane kapısı mezarlığı için de söylenebilir. Kısmen alt kısımlarındaki parçaları, biraz iyi vaziyette bulunan Eyüp mezarlığının yukarı (Piyerloti kahvehanesi yolu) ve Silâhtarağa caddesi üzerindekiler ile yamaçlarındakiler hızla kaybolmaktadır. Küçük mezaristan de-, nilen Tepebaşı-Şişhane-Kuledibi mezarlığından bugün en ufak iz kalmamıştır. Taksim’den Ayaspaşa-Gümüşsuyu üzerinden Fındıklı’da sahile kadar inen Büyük mezaristan ise, parça parça kaldırılmış ve taşları tahrip edilmiştir. E d e b i y a t Osmanlı devletinin beş yüzyıl kadar başşehri olan İstanbul, çeşitli yönleriyle türk edebiyatı üstünde derin etkiler bıraktı. • Halk edebiyatında İstanbul. Dede Korkut kitabında İstanbul, bezirgânların mal almak için gittikleri uzak bir şehir olarak gösterilir. Üsküdar ve Kadıköy’e kadar gelen Seyyid Battal Gazi’nin efsanesi ise halk arasında hâlâ yaşar. Selçuklular devrinde yaşamış bir alperen olarak gösterilen ve şahsı etrafında bir menakıpname meydana gelen Sarı Saltuk* da İstanbul’a geldi. Akşemseddin, Menakıb’mĞa, Ebu Eyyub elEnsarî’nin mezarının bulunuşunu ve İstanbul’un fethiyle ilgili olayları geniş olarak anlatır. İstanbul’un fethiyle ilgili birçok söylenti ve efsane edebî bir şekle sokulmamıştır. XV. yy. şairlerinden Akşemseddinzade Hamdi’nin konusu halk edebiyatından alınmışa benzeyen Tuhfet-ül-Uşşak (Âşıkların Hediyesi) adlı mesnevisi, İstanbul ile ilgili halk hikâyelerinin öncüsü sayılabilir. Daha sonra yazılan ve İstanbul’­ da geçen olayları konu edinen halk hikâyelerinde kahramanlar genellikle tüccar veya tüccar oğullarıdır; bunlar için, Tuhfet-ülUşşak’ ta olduğu gibi dinî duygu yerine, zevk ve eğlence söz konusudur (Hançerli Hanım [basımı 1937], Hikâye-i T ay yar zade

[basımı 1289]

v.d.). Bu halk hikâyelerinde İstanbul genellikle zenginlik ile sefahatin, güzellik ile ahlâksızlığın birarada bulunduğu yer olarak gösterilir. Konularını Isfahan, Kandehar, Tebriz, Horasan, Erzincan gibi yerlerdeki olaylardan alan halk hikâyelerinde aşk idealleştirildiği halde, o1 ayları İstanbul’da geçen halk hikâyelerinde çapkınlık, şehvet, para, mal ihtirası ağır basar. Bazı halk masallarında da İstanbul, saf genç kız veya delikanlıların aldatıldığı bir yer olarak gösterilmiştir. Halk edebiyatında İstanbul’u en gerçek yüzü ve yaşantısıyle yansıtan Karagöz’dür. Karagöz’deki tip ve olaylar, İstanbul hayatiyle yakından ilgilidir. Karagöz ile birFoto. MEYDAN likte, eski türk halk temaşa sanatının ikinci önemli kolu olan orta oyunundaki olaylar ve tipler de İstanbul hayatından alınmıştır. İstanbul’da halk şairlerinin yaşadığı ve sanatlarını icra ettiği yerler, kahvehane, meyhane, konak ve saraylardı. İkinci Meşrutiyet devrine kadar süren ve İstanbul’­ un her semtinde bulunan semaî kahvelerinde birçok halk şairi barınıyordu. Bunların şiirlerinde, İstanbul’da meydana gelen yangınlar, baskınlar, depremler ve günlük hayatın değişik görünüşleri dile getirildi. İstanbul bekçilerinin ramazanlarda söylediği destanlar, esnaf, çarşı ve mahalle hayatını yansıtması bakımından ilgi çekicidir. Ünlü halk şairlerinden bazıları da İstanbul’u ko­ nu edinen pek çok şiir yazdılar (Âşık ömer, Abdi, Ispartalı Seyranî v.d.). • Divan edebiyatında İstanbul. Divan edebiyatı asıl niteliğini, İstanbul fethedildikten sonra, burada gelişen ve imparatorluğun kudret ve ihtişamını yansıtan sosyal hayat çerçevesi içinde buldu. İslâmî edebiyata hâkim olan dünyanın kötülüğü ve inkârı fikri, İstanbul’un göz alıcı çevresinde etkisini kaybederek, yerini hayatın tadını çıkarma ve yaşama sevincine bıraktı. İstanbul, mimarîsi, eğlencesi ve birçok yönüyle divan edebiyatına konu oldu. Divan edebiyatına şehir, Fatih Sultan Mehmed’in «Kalatalı bir frengi kâfir» için söylediği gazel ile girdi. Fatih’in saray şairlerinden Hâmidî İstanbul’u öven bir kaside yazdı; Ahmed Paşa bir kasidesinde Fatih’in yeni yaptırdığı Yeni saray’ı (Sarayı Cedid) methetti. Celilî, Şehrengiz-i İstanbul ve İznik adlı eserinde İstanbul’u sanat eserleriyle dolu bayındır bir şehir olarak anlattı. XV. Yüzyılda İstanbul’dan söz eden en ilgi çekici eser Tacizade Cafer Çelebi’nin Hevesname adlı mesnevisidir. Tacizade Cafer Çelebi, İstanbul’­ da başından geçen bir aşk macerasını anlatırken, İstanbul’un dükkânlarını, meyhanelerini, kulelerini, kalelerini, Kâğıthane’­ yi, Ayasofya camiini, Fatih’in yaptırdığı çeşitli mimarî eserleri v.d. anlattı. XVI. yüzyılda Zatî, Baki, Nihanî, Zihnî, Sirozlu Sadi, Yahya Efendi, Lâtifî, Koca Nişancı İstanbul’dan bahseden birçok gazel yazdılar. Taşlıcalı Yahya’nın Şah u Geda (Şah ve Dilenci) adlı mesnevisinde, İstanbul’a ait sahneler canlandırılır. Yine aynı yüzyılda İstanbul’dan bahseden üç şehrengiz yazıldı. Ahmed Cemalî, Şehrengiz-i İstanbul’unda. şehrin geniş bir tasvirini yapar. Minyatürlerle süslü bir nüshası Topkapı Sarayı Hazine kütüphanesinde bulunan Surname-i Hümayun’Ğa (Padişah Düğünü), düğüne katılan bütün esnaf topluluklarından söz edilir, İstanbul’da yapılan eğlenceler anlatılır. Lâtifî Evsaf-ı İstanbul (İstanbul’un Nitelikleri) adlı kitabında İstanbul’un kuruluş ve fethini, camilerini, konaklarını, çeşitli semtlerini süslü ve secili bir üslûpla anlatır; İstanbul hayatının insanı baştan çıkardığını, dinden uzaklaştırdığını söyler. Gelibolulu Mustafa Âli’nin Mevaid-ül-Nefais fi Kavaid-il-Mecalis (Meclislerin Kurallarına Göre Beğenilen Sofralar) adlı eserinde İstanbul hayatının gelenek ve görenekleri üzerine ilgi çekici bilgi vardır. Fakirî, Risale-i Tarifat (Tanımlar Kitapçığı) adlı mesnevisinde çeşitli meslekler ve sosyal sınıflar üstüne bilgiler verir. XVII. Yüzyılda Şeyhülislâm Yahya, Nabi, Vecdî, Fasihî, Nefî v.b. şairler İstanbul üzerine pek çok gazel söylediler. Kâğıthane bu yüzyılda rağbet gören bir eğlence yeri oldu. Kâğıthane ve burada yapılan âlemler Nef’i ve Nedim’in gazellerine girdi. Nevizade Ataî Hamse’sınde İstanbul’un çeşitli tabiî ve sosyal görünüşlerinden söz açtı. İstanbul’un mesire ve konaklarında yaşanan hayat, yalnızca yaşayış tarzı üzerinde değil, dil ve üslûp üzerinde de etkili olmağa başlamıştı. Bu devirde edebiyatın kitabî değil, hayatî olmasının istendiği görülür. İstanbul üstüne bir hayli gazel yazmış bulunan Nabi, Hayriye’sinde İstanbul’u, bütün yetenekli insanların toplandığı, olgunlaştığı, izzet ve şeref mertebelerine yükseldiği bir şehir olarak gösterir. Dünyada ne kadar bilim ve fen dalı varsa hepsi İstanbul’da olgunlaşmış ve rağbet bulmuştur. Ayrıca İstanbul tabiî güzellikleri ve mimarîsiyle de övünülecek bir şehirdir. İstanbul’da oluşan osmanlı bürokrasisi, Tanzimat döneminden sonra tenkit edilmeğe başlanılan, rahatına düşkün, top’umsal meselelere karşı ilgisiz, kültürlü fakat korkak, çekingen ve boyun eğen bir kalem efendisi tipi yaratmıştı. Nabi, Hayriye adlı risalesinde oğluna bu tipi bir örnek olarak gösterir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinin birinci cildini İstanbul’a ayırdı. Şehrin efsane ile karışık kuruluş tarihini, Fatih’ten önce girişilen kuşatmaları, Fatih’in İstanbul’u alışını ayrıntılı olarak anlatan Evliya Çelebi İstanbul’un bütün semtlerini tasvir eeder; şehrin âbideleri, camileri, tekke ve zaviyeleri, türbeleri, tanınmış kişileri hakkında geniş bilgi verir. Şehrin hayatından sahneler canlandırır. İstanbul’da yaşayan bütün esnaf ve zanaat erbabını birer birer sayar. XVIII. yüzyılda Sami, Seyyid Vehbi, Süleyman Nahifî, Çelebizade Âsim, Haşmet, Şeyh Galip, izzet Efendi v.d. bazı şairlerin gazel, kaside ve mesnevilerinde İstanbul, semtleri, ramazanları, düğünleri, bayramları, kasır ve yalılarıyle söz konusu edilir. Nedim’in şiirlerinde, Ahmed III devrinin İstanbul’u bütün zevk ve neşesi, tabiî ve mimarî güzelliğiyle yansıtılmıştır. Haşmet ve Seyyid Vehbi Surname’lerinde, İstanbul’da yapılan gündüz ve gece eğlencelerini anlatırlar. Şeyh Galib ve Esrar Dede gibi tasavvuf şairleri bile İstanbul hayatının cazibesine kapılmaktan kendilerini alamadılar. Aynı yüzyıl şairlerinden Fennî Sahilname adlı manzum eserinde İstanbul’un altmış iki sahil, köy ve kasabasını tasvir etti. İzzet Efendi de Selim IIl’e sunduğu Sahilname adlı kasidesinde İstanbul’un bütün kıyı semt ve iskelelerini sıra ile sayar. Enderunlu Fâzıl, şiirlerinden başka Hubanname ve Zenanname adlı mesnevilerinde de İstanbul hayatını ayrıntılı bir şekilde vermeğe çalıştı. XIX. Yüzyılın başında Enderunlu Vâsıf şarkı ve gazelleriyle İstanbul’u, özellikle Beykoz’da yapılan mehtap sefalarını tasvir etmiştir. • Tanzimattan sonra. Tanzimattan sonraki türk edebiyatında, batı etkisiyle dünyaya bakış, duygu ve düşünceyi anlatış tarzı değişti, bunun bir sonucu olarak İstanbul tasvirleri de zenginleşti. Bu devir, Osmanlı imparatorluğu ile birlikte eski medeniyetin de yıkıldığı ve batı medeniyetinin bütün hayatı, müesseseleri, gelenek ve görenekleri, günlük hayat düzenini değiştirdiği bir devirdir. Gazeteler günlük haberler yayımlarken, tiyatro, roman, hattâ şiirde yaşanılan gerçeği anlatma fikri edebiyatın muhteva ve üslûbunu tamamıyle değiştirdi. Aziz Efendinin Muhayyelât’ı (1852); Emin Nihad’ın Müsameratname’si (1872-1875) gibi eski hikâyelerin bir devamı sayılabilecek olan kitaplarda, olayları İstanbul’da geçen bazı hikâyeler varsa da, bunlarda şehir hayatına ait canlı tasvirler yoktur, ilk defa Şinasi, Tasviri Efkâr gazetesindeki yazılarında şehirle ilgili bazı meseleleri işlemiştir. Şair Evlenmesi (1860) adlı piyesinde bir İstanbul mahallesine ait tipleri sahneye çıkardı. Namık Kemal, Tasviri Efkâr’Ğa çıkan Ramazan Mektupları ile türk edebiyatında ilk defa bir şehir röportajı örneğini verdi. Barika-i Zafer (Zafer Şimşeği), Devr-i İstilâ (istilâ Çağı), Evrak-ı Perişan (Dağınık Kâğıtlar) ve Osmanlı Tarihi gibi tarihî eserlerinde, Fatih ve İstanbul’dan söz etti. Cezmi (1880) adlı romanında, XVI. yüzyıl İstanbul’una ait bazı sahneleri tasvir etmeğe çalıştı; intibah (1876), olayı İstanbul’da geçen ve şahısları o devir hayatından alman ilk türk romanlarından biri sayılır. Romanlarının çoğunda İstanbul’u dekor olarak alan Ahmed Midhat Efendinin, üzerinde en çok durduğu semt «alafranga hayatın hâkim olduğu Beyoğlu»dur. Felâtun Bey ile Râkım Efendi (1875); Karnaval (1881); Müşahedat (Gözlemler) [1890] adlı romanlarında Beyoğlu’ndaki kahveleri, gazinoları, tiyatroları, batakhaneleri, buraya alafranga hayat sürmek için gelen türkler ile azınlık ve yabancıların hayatını anlatır. Çaylak adlı bir mizah dergisi çıkardığı için Çaylak lakabıyle tanınan Mehmed Tevfik «İstanbul’da Bir Sene Başlığı» altında yayımladığı eserlerinde yarı tasvir, yarı hikâye tarzında İstanbul’un özelliklerini belirlemeğe çalışmıştır. Tabiata batılı romantiklerin gözleriyle ba93 Taksim âbidesi İSTANBUL 94 Eski surlar Kamu binaları Cami Kilise Mozaik müzesi Atmeydanı Konıtontin sütunu Nuruosmaniye camii Yerebotan Sarayı Babıâli Eski Eserler müzesi Beyazıt kulesi Beyazıt Camii Kalender Camii Şehzade Camii Kilise Camii Türk-lslâm Eserleri müzesi Sultan Selim Camii Gül Camii Fener patrikhanes; Fethiye Camii Moukhliotissa kilisesi Bağdan Sarayi Kereli Mesçiti Davut Pasa Camii Hekimoğlu Ali Pasa Camii Süleymaniye Camii kan Abdülhak Hâmid, Recaizade Ekrem, Samipaşazade Sezai ve onların etkisinde kalan Menemenlizade Mehmed Tahir, Mehmed Celâl gibi şairler İstanbul’un tabiat manzaralarının şiirselliğini ve yüceliğini keşfetmişlerdir. Abdülhak Hâmid, Garam’da (1923) Çamlıca’da bir aşk macerasını anlatır. Çamlıca’yı şairane tasvirlerle över. Kabri Selim’i Ziyaret ve Merkaid-i Fatih’i Ziyaret adlı şiirleri, anıtlardan tarihî hatıralara geçiş bakımından önemlidir. Ruhlar re Arzîler’de Abdülhak Hâmid, İstanbul’u hem eski mimarî eserleri bakımından değerlendirir, hem de Birinci Dünya savaşında İstanbul’daki ahlâkî çöküşten söz eder. Mizacı itibariyle melankolik ve hassas olan Recaizade Ekrem, İstanbul’un mezarlıklarından, akşam ve gecelerinden, sonbaharlarından hoşlanır. Araba Sevdası (1896) adlı romanında Çamlıco tepesini, Fenerbahçe mesiresini, Bulgurlu, Beyazıt, Şehzadebaşı ve Direklerarası semtlerini ayrıntılı olarak tasvir eder. Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt (1887) adlı romanında, Dilber’in satıldığı konakların, köşklerin, arka mahallelerin zengin tasvirleri görülür. Türk edebiyatında Emile Zola gerçekçiliğini roman ve hikâyeye ilk olarak uygulayan Nabizade Nâzım, Zehra adlı romanında serseri bir hayat süren kahramanının dolaştığı yerleri, Boğaziçi’ni, Çamlıca’yı, Kayışdağı’nı, Adalar’ı v.d. yerleri kısaca anlatır. Mizancı Murad’ın romanında da (Turfanda mı, Turfa mı [1891]) Tanzimat devri İstanbul’unun geniş bir tasviri ve tenkidi yapılmıştır. Hüseyin Rahmi (Gürpınar), roman ve hikâyelerinde İstanbul’un arka sokaklarında, konak ve yalılarında, sur dışlarında, Beyoğlu ve Şişli gibi alafranga semtlerinde yaşayan çeşitli tipleri realist, alaycı ve tenkitçi bir gözle anlatır. Bu roman ve hikâyelerde İstanbul, tabiî güzelliği ve tarihî ihtişamıyle değil, ihtiraslar, budalalıklar ve âdiliklerle kaynaşan, ahlâk bakımından bozulmuş, medeniyetten uzaklaşmış bir doğu şehrinin kirli ve bulanık manzarası içinde görünür. Ahmed Rasim’in önce gazetelerde yayımladığı, sonra kitap olarak topladığı fıkra ve hatıralarında istibdat ve Meşrutiyet devri İstanbul’unun günlük hayatı gözler önüne serilmiştir. Servetifünuncularm roman ve hikâyelerindeki kişiler; genellikle Taksim, Şişli, Tarabya, Erenköy gibi kibar ve zengin tabakanın yaşadığı yerlerde, güzel köşklerde ve apartmanlarda oturan; günlerini şiir, musiki, hülya ve aşklarını tahlil ile geçiren kimselerdir. Servetifünuncular için İstanbul, daha çok denizleri, adaları, koruları, çayırları, doğan ve batan güneşleri ve mehtaplarıyle aşk, ıstırap ve hülyaların egliştiği şairane bir dekordur. Romanlarındaki olaylar İstanbul’da geçen Halid Ziya (Uşaklıgil), kahramanlarını genellikle dar aile çerçevesi içinde yaşattığı ve onların kişisel ruh hal­ [şüfımu lapı Sarayı Ayasofya müzesi _ _ _ Suttan Ahmef Camii Küçük Aja Sofya Canv»ı MARMARA DENİZİ loöşom leri üzerinde durduğu için romanlarına İstanbul, kahramanların kişisel hayat çerçeveleri içinde girer. Mai ve Siyah’ta (1897) Haliç’in gece görünüşü, Taksim bahçesi, Beyoğlu’nun pis ve kirli kahve ve meyhaneleri, Aksaray, Erenköy’deki köşk tasvir edilmiştir. Aşk-ı Memnu’nun (Yasak Sevgi) [1900] kahramanlarından Adnan Bey, Boğaziçi’nde oturur, Melih Bey takımını, Boğaziçi mesireleri giyim ve kuşamlarına düşkünlüğü ile tanırlar. Mehmed Rauf Eylül (1900) romanında, Boğaziçi’nde geçen şiir ve musiki dolu bir aşkın hikâyesini; ikinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinde yazdığı romanlarda Boğaziçi, Trakya, Beyoğlu ve Nişantaşı semtlerinin alafranga salonlarında yaşanılan lüks hayatı anlatır. Servetifünun şiirinde manzara tasvirleri büyük yer tutar. Bunlarda, yer adları her zaman belirtilmemekle birlikte ilham kaynağı İstanbul’dur. (Tevfik Fikret’in Rubab-ı Şikeste’sinâeki [Kırık Saz] Balıkçılar, Sis v.d.) Diğer Servetifünun şairlerinin de İstanbul’un tabiî manzaralarını ve şehir hayatından bazı sahneleri tasvir eden şiirleri vardır, ikinci Meşrutiyet döneminde Türkçüler, düşünce ve hayallerini. Orta Asya’ya ve millî kültürü kurduğuna inandıkları köylere çevirdikleri için, İstanbul üzerinde fazla durmadılar. Yalnız İstanbul Türkçesini yazı dilinin esası olarak kabul etmekle türk edebiyatmda büyük bir devrim yaptılar, ömer Seyfeddin birçok hikâyesinde tarihî ve çağdaş İstanbul’un görünüş ve tiplerini, gelenek ve göreneklerini anlattı, ikinci Meşrutiyetten sonra İstanbul’dan en geniş söz eden Mehmed Akif’tir (Ersoy). Mehmed Âkif Safahat’ındaki birçok şiirinde istanbul’- u, dindar ve ahlâklı bir insanın sosyal tenkit açısından görür ve değerlendirir. Yahya Kemal (Beyatlı) İstanbul’u eski türk tarih ve medeniyetinin olgunlaşmış bir sentezi olarak ele alır. Yahya Kemal’in şiirlerinde İstanbul, fetihten itibaren her biri ayrı bir hava ve ruh taşıyan semtleri, büyük mimarî eserleri, besteleri, çehrelerinde ve seslerinde onu aksettiren kadınları, fakir de olsa asil bir ruh taşıyan müslüman halkı ile ebedî bir güzelliğe kavuşur, ikinci Meşrutiyetten sonra yazı hayatına atılan, fakat büyük eserlerini Cumhuriyetten sonra veren romancı ve hikâyeci nesli de İstanbul’u sadece kişisel duyguların geliştiği bir dekor değil, eski bir medeniyet düzeninin yıkılarak yerine yeni bir medeniyet düzeninin kurulmağa başladığı tarihî ve sosyal bir muhit olarak ele almıştır. Romanlarında İstanbul’un tabiî ve sosyal muhitinden söz eden Halide Edip Adıvar, Cumhuriyetten sonra yayımladığı romanlarında İstanbul’­ daki çeşitli çevrelerin yaşayış biçimlerini ve zihniyetlerini tasvir etmiştir. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) romanlarıyle, Tanzimat’­ tan bugüne kadar Türkiye’nin yaşadığı medeniyet buhranının genel bir görünüşünü çizer. Refik Halid (Karay), İstanbul’un Bir Yüzü (1939) adlı romanında İstibdat ve İkinci Meşrutiyet döneminde, eski ahlâk, gelenek ve göreneğin nasıl bozulduğunu hikâye eder. Reşat Nuri’nin (Güntekin) romanlarındaki kahramanlar, genellikle İstanbulludur; bunlar gittikleri yerlere İstanbul’un serbest zihniyetini ve medenî havasını beraberinde götürürler ve muhitleri tarafından yadırganırlar. Peyami Safa’nın bütün romanlarında olaylar İstanbul’da geçer; bazı romanlarında, İstanbul’un bazı muhitleri, kahramanların hayat biçimlerini etkiler. Cumhuriyet devrinde, İstanbul’u tabiî güzellikleri ve eski hayatiyle en geniş ve en güzel şekilde anlatan Abdülhak Şinasi Hisar ile Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. A. Ş. Hisar deneme, roman ve hikâyelerinde Çamlıca, Boğaziçi ve Büyükada’da eski yalılar, köşkler ve konaklarda, imparatorluğun son yıllarında yaşanan hayatı, ayrıntılı bir şekilde renkli ve sanatkârane bir üslûpla tasvir eder. A.H. Tanpmar çeşitli deneme, hikâye ve romanlarında İstanbul’un tabiî güzelliklerini, tarihî ve medenî hayatını, değişik bir görüş ve üslûpla anlatır. Hececi şairlerden birçoğu İstanbul’un tabiî manzaraları ile tarihî semtlerini tasvir etmişlerdir. Yedi Meşaleci’lerin de İstanbul’­ un çeşitli görünüşlerini çizdikleri şiirleri vardır, ikinci Dünya savaşı sırasında türk edebiyatına yeni bir duygunluk ve anlatım biçimi getiren şair ve hikâyecilerin bir kısmı, Anadolu köy ve kasabalarını anlatırken, diğer bir kısmı da büyük şehirleri, İstanbul’u konu olarak ele almışlardır. Sait Faik Abasıyanık, hikâyelerinde Adalar ile Beyoğlu’nu, buralarda karşılaştığı fakir ve orta tabakadan insanları, balıkçıları, külhanbeyleri, sokak çocuklarını, meyhaneleri, kahveleri, izlenimci ve gerçeküstücü bir üslûpla tasvir etmiştir. Haldun Taner, Orhan Hançerlioğlu, Oktay Akbal ve Orhan Kemal’in hikâye ve romanlarında da İstanbul’un çeşitli semtleri, sosyal grupları ve tipleri önemli bir yer tutar. Orhan Veli Kanık bu nesil sanatçıları içinde İstanbul’un güzelliğini en iyi anlatan şairdir. Behçet Necatigil bütün şiirlerinde, İstanbul’­ da yaşayan fakir ve orta halli insanların ıstırap ve sıkıntılarını anlatır, ilhan Berk, Galile Denizi (1958) adlı şiir kitabında İstanbul’u karmakarışık bir medeniyetler enkazı, maddî ve manevî sefalet yeri olarak gösterir. Attilâ Ilhan’ın şiirlerinde de İstanbul, duygusal ve toplumsal gerçekçilik açısından görülmüştür. Yeni şairler, İstanbul’un yalnızca bugünkü hayatiyle (özellikle halkın yaşama biçimi) ilgilenirler. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü dolayisiyle dergilerde pek çok şiir yayımlandı ve bazı destanlar yazıldı (F. H. Dağlarca, İstanbul Fetih Destanı) [1953] ^ İkinci Meşrutiyet ve Cumhım>et devirlerinde şiir, roman ve hikâyenin dışında, eski İstanbul’un tarihî ve sosyal hayatından söz eden birçok yazı ve kitap yayımlanmıştır. — İstanbul ili, Marmara bölgesinde Çatalca yöresinin bütününü ve Kocaeli yöresinin batı kesimini kaplar; kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara denizi, batıda Kırklareli ve Tekirdağ, doğuda Kocaeli illeriyle sınırlanır. Ayrıca İzmit körfezi güneyinde kalan, Kocaeli ve Bursa illeriyle sınırlanan bir kısım toprak da (Yalova ilçesi) İstanbul ili içinde yer alır; 5 712 km8; 2 995 191 nüf. • Coğrafya. İstanbul ili toprakları ortasından geçen Boğaz ile birbirinden ayrılmış iki parçadan meydana gelir. Doğuda kalan ve Kocaeli yöresi içinde yer alan topraklar, güneyden kuzeye doğru eğimli bir yayladır; en fazla yüksekliğini, güneyde Marmara kıyılarına yakın kesimde kazanır; Kartal’ın kuzeydoğusunda Aydos dağı 537 m’ye yükselir, onu yükseltisi 400 m’yi aşan Kayış dağı ve Alemdağ, Üsküdar üstünde yükselen Büyük ve Küçük Çamlıca tepeleri (261 ve 226 m) izler; yayla genel akış doğrultusu kuzey ve kuzeybatı olan vâdilerle yarılmıştır. Boğazın batısında kalan ve Çatalca yöresini meydana getiren yayla, genellikle daha alçak olduğu gibi üzerinde de Kocaeli yaylasının İstanbul ili kesiminde bulunan ve çevresine göre yüksek olan tepeler görülmez: bu yaylanın eğimi ötekinin tersine, kuzey-kuzeybatıda, güney-güneybatıya doğrudur ve yayla, bu yönde akarsularla kesilmiştir. En yüksek kesim Çatalca’nm batısından (Çıplak tepe 323 m) kuzeybatıya yönelen ve ileride Istranca dağlarını meydana getirecek olan sırt üzerinde görülür (Yamaçtepe 281 m). Yerey, İstanbul boğazının iki tarafında Birinci zamana ait Silür-Devon-Karbonifer devirlerine ait killi -kumlu şistleri, yoğun ve yumrulu kalkerleri, Anadolu yakasındaki tepelerde meydana çıkan sert kumtaşlarından; doğuda ikinci zamanın trias kireçli kayaçlarından oluşmuştur; bu kayaçlar Rumeli yakasında daha az yer tutar, yerlerini Karadeniz boğazı ağzının iki tarafından andezit tipinde Kretase devrinde oluşmuş volkanik kayaçlara, Karadeniz kıyısı boyunda yine Kretase devrine ait şistlere, Çatalca yarımadasının büyük kısmında Üçüncü zamanın eyosen (kireçtaşı ve killi-kireçli) özellikle miyosen (killi-kireçli) yereylere bırakır. Marmara kıyısı boyunda dördüncü zaman kireçtaşı ve şistleri ile miyosen killi-kireçli tortullarına rastlanır. İstanbul ili toprakları dar bir alanda iklim bakımından dikkat çekici bir çeşitlilik gösterir: Akdeniz iklimine ait özellikler Marmara denizi kıyılarına kadar hâkimdir: yazların sıcak ve oldukça kurak geçmesiyle kendini belli eder. Karadeniz bölgesinin nemli ve serin iklimi, özellikle kuzey kıyı- * * * #TerWs*|^iü * * » >■ * % « t *.. M t M 8 A 6 !©%«Î1 Pm&tk Buf&az od – H & yM i B ü y ü k & d o SKİM ARM ARA BENt’/J İSTANBUL ŞEHİR PlANI larını etkiler, fakat Marmara kesiminde yaz kuraklarının biraz hafiflemesine sebep olur. Karasal etkiler daha çok Çatalca yöresinde görülmekle birlikte, bazı yıllar şiddetli soğuk baskınları şeklinde bütün il topraklarında kendini belli eder. En soğuk ayın (şubat) ortalama sıcaklık derecesi, uzun süreli meteoroloji istasyonlarında 5°1C (Kandilli), 5°3C (Göztepe) arasında, en sıcak ayınki (ağustos) ise 22°8C (Kandilli), 23°4C (Göztepe) arasında oynar. Gözlem süresi içinde kaydedilen en düşük sıcaklık —13°0C (Kandilli), —16°İC (Göztepe), en yüksek olanı ise 40°6C (Kandilli), 39°4C (Göztepe). Yörede yıllık yağış tutarı Marmara kıyıları yakınında 700 mm’den az (Kartal 671 mm, Göztepe 672 mm, Florya 651 mm, Silivri 541 mm), Boğaz boyunda ve Karadeniz kıyısında, 700 mm üstünde (Kandilli 787 mm, Kumköy-Kilyos 716 mm, Şile 745 mm); yüzey şekilleri elverişli olan kesimlerde de aynı (Yalova 753 mm, Çatalca 753 mm); Belgrad ormanı kesiminde daha da yüksektir (Bahçeköy, 1 057 mm). Kandilli istasyonunda yağışların mevsimlere dağılışı son 50 yıllık ortalamalara göre yüzde ile şöyledir: kış 37,8, ilkbahar 18,6, yaz 13,1, sonbahar 30,5. İstanbul ilinde tabiî bitki örtüsü, Karadeniz etkisi altında bulunan kuzey kesiminde nemcil, geri kalan kesimlerde Akdeniz iklimi kurallarına uyan kurakçıl bir orman karakterinde olmakla beraber, yüzyıllardan beri yapılan tahripler, tarla açma, otlak yapma, odun kesme, yangınla süpürülme gibi sebeplerle büyük ölçüde zarara yolaçmış, hele Birinci Dünya savaşından sonra büsbütün hızlanmıştır; şimdi ortadan kalkmış veya çalılık halini almış olan bu ormanlardan bir kısmının yeniden ağaçlandırılmasına başlanmıştır. Kocaeli ormanlarından ancak küçük kümeler kalmıştır (Alemdağ). Belgrad ormanının korunmasına çalışılmaktadır. Bu ormanlarda özellikle meşeler, kayın, gürgen (kestane ile yabanî yemiş) ağaçları yaygındı. Eskiden daha geniş yer kapladığı sanılan kızılçam ağaçları şimdi Adalar’da tutunabilmekte ve korunmaktadır. İstanbul ilinin başlıca akarsuları Boğaz ağzının biraz doğusunda denize dökülen Riva deresiyle Haliç’e birleşik ağıza ulaşan Kâğıthane ve Alibey dereleri, Küçükçekmece gölüne dökülen Sazlıdere, Çatalca yakınından geçerek Büyükçekmece gölüne ulaşan Karasu, Terkos gölüne kavuşan Şeytanderesidir. Büyük ve Küçükçekmece gölleri, önleri tıkanmış eski birer koydur ve deniz suyu ile temas halindedir. Terkos gölünün denizle teması kalmadığı için suyu tatlıdır. Bunlardan başka İstanbul ili topraklarında şehrin ‘ ayrıntılı kesimlerine su sağlamak için meydana getirilmiş irili-ufaklı baraj gölleri vardır: Belgrad ormanındaki Bentler, Anadolu yakasında Elmalı I ve II bentleri gibi. Şimdi Alibey deresinde ve Riva deresinde (Ömerli) birer büyük bent daha yapılmaktadır. İstanbul şehri ve çevresi 1909’a kadar OsmanlI devletinin merkezî hükümeti tarafından idare edilmiş, valilik yetkisi bir zamanlar emniyet işlerini yürüten «zaptiye müşiri»ne, daha sonra belediye reisi görevinde bulunan «şehir emini»ne bırakılmıştır. İstanbul belediyesi ilk olarak 1854’te kurulmuş, bir aralık şehir 20 veya 10 «belediye dairesi»ne bölünmüş, belediye reisliği ile valilik birleştirilmiş, son olarak 1957’- de belediye ve özel idare ayrılmıştır. İstanbul ili 19 ilçeye bölünür; bu ilçelerden 6’sı bütünüyle İstanbul belediye sınırları içinde yer alır: Eminönü, Fatih, Beyoğlu, Beşiktaş, Zeytinbumu ve Adalar. 8 İlçenin bir kısım topraklan belediye sınırları içinde yer almakla birlikte bir kısım toprakları da bu sınırlar dışına çıkar: Bakırköy, Beykoz, Eyüp, Gaziosmanpaşa, Kadıköy, Sarıyer, Şişli, Üsküdar. Nihayet 5 ilçenin toprakları tümüyle belediye sınırları dışındadır: Çatalca, Kartal, Silivri, Şile ve Yalova. İstanbul ilinin kendi adını taşıyan «merkez ilçesi» yoktur. 1965 Sayımında İstanbul ilinin 2 295 359 olan tüm nüfusunun 1 741 930’u belediye sınırları içinde, 323 998’i bu sınırlar dışında (geniş anlamlı şehire mal edilebilecek şehir ve kasabalarda) yaşıyor, böylece İstanbul şehri nüfusu 2 065 928’e varıyordu. Geri kalan 229 431 nüfus İstanbul şehri dışındaki kentsel merkezlerde ve köylerde yaşıyordu. Bu sayıdan İstanbul şehri dışı kentsel merkezlerin nüfusu (41 200) çıkartılacak olursa il sıFoto. Hürriyet argivi (MEYDAN) nırları içinde yaşayan kır nüfusunun (188 231) bütün il nüfusu içinde yüzde 8’i geçmediği, geri kalan yüzde 92 nüfusun kentsel karakter taşıdığı söylenebilir. 1970 Sayımının ilk alınan sonuçlarına göre il nüfusu 2 995 191 idi, bu nüfusun 2 247 630’u İstanbul belediyesi sınırları içinde yaşıyordu. Geniş anlamlı İstanbul’un nüfusu ise tahmine göre 2 700 000’e yaklaşıyordu. (Bk. EK CÎLT). İstanbul ilinin ekonomik yaşayışı, nüfusu şimdi 2,5 milyonu çok aşmış olması dolayısıyle çeşitlilik kazanmıştır. Ekonomik faaliyet, tarım kolunda özellikle sebze, meyve üzüm bağları, süt hayvanları yetiştirilmesi (taze süt, yoğurt ve tereyağı bakımından) ve tavukçuluk alanında yoğunlaşmıştır. Bununla birlikte bahçeciliğe elverişli olmayan ve sulanamayan toprakların geniş yer tutması yüzünden tahıl ekimine çok yer ayrıldığı da görülür. Toprakların faydalanma bakımından bölünüş yüzdeleri şöyledir: ekili alanlar (tarla) 19, dikili alanlar 4, nadas 2, orman toprakları 44, çayır ve otlaklar 21, ürünsüz topraklar 10. Ekili alanların yüzde 90’dan fazlası tahıl üretimine ayrılmıştır; geri kalanını sanayi bitkileri Ye kuru sebzelerle hayvan yemi kaplar. Dikili alanlarda baş sırayı meyvelikler, onun arkasından sebze bahçeleri, daha sonra üzüm bağları ve en geride de zeytinlikler kaplar. Orman topraklarının il alanında yarıya yakın yer kaplamasına rağmen iyi orman çok az yer tutar ve büyük kısmını baltalıklar ve çalılaşmış alanlar kaplar. Çayır ve otlaklar fazlaca yer tutar görünmekle birlikte bunlar arasında iyi çayırların oranı düşüktür ve çoğunluğu cılız otluklar meydana getirir. Ormanların ve otlakların gerçek durumuna göre, ürün vermeyen toprakların alanı, gösterildiğinden de daha fazla olması gerekir. Son yıllar için verilen bilgilere göre İstanbul ilinde en çok buğday (50 000 – 75 000 t), ikinci yulaf (27 000-30 000 t), arpa (16 000 – 20 000 t), mısır (10 000 t), az olarak da çavdar (1200 t) ve kaplıca (1 200 t) ekilmektedir. Pirinç ekimine de yer verilir. (Çatalca ve Beykoz ilçelerinde son üç yılın ürünü: 525, 2 008 ve 1 052 t). Kuru sebzeler arasında soğan başta gelir (2 000 hektardan fazla; yaklş. ol. 40 000 t), patates daha az yer tutar (yaklş. ol. 3 000 t), baklagillerden en çok bakla (1 000 t.dan çok) ve daha az olarak fasulye ve bezelye ekilir. Sanayi bitkileri arasında şeker pancarı (Alpullu fabrikası için) Çatalca ve Silivri ilçelerinde ekilir (yaklş. ol. 10 000 t), ayçiçeği de hemen aynı durumdadır (5 700 – 5 900 t). Tütün ekimine yalnız Yalova ilçesinde biraz yer verilir (yaklş. ol. 300 t). Keten üretimi gerilemiştir (500 – 600 t tohum). İstanbul ilinin bahçelerinde yetiştirilen meyveler arasında elma, armut, kiraz, vişne, kayısı, erik, dut ve incir sayılabilir; çilek bahçeleri de oldukça geniştir. Çatalca ve Silivri ilçelerinde kavun karpuz ekilir. Üzüm bağları en çok Silivri, Kartal, Çatalca, Yalova ve Bakırköy ilçelerinde yer alır ve taze tüketilen türler yetiştirilir. Meyve veren ve yağı çıkartılan zeytin ağaçları, Yalova ve Kartal ilçelerinde bulunur. Sebzecilik alanında Yalova, Kartal, Çatalca ve Silivri ilçeleri başta gelir. Bu ilçelerdeki bahçelerden, şehir ihtiyacının bir kısmı sağlanır. İstanbul ilinde koyun (244 000), keçi (53 000), sığır (75 000), manda (19 000) beslenir; azalmakta olan at sayısı (16 000), eşeklerinkinden (4 500) fazladır. Arıcılık yapılır (115 t bal) ve tavuk çiftliklerinde tavuk ve yumurta yetiştirilir (500 000 tavuk, 40 milyon yumurta). İlin maden kaynakları önemli değildir. Bazı yerlerde linyit yatakları bulunur (Ağaçlı, Çiftehan v.b.), taş ve kireç ocakları işletilir. İstanbul ili Türkiye’nin başlıca sanayi bölgesidir. Türkiye’de ilk sanayi tesisleri İstanbul’da, özellikle şehir içinde kuruldu, Cumhuriyet devrinde şehir dışındaki boş ve elverişli yerlere yerleşti, Marmara kıyısı boyunca uzanan bir şeritte (Kocaeli [İzmit] yönünde) yeni tesisler yapıldı, önceleri devletin çabasıyle kurulan birkaç fabrikaya (Bakırköy pamuklu dokuma, Beykoz deri-kundura, Defterdar yünlü dokuma, Cibali tekel tütün fabrikaları gibi), sonraları özel sektörün çabasıyle çok çeşitli tesisler katılmıştır. 1966’da İstanbul Sanayi İSTANBUl odasına kayıtlı 2 481 işyerinde çalışanla- yaş meyve ve rın sayısı 120 000’i buluyordu. 1965 İstatis- sebze hali tik enstitüsü kayıtlarına göre de İstanbul’­ da imalât sanayiinin çeşitli kollarında 203 443 işçi (184 078 erkek, 19 356 kadın) çalışmaktaydı. İşçilerin en büyük kısmı dokuma fabrika ve atelyelerinde çalışırlar: başta pamuklu dokuma, arkadan örmecilik, yünlü dokuma ve sentetik lif dokumacılığı gelir. Buna son yıllarda çok gelişmiş olan konfeksiyon sanayii de katılabilir. Besin sanayii, içki yapımı (bira, rakı v.b.), madenî eşya, makine, kimya, plastik, taşcam, kauçuk, maden eritmesi, montaj işleri, elektrik malzemesi, matbaacılık da çok gelişmiştir. Tekel’in yeni tütün fabrikaları Maltepe’de (Cevizli) kurulmuştur. Haliç ve Istinye’deki gemi yapım ve onarım tesislerine Pendik’te bir yenisi eklenecektir. Ticaret alanında İstanbul, Türkiye’nin başta gelen merkezidir. Büyük gelişme son yıllara rastlamış, iç ticaret hızlanarak özellikle tüketim ve konut yatırım malları dallarında büyük artış kaydedilmiş, buna paralel olarak özel kuruluşların sayısı artmıştır. İstanbul Ticaret odasına kayıtlı firma sayısı 1966’da 37 586’yı geçiyor ve 80 gruba ayrılmış olan firmaların başında inşaat (2 995), dokuma (2 197), madenî eşya (1 750) grupları geliyordu. Besin maddeleri tica retiyle uğraşanlar da çeşitli gruplara ayrılmıştır. Dış ticaret alanında, ithalât bakımından İstanbul başta gelir. Her ne kadar Türkiye’nin başka şehirlerinde de ithalâtçı firmalar kurulmuş olmakla birlikte, İstanbul 1964’te ithalâtın yüzde 59’unu kendine çekiyordu. Gerçekte bu ithalât yalnız İstanbul (Salıpazarı – Sirkeci) limanından değil, petrol için Kartal, Sar ay burnu, Çubuklu, diğer maddeler için Haydarpaşa, hattâ Derince (İzmit) limanlarından da yapılmaktadır. İhracata gelince, 1964’te Türkiye faaliyetinin yüzde 13,5’u kadar yer tutuyordu. İstanbul geniş bir hinterlandın (Karadeniz kıyısı dahil) ürünlerinin dış ülkelere gönderilmesine aracılık etmektedir. İstanbul ili, iç ve dış ulaşım bakımından özel bir önem taşır. Anayollar İstanbul’u Edirne üzerinden Avrupa’ya, İzmit üzerinden Ankara’ya v.d. şehirlere bağlar. II sınırları içinde devlet ve il yollarının uzun- Haliç’te balıkçılar İSTANBUL 96 luğu 885 km’dir. Yine il sınırlan içinde 120 km demiryolu bulunur. Denizyolu işlektir: 1965’te İstanbul boğazından 50 170 000 tonilatoluk 13 946 gemi geçti, bunların 2 073’ü İstanbul ile iş yaptı. Havayolları Türkiye’de önce İstanbul’u Avrupa ülkelerine bağlama teşebbüsleriyle başladı, sonra faal hir iç havayolları şebekesi kuruldu. (Bk. EK CİLT). * w — ç e ş . u m . İstanbul çocuğu, çıtkırıldım kimse. || İstanbul efendisi, çok kibar ve nazik kimse. || İstanbul harası, mart /lavaşı, .İstanbul’da havanın her zaman bozulabileceğini anlatır. || İstanbul kaldırımı çiğnemiş, çok görmüş geçirmiş (kimse). || İstanbul’dan başka İstanbul yok (veya bundan başka İstanbul yok), «ne öğrenebilirsen, ne görebilirsen burada öğrenebilir ve görebilirsin, başka yerde öğrenip göremezsin» anlamında, görgüsüz kimselere karşı kullanılır. || İstanbul’un taşı toprağı altın, İstanbul’da geçim sağlama imkânlarının bolluğunu belirtir. || öl İstanbul’da, kal İstanbul’da, İstanbul’un güzelliğini ve burada yaşamanın hiç bir şeye değişilemeyeceğini anlatmak için kullanılır. — G. santl. Eseri İstanbul, İstanbul’da XVIII. yy.da yapılan testi, bardak, kâse, fincan gibi porselen eşya. (Bunlar Balat m  i * . t ü İstanbul fetih törenlerinde mehter takımı Topkapı surlarında yakınlarındaki Ayvartsaray’da bulunan bir imalâthanede yapılırdı. Genellikle beyaz zemin üzerine kırmızı ve yeşil çiçeklerle süslenirdi). — Kıyf. Esk. İstanbul kemhası, eskiden İstanbul’da yapılan, bir ipekli kumaş türü. (Kemha, havsız kadife kumaş demektir. Avrupa’dan getirilenlerine ise kemha firengî denirdi.) — Tekst, özellikle manto ve palto yapımında kullanılan bir çeşit kalın yün kumaş. — Teşk. tar. İstanbul ağası, İstanbul’daki acemi (oğlanları) ocağının yönetimiyle görevli kimse. (İstanbul ağaları, çoğunlukla bütün ömürleri boyunca bu görevi yaparlardı. Ağalıktan ayrılmaları gerekirse, kendilerine Yayabaşı zeameti verilirdi.) || İstanbul efendisi, Osmanlı imparatorluğunda Bilâdı Selâse (Çatalca, Eyüp, Üsküdar) kadılarından ayrı olduğu bilinen İstanbul kadıları (1591 yılından sonra kullanılmağa başlayan bu deyim daha sonraları bırakıldı). || İstanbul kadısı, Osmanlı devleti zamanında İstanbul’un şerî ve beledî işleriyle görevli kimse. (Bk. ansİkl.) || İstanbul kadısı naibi, Osmanlı imparatorluğunda, İstanbul kadısı tarafından küçük davalara bakmak ve esnafı kontrol etmekle görevlendirilen kimse. (Tanzimat döneminden sonra kaza ve sancak kadılarına da naib denmiştir. 1908 Devriminden sonra bu naiblik kurumu kaldırıldı.) || İstanbul kaymakamı (kaimmakamı), İstanbul’dan serdarlık veya başka bir görevle ayrılan sadrazama vekâlet- eden vezire verilen ad. Sadaret kaymakamı da denirdi. (Bk. a n s k l .) || İstanbul kulluğu, OsmanlIlar zamanında İstanbul’un zabıta işlerine bakmakla görevli olan daireye verilen ad. (Bk. a n s k l .) || İstanbul mazulü (veya İstanbul’dan mazul), Osmanlılar zamanında İstanbul kadılığından ayrıldıktan sonra hiç bir işe giremeyerek açıkta kalanlar için kullanılan bir deyim. (Diğer kadılar gibi İstanbul kadıları da belirli bir süre için [bir yıl] tayin olunurlar ve bu süre sona erince görevleri sona ererdi.) || İstanbul mukataacısı, Osmanlı devleti zamanında, İstanbul’da mukataa* adı verilen geliri toplayan görevli. (İstanbul mukataacısı ayrıca, ipek kumaşlardan alman «mizan resmi»ni, altın ve gümüşten alman «damga resmi»ni toplardı. İstanbul ve Edirne şehirlerinin ihtiyacı olan para, Osmanlı devleti sınırlarındaki bazı illerden bu görevli tarafından toplanırdı.) || İstanbul payesi, Osmanlı imparatorluğunda bir ilmiye rütbesi. (Askerlerde feriklere, devlet memurlarından Rumeli beylerbeyliğine eş değerde bir paye idi. Haremeyn’den İstanbul payesine, İstanbul payesinden, Anadolu kazaskerliğine yükselinirdi. Bu payeyi alanlara faziletlû denilerek mertebesinin yüksekliği belirtilirdi. 1915 Yılında yayımlanan bir «ilmiye salnamesi»nde İstanbul payeli otuz beş kişinin adı yazılıydı.) — a n s k l . Teşk. tar. İstanbul kadısı. İstanbul’un almışından sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan İstanbul kadılığının ilk kadısı, Nasrettin Hoca’nm torunlarından olduğu ileri sürülen Hızır Bey Çelebi’dir. Başkent İstanbul, dört daireye bölünmüş, bu dairelerin her biri birer kadının yönetimine verilmişti. Surlar içinde bulunan bölge (Mefs-i İstanbul) İstanbul kadısının, surlar dışında kalan Üsküdar, Galata ve Eyüp dolayları da (Bilâdı Selâse) ayrı ayrı kadıların yönetiminde idi. 1591’den sonra İstanbul kadılarına İstanbul efendisi denilirken, daha sonraları kadı denilmeğe başlandı. İstanbul kadısı ötekilerden üstün durumdaydı. Esnafla ilgili işlere İstanbul kadısı bakardı. Kadılar doğrudan doğruya sadrazama bağlıydılar. Kadılar için ayrı bir daire yoktu. Kadı olan kimsenin evi mahkeme haline gelirdi. Bu durum 1836 yılına kadar sürdü. Bu tarihte İstanbul kadıları, Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle birlikte Bab-ı Meşihat’a taşındı. Her türlü esnaf işlerine ve narh koyma işine kadı bakardı. Kadı, esnaf işlerini kontrola çıktığı zaman önden havaslar (kendi adamları) gider, her türlü görevi bunlar yaparlardı. Kadılar denetimi de yaparlardı. İstanbul kadılığının geliri çok olduğundan bu göreve getirilenler bir yıl süreyle kadılık ederler, süre sonunda işten ayrılırlardı. 1908 Devriminden sonra bütün kadılıklar arasında rütbe ayrılıkları kaldırıldı. Şeyhülislâm ile bağlantısı kesilince kadılıklar adliyeye taşındı. Mahkemelerin kurulmasıyle de kadılık unvanı kaldırılarak hâkimlikler kuruldu. • İstanbul kaymakamı (kaimmakamı), başkentin korunması ve yönetimi ile görevli idi. O da, divan toplayarak dava dinler, padişah adına hükümler verirdi. Kendisine tuğralanmış boş, beyaz kâğıtlar verilir, gerekince bunları doldurup ferman olarak kullanırdı. • İstanbul kulluğu. Kulluk, bulunduğu yerin zabıta işlerine bakmakla görevli olan karakol, zabıta âmirliği idi. Bu kuruluşu yöneten memura kullukçu adı verilirdi. Bu dairenin memurlarını, Yeniçeri ocağı subaylarından olan kul kethüdası tayin ederdi. Kulluklar, İstanbul ve taşra kullukları adıyle iki kışıma ayrılırdı. İstanbul kullukları üç ay, taşra kullukları ise dokuz ay süreyle bu göreve tayin edilirlerdi. Kullukçuluk görevi yeniçeri ocağında tecrübe sahibi olmuş ihtiyarlara verilirdi. İstanbul’da her semtte kulluk vardı ve bu semtte oturanlar, kendilerini korumakla görevli olan kullukçuya belirli bir miktar para verirlerdi. (-» Bibliyo.) [ m ] İstanbul, İstanbul’da yayımlanmış resimli türkçe kültür dergisi (aralık 1943-aralık 1948, 75 + 12+12 sayı). İki seri halinde çıkan derginin ilk serisinde imtiyaz sahibi Hâmit Ongunsu, sorumlu genel yazı işleri müdürü Neşet Halil Atay idi. Son seride bu iki görevli yer değiştirdi. Dergi ilk seride 15 günlük, ton seride aylık olarak yayımlandı. Ocak 1947 tarihinden sonra ebadı küçültüldü, her yıl 1 numaradan başladı. İstanbul halkevlerinin ortak sanat ve edebiyat dergisi niteliğindeydi. Başyazarlığını Falih Rıfkı Atay yapıyordu. İkinci seride Atatürkçülük, lâiklik, anayasa, ekonomi sistemi gibi bazı meseleleri inceleyen özel sayılar çıkardı, İstanbul’da yayımlanmış aylık türkçe sanat ve edebiyat dergisi (kasım 1953-şubat 1957, 39 sayı). Sahibi ve yazı işleri müdürü A. Turgut Atasoy idi. Küçük boy, 52 sayfa, resimliydi. 14. Sayıdan sonra, her yıl 1 numaradan başladı. Tam koleksiyonu, derleme nüshası olan kitaplıklarda vardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir