(d. 1906, Granada, İspanya), İspanyol romancı ve toplumbilimci. 1929’da Madrid Üniversitesi’nin hukuk fakültesini bitirdiğinde, Tragicomedia de un hombre sin espıritu (1925; Ruhsuz Bir Adamın Acıklı Güldürüsü) adlı romanı yayımlanmıştı. Bu yapıtıyla, ölümle ilişkili ve psikolojik konularda ustalığını kanıtladı. 1930’da Berlin’de öğrenciyken Etelvina Sil- va Vargas adlı Şilili bir kadınla evlendi. 1932’de Madrid Üniversitesi’nin hukuk fakültesinde ders vermeye başladı. O yıl, El derecho social en la Constituciön de la Repüblica Espafiola (İspanyol Cumhuriyeti Anayasasında Toplumsal Hukuk) adlı yapıtını da yayımladı. 1936’da İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde yurt dışında bir konferans gezisindeydi; ama kısa bir süre için ülkesine dönmeyi başardı. 1937’de, Cumhuriyetçi yönetimin Prag’daki ortaelçisi oldu. 1939’da Cumhuriyet yıkılınca Arjantin’e gitti. Orada dersler verdi. La realidad de sociologia (1947; Toplumbilimin Gerçekliği) adlı bir ders kitabı hazırladı. Bu dönemdeki edebi ürünlerinin en önemlileri, 17. yüzyıl İspanya İmparatorluğu’nun ürpertici öyküsü El Hechizado (1944; Büyülenen) ile geçmişin bugün üzerindeki etkisini işleyen romanı La cabeza del cordero (1949; Kuzunun Başı) idi. 1947’de Realidad dergisini kurdu. 1949’da Porto Riko Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine başladı; okulun temel eğitim programının hazırlanmasına katkıda bulundu. 1953’te La Torre dergisini kurdu. 1958’de ABD’de akademik görev aldı. Bireyin vicdanını toplumla uzlaştırmak ve eski
ahlak değerlerine, günün koşullarına uygun yeni bir anlatım vermek biçiminde özetlenebilecek düşüncelerini, Tecnologıa y liber- tad (1959; Teknoloji ve Özgürlük) gibi yapıtlarında geliştirdi. Muertes de perro (1958; Köpek Ölüleri) ve El fondo del vaso (1962; Vazonun Dibi) adlı iki uzun romanı ile El jardîn de delicias (1971; Zevk Bahçesi) gibi kısa öykülerinde de ana tema olarak gene insan-toplum ilişkilerini işledi. 1991’de Miguel de Cervantes Ödülü’nü aldı. âyan, tekil ayn (Arapçada “göz”, “önde gelen”), Osmanlı Devleti’nde, taşradaki nüfuzlu ailelere verilen yarı-resmî unvan. 18. yüzyılla birlikte gittikçe güçlenen ve taşrada neredeyse özerk bir soyluluğa dönüşen âyan, merkezî otoritenin yeni temeller üzerinde tekrar güçlenmesine bağlı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. 17. yüzyıl sonlarına doğru tımar rejiminin iyice bozulması sonucunda, eyalet ve sancak yöneticileri, halk ile hükümet arasındaki ilişkilerde aracılık yapmak, güvenliği sağlamak, vergileri toplamak, cepheye asker göndermek gibi işleri yürütebilmek için, varlıklı ve nüfuzlu kişilerin yardımına başvurdular. Birkaç vilayet ve sancağın yönetimini aynı anda üstlenen ya da eyalet askeri ile cephede uzun süre kalan valiler ve sancakbeyleri, yerli seçkinlerden mütesellim, muhassıl, voyvoda sanlarında vekiller atayarak işleri yürütmeye çalıştılar. Taşra eşrafı olarak bilinen bu kesim, arazi ve irat elde ederek, mukataaları iltizama alarak babadan oğula zenginleşti. Bunlar arasında, çıkarlarını korumak için zorbalığa başvurmakla yetinenlerin yanı sıra, devlet ile halk arasındaki ilişkileri düzenlemeye katkıda bulunanlar da oldu. 18. yüzyılın ikinci yarısında bu kesimin etkinliği yerel yöneticileri aştı. Bunun üzerine merkezî devlet, taşra eşrafından yarı-resmî biçimde yararlanma yolunu seçti. Kent ve kasabalardaki nüfuzlulardan birinin, oradaki memurlar ile halk arasında işgüderlik yapması uygun görüldü. Bunlara, “gözde ve saygın kişi” anlamında “âyan” adı verildi. Ayan, kent ve kasaba halkı tarafından seçilir, önce valilerce, sonra da sadrazamca onaylanırdı. Âyan özellikle Rumeli’de güçlüydü. Valilerden âyanlık buyrultusu alanlar ile bunla- nn çocukları ve torunları, bir yandan âyan- zade sanlarını kullanarak soylu ve baskıcı bir zümre oluşturmaya çalışıyorlar, öbür yandan da valilere “âyaniyye” olarak adlandırılan harç ve rüşvetler ödeyerek buyrultularını yeniletiyorlardı. Fermanlarda ve resmî belgelerde bunlardan “âyan-ı belde”, “âjan-ı şehir” olarak söz edilirdi. Ayanlık unvanı en çok III. Mustafa döneminde (1757-74) verildi. Sürekli savaşlar yüzünden, âyanın başına buyrukluğuna göz yumuldu; onlardan asker ve para elde etmeye çalışıldı. Bu dönemde çoğu âyan merkezî otoriteden iyice bağımsızlaştı, bazıları merkezî devletle çatışmaya bile girdi. Bir bölümü kadıların yargı yetkilerini de naib sıfatıyla kullanmaya başladı. Yolsuzluklar artınca, I. Abdülhamid (hd 1774- 1789) âyan seçiminin halkça, atamanın ise sadrazamlık tarafından yapılmasını kararlaştırdı; 1785’te çıkardığı bir hükm-ü şerifle âyanlığı yasakladı. Ama bu unvanı taşıyanlar nüfuzlarını yitirmemek için direndiler. Saldın ve savunma gücü olanlar, kendi aralarında çatışmaya girdiler, zaman zaman da merkezî otoriteye karşı ayaklandılar; bu ölçüde güçlü olan yerel nüfuz sahipleri derebeyi olarak da anılırdı. Buyruklarında 20-30 bin kapı halkı bulunun büyük âyana halk “sikkesiz sultan”, “küçük padişah” da derdi. Vidinli Pazvandoğlu, BergamalI Sa
37 ğıncılı, Rusçuklu Tirsiniklioğlu, Rizeli Me- miş Ağa, âyanlıktan derebeyliğe geçenlerin başlıcalarıydı. Rusçuk âyanı iken 1808’de İstanbul’a gelen ve II. Mahmud’u padişah yaparak iktidara el koyan Alemdar Mustafa Paşa, büyük âyan ve derebeylerini İstanbul’a çağırarak, Sened-i İttifak adı verilen bir belge imzalattı. Devlete bağlı kalmaları ve bölgelerinde zorbalığa başvurmamaları karşılığında hükümetin de herhangi bir neden olmaksızın âyana dokunmayacağı yönünde bir anlaşma sağladı. Çapanoğulları, Karaos- manoğulları, Tepedelenliler, Caniklioğulla- n, Rişvanzâdeler gibi vezirlik ve mirmiran- lık unvanları verilen derebeyi-âyan hanedanları bölge yöneticiliği de yaptı. Alemdar Mustafa Paşa’nm kısa süren sadrazamlığı sırasında âyan en güçlü konumuna ulaştı. Merkezî otoriteyi güçlendiren II. Mahmud (hd 1808-39) âyanın etkisini kırdı, âyan ailelerinin çoğunu ortadan kaldırdı.
Ayala, Francisco;
13
Oca