İTİKADÎ MEZHEBLER
İTİKADİ MEZHEBLERİN MEYDANA ÇIKIŞI :
Mezheb kelimesi, zehb kelimesinden türemiş olup lügat mânası: Gidilen yol, demektir. İslâm dininde ise mezheb: Dinde tâkip edilen yol anlamına gelir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz zamanında bugünkü anlayışımıza uygun olacak şekilde mezheb diye bir şey yoktur. Müslümanlık tam bir bütünlük ve âhenk içinde yaşıyordu. Gerek fikrî ve gerekse amelî mes’eleleri Resûlûllah (S.A.V.) en küçük bir anlaşmazlığa dahi yer bırakmadan besin beyanlarla i- zah ediyordu. Sahabeler, dinî mes’eleleri en küçük teferruatına kadar zihinlerinde tutmak için birbirleriyle âdeta yarışırcasına hareket ederlerdi.
Peygamber (S.A.V.) Efendimizin vefatından sonra meydana gelen hâdiselerin ve mes’elelerin açıklanması, sahabîlerin âlim derecesinde olanlarının kitap ve sünnet anlayışlarına uygun, içtihatlarına kalmıştı.
Islâmın haritası genişleyip, müslümanlık etrafa yayıldıkça, oralara yerleşen sahabeler, bir taraftan dinî hükümleri öğretmeğe, diğer taraftan da o memleketlerin örfleri an’aneleri ve malî ve ticarî nizamları dahilinde sorulan suallere cevaplar vermeğe çalışıyorlardı. Bu arada, türeyen bir takım bozguncular, islâmın bütünlüğünü bozmak için sinsice fitne ve fesad çıkarmaya, halk arasında menfî propagandalar yapmağa balşadılar.
lslâmiyetin fikirlere ve kanaatlere bahşettiği hürriyet, bazı garazkârlarca kötüye kullanılınca, itikadî mes’eleler üzerinde ilk ihtilâflar meydana çıkmağa başladı. Türlü bid’at ve sapık fikirler lslâmiyetin esasından imiş gibi gösterilmeğe çalışıldı. Bu itibarla Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), ümmetinin ihtilâflarını, buyurdukları:
«Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri, o da benim ve ashabımın yolunda olanlar müstesna hepsi nar (cehennem) dadır.» (1) hadîs-i şeriflerinde çok evvelden haber vermiştir.
itikadî ayrılıklara temas ederek kendisiyle ashabının fırkasını hak yol gösteren Resûlullah (S.A.V.) ötekilerin topyekûn sapık ve cehennemlik olduğunu bizlere bildirmiştir. Hak yolu üzerinde olan tek fırkaya biz, Fırka-i Naciye, yâni Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat adını veriyoruZ(.
Bir kısım Islâm âlimleri, îtikad sahasında ortaya atılan bid’at, bozuk ve sapık fikirlerden esasa teallûk eden iman esaslarını ayıklamağa çalışırlarken, bir kısım âlim geçinen garazkârlar da daha çok bozulması için iman esasları üzerinde akla uymayan, mantıksız fikirleri ileri sürmekte inat gösteriyorlardı. Islâmiyette meydana çıkan, esasa ait kanaat ayrılıkları ve görüş farkları, İslâmî bütünlüğü parçalayan birer fikrî âfetlerdir. Bu âfetler zamanla o kadar büyümüş ki, Ehl-i Sünnet’in karşısında Ehl-i Bid’at adını alarak, islâmiye- ti içinden parçalamaya çalışmıştır, itikad konusundaki bu ayrılıklar halk arasında da geniş taraftarlar bulunca itikadî mezheplerin ortaya çıkışı kolaylaşmıştır. Diğer taraftan mezheblerin çıkışlarını şu dört esasa da bağlamak mümkündür. Bu esaslar:
- Zekâ 2. Merak 3. Vakit
- Yer değiştirme’dir. Şimdi bu nokta-i nazarı sırasiyle görelim.
- Zekâ: Her insanda zekâ aynı ayarda değildir. Bu itibarla nasslar üzerinde zekânin çeşitli yorum yapması çok önemlidir. Ayrıca bazı insanlar çabuk öğrenir geç unutur, bazı insanlar geç öğrenir geç unulur, bazıları çabuk öğrenir çabuk unutur, bazıları da geç öğrenir çabuk unuturlar. Bu son ikisi en fenasıdır. Bütün bunlar, yeni bir mezhebi meydana getirmenin bir sebebini teşkil edebilir.
- Merak: insanların muhtelif sahalar hakkındaki merakları da mezheblerin ortaya çıkış sebebi olabilir. Öyle ki Peygamber (S.A.V.) Efendimizi dinleyen sahâbilerin bir kısmı fıkıh, bir kısmı tefsir ve bir kısmı da hadis sahasında daha dikkatli oluyordu ve bu hususta notlar ediniyordu.
- Vakit: Müslümanların hepsi muntazam bir şekilde Peygamber (S.A. V.) Efendimizle ibadetlerini yapıp sohbetlerinde bulunamıyorlardı. Zira meşguliyetleri samimî isteklerine zaman zaman mâni oluyordu. Bu bakıjndan
gerekli bütün bilgileri almak imkânları olmuyordu. Bu hâlin ileride mezheb ayırımına tesir edeceği tabiîdir.
- Yer değiştirme: Müslümanlık sadece Mekke ve Medinede kalmamış, Mısıra, Cezâyire, Fasa, Anadoluya, Hindistana, Pakistana ve Endonezyaya, hülâsa dünyanın her tarafına yayılmıştır. Bu memleketlerde yaşayan insanların dili, dinî inanışları, gelenek ve görenekleri hep başka başka idi. Bu bakımdan din buralarda yayılırken eski dinlerin, an’anelerin bazı etkileri altında kalmıştır. Zira mezheblerin çıkışı bir dernek kuruluşu gibi olmamıştr; do- layısiyle de mezhepler birer dernek değildin.
İTİKADÎ MEZHEPLERİN BÖLÜMLERİ :
islâmiyette itikadî ihtilâflardan doğan mezhebler başlıca iki büyük kısma ayrılır :
1 — Ehl-i Bid’at, 2 — Ehl-i Sünnet.
Ehl-İ Bid’at: Peygamberimizin izinden ve ashabın yolundan ayrılarak bid’ata ve delâlete (uydurma ve sapıklığa) düşenlerin yoludur. Ehl-i Bid’at, hak yolunu terkettikten sonra yedi büyük fırkaya ayrılmıştır. Bu fırkalar: «Muîtezile, Cebriye, Şîa, Hâriciye, Müşebbihe, Neccâriye ve Mürcie’dir. Bunlar da kendi içlerinde salkım saçak misali çeşitli kollara ayrılmıştır.
Ehl-i Bid’at mezheplerinin incelenmesi llm-i Kelâmı alâkadar ettiği için bunlardan biz onbirinci bölümde kısaca bahsetmekle iktifa edeceğiz. Yalnız şu kadarını da söylemek lâzımdır ki bütün bu mezhepler Islâm dininin tekemmül ve teessüsünden sonra ortaya çıkmıştır. Bu itibarla, bu mezheplerin esaslarına inanmaya bid’at, inananlara da ehl-i bid’at (bid’atçılar) denir.
Ehl-i Sünnete gelince: Hak yolu üzerinde olan, peygamber ve ashabının gidişini tâkip eden Islâmın gerçek mümessillerinin ve çoğunluğun yoluna, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat denir]. Sünnetin ve cumhurun yoludur. Ehl-i Sünnet mutekaddimîne selef-i sâlihin yahut kısaca Selefiyye denir. Milâttan sonra 10. asra kadar yaşayan ashâb, tâbiîin ile onların izinden giden bilginler, fa- kihler, müctehidler ve muhaddislere selef veya selefiyyun denir. Bunlar, Allah Teâlâ’yı kemâl sıfatlariyle muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh bilmişler ve kitap ve sünnetin açık ve zahirî mânalarından ayrılmamışlardır. Kur’- an-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerif yoluyla münazara ve münakaşayı kabul edip başka usullerle mücadeleyi sevmezlerdi. Anladıkları kadar anlarlar, anlamadıklarını ilâhî ilme bırakırlardı Temiz, sâf ruhlu insanlardı. Âyet ve hadîsleri kat’- iyyen te-vil etmezlerdi
Müteahhirîne gelince; Selefiyyenin yürüdüğü temiz yolun dışında, imanın berrak havasını bulandıran bir takım sapıklar türemeye başlayınca ehl-ı sünnet itikadını korumak için müteahhirîn adını verdiğimiz mütekellimîn ortaya çıktı. Bunlar, Ehl-i Sünnete karşı yapılan saldırılara Kur’an-ı Kerîm ve Hadîslere dayanan, felsefî ve aklî metodlardan istifade eden müdafaalarda bulunmuşlardır. Bu suretle ortaya çıkan müteahhirîn, başlıca iki kola ayrılmıştır.
1 — Mâtürîdiyye, 2 — Eş’ariyye.
Gerek Mâtürîdiyye ve gerekse Eşîariyye esasda ittifak hâlinde olup teferruatta bazı görüş ve anlayış farklarına sahiptir. Bu ise: «Ümmetinin ittifakı hüccet, ihtilâfı rahmettir.) hadîs-i şerifine uygun düşmektedir.
EHL-İ SÜNNETİN AKAİD İMAMLARI :
Ehl-i Sünnet mezhebini akaidde başlıca imamları, imam-ı Mâtürîdî ile Imam-ı Eş’arîdir. Bu iki imamın mezheblerine de Mâtürîdiyye ve’ Eş’ariyye adı verilip.
Bunlardan imam-ı Mâtürîdî, daha ziyade Hanefî ve Türklerin imamıdır.
imam-ı Mâtürîdî: Esas adı, Muhammed bin Muhammed bin Mahmud-il Mâtürîdî olup, künyesi Ebû Mansur’dur. Hicrî 280 tarihinde Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuştur. Doğduğu yer nisbetle Mâtürîdî diye anılır, bu münasebetle mezhebine de Matüridiyye adı verilmiştir. (?)
Hicrî 333 veya 336 tarihinde Semerkand’da vefat etmiştir, imam-ı Matü- rîdî, Türk olup Maveraünnehir’de yaşamıştır. Çok zeki ve kuvvetli bir lisana sahip müdhiş bir mücadele kabiliyetine haiz idi. Kur’an-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerifler üzerindeki vukufiyeti eşsiz idi. Dinî ilimlerin hepsinde, bilhassa ilm-i tevhid ve kelâmda pek mâhir idi.
İmam-ı Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet itikadını müdafaa ve bâtıl itikadları red ve iptal hususunda çok çalışmış, çeşitli eserler meydana getirmiştir. Kitapları tamamen aklî ve naklî delillerle doludur. Hanefî mezhebinin akaidde imamıdır. Ehl-i Sünnet akidesini tamamen açıklıyarak ilmî delillerle yıkılmaz bir duruma sokmuştur. Fikirleri bu zamana kadar değişikliğe uğramamış
olup ancak şerhedilmiştir. Bu itibarla kendisine İmamü’l-Mütekellimîn denilmiştir. İmam-ı Mâtürîdî’nin eserleri pek çoktur^. Bunlar arasında zamanımıza kadar gelenleri, Et-te’vilât adlı tefsirinden başka, Kitâbü’t-Tevhid, El-Ma- kalât, Kitâb’ül-Evham-il Mu-tezile, Er-Reddü’r-Revâfız ve Meâhız-üş Şerayi’- dir. Biz Türkler hâlen Mâtürîdî mezhebinde olup, akaide ait bütün inançlarımız onun fikirlerinden doğmuştur, iman esaslarını da onun koyduğu esaslar üzerinde açıklıyacağız. İmam-ı Eş’arî : Selefîler gibi ön plânda imanı, ikinci plânda aklı kabul eden imam-ı Eş’arî’nin esas adı Ali bin İsmail-l-Eş’arî-yıl Basrîdir. Künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Nesebi cihetiyle ashab-ı kirâmdan Ebû Mûs-el-Eş’arî (R.A.) ye dayandığı için Eş’arî adını almıştır. imam-ı Eş’arî, hicrî 260 tarihinde Basrada doğup, hicrî 324 tarihinde Bağdad’da fücceten vefat etmiştir. imam-ı Şeş’arî, hicrî 260 tarihinde Basrada doğup, hicrî 324 tarihinde lâhare tahminen kırk yaşlarında iken hocası Ebû Ali-yıl-Cubaî’-ye üç kardeş mes’elesinde galebe ederek İ’tizal mezhebinden ayrılmış ve ehl-i sünnet yoluna girmiştir. Amelde mezhebi şafiî olduğu için fikirleri daha ziyade Şa- fiîler arasında revaç bulmuştur. Mu’tezileye en ağır darbeyi indiren İmam-ı Eş’arî hazretlerinin bütün ömrü mücadele, münakaşa ve ehl-i sünnet mezhebini müdafaa ile geçmiştir. Mâtürîdiyye mezhebi ile arasında on beş noktada teferruatta kalmak üzere ayrılıklar vardır. Bu görüş farkları esas itikadî konulara inhisar etmediği için ehl-i sünnet itikadının bütünlüğü bugüne kadar muhafaza edilmiştir.
Durmadan çalışan, sapıklarla mücadele eden İmam-ı Eş’arînin bilinen eserleri şunlardır: Tefsîr-ül Kur’an, el-lbane fî usûl-id-diyâne, Makalâtü’l-İs- lâmiyyîn, İzâhü’l-Burhan fî reddi alâ ehli’z-zeygı ve-t-tuğyan.
Mâtürîdiyye ve Eş-ariyye mezhebleri daha sonra gelen âlimler tarafından işlenerek kuvvetlendirilmiş ve ebedîliğe namzed olmuşlardın. Bugün dahi bu mezheblerin fikirleri üzerinde esaslı bir değişiklik yapmak pek zordur.
(3) Islâm dininin Akaidi konularına geçmeden evvel bir şey’in varlığını ve hakikatim anlamamıza sebep olan bilgi vasıtalarımızı (ilmin sebeplerini) burada kısaca ince- lemek gerekir. İlmin sebepleri üçtür: 1 — Havass-ı Selime, 2 — Haber-i Sadık, 3 — Akıl. Havass»ı Selime: Varlığında şüphe olraıyan sağlam hisler, duygu vasıtalarına denir. Bunlar beş tanedir: Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma vasıtaları. Harici şeylerin tesirini insan bunlarla idrâk eder.
35
Haber-i Sâdık: Vakıa mutabık olan J>ir habere, haber-i sâdık denir. Bu da iki kısımdır: A — Haber-i Mütevatir: Bir vakıa hakkında yalan söylemek üzere birleşmelerini aklın almıyacağı birçok kimselerden mürekkep bir cemaatın söylemiş olduklan şeydir. Bu şeyin zarurî bir bUgi ifade edebilmesi için iki şart lâzımdır, a – Verilen haber hisse veya müşahedeye dayanmalı. Yanı, bizzat görülmüş, işit ii m iş veya his vasıtalarından biri ile anlaşılmış olmalıdır, b — Söylenen şey, mümkinattan olmalı, aklen muhal olmamalıdır. B — Haber-i Resul: Kendisinin peygamber olduğu sabit ve mucizelerle kuvvet bulmuş olan bir peygamberin verdiği haberlere denir. Akıl: Akim en güzel tarifi: «Bir cevherdir ki gaibleri, yani tasavvur! ve tasdik! meçhulleri vasıtalarla, mahsûsâtı müşahede ile idrâk eder.» şeklindedir. İslâm filozofları akıl için dört mertebe isbat etmişlerdir: A — Çocukların ma’kulâtdan hâli ve yalnız onları kabule olan isti’dadı mânasına hayûlâî akıl, B — Bedihı bilgilerle nazariyyatı iktisaba isti dad demek olan meleke ile akıl, C — Meleke ilç olan akıl mertebesinde istihsal olunan küllî suretleri ve tasdik! hükümlerle meçhulleri istihraç melekesi demek olan Fiili akıl, D — İdrâk ettiği daimî mazariyyatın akıl indinde mevcud ve hazır olarak hiç birinin kendinden gaib olmaması mânasını ifade eden Müstefad akıl. Şer’i tekliflere menat olan akıl, «Meleke ile akıl» dır. Akü isim olduğu gibi «bilmek idrâk etmek» mânasına masdar da olur. Yukarıda zikri geçen ve İslâmda ilmin sebeplerini teşkil eden üç vasıtadan, Allah Teâlâ’nın ilmi haricdir. Zira, O, mahlûk gibi sebeplere muhtaç değildir. Herhangi bir şey hakkında aklın vereceği hüküm üç çeşittir: Vücub (gereklilik), imtina’ (olmamak) ve cevaz (olabilme). Vücub-u akıl: Bir hükmün sübutunun zaruri ve hilâfınm m üniteni* olmasıdır. Aklen Mümteni* (imtina’): Bir hükmün olmaması zaruri ise, ona «aklen m üniteni’ ve mahal» denir ki hiç olamaz demektir. Aklen Caiz (cevaz): Bir hükmün olmasında ve olmamasında bir zaruret yoksa böyle olan hükme «aklen câiz» denir. Bir de bunlardan başka ilham vardır ki: Delilsiz olarak yani bilgi vasıtalarımızdan birine dayanmaksızın kalbe doğan mânya denir. Böyle bir şey peygamberden başka her kime vâki olursa ona bilgi ifade edebilirse de başkalarına bUgi ifade etmez. Çünkü bir kimseye gelen ilham, başkaları için bir delU olamaz. Yalnız, enbiyaya gelen İlham hem kendileri ve hem de başkaları için bir delil ve hüccettir. Ehl-i Sünnet itikadmca Uham, esbab-ı ilimden — her şahsa göre değişebilecek mahiyette olması bakımından— sayılmamıştı