wiki

Ayancık,

Karadeniz Bölgesi’nde, Sinop iline bağlı ilçe ve ilçe merkezi kent. Yüzölçümü 876 km2 olan Ayancık ilçesi doğuda Erfelek ilçesi, güneyde Boyabat ilçesi ve Kastamonu ili, batıda Türkeli ilçesi, kuzeyde de Karadeniz ile çevrilidir. Çok dar bir kıyı şeridinin ardında birdenbire yükselen ilçe topraklarını Küre (İsfendi- yar) Dağları() engebelendirir. Kuzey Anadolu Dağlarının() batı bölümündeki kıyı dağlarından olan Küre Dağları içinde yeralan Zindan Dağı (1.717 m), Sarıdökük Tepesi (1.666 m) ve Çangal Dağı (1.586 m) ilçenin başlıca yükseltileridir. Bu dağların nemli bir iklimin etkisi altında kalan özellikle Karadeniz’e bakan kuzey yamaçları sık bir orman örtüsüyle kaplıdır. Bu topraklardan çıkan sulan Ayancık Çayı toplar. İlçe ekonomisi büyük ölçüde ormancılığa ve tarıma dayalıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Zıngal AŞ adıyla kurulan Ayancık Kereste Fabrikası, aynı zamanda Sinop ilinin de ilk büyük sanayi kuruluşu idi. Kereste fabrikasının kurulmasıyla ilçe yavaş bir gelişme sürecine girdi ve kentsel nüfusu artmaya başladı. Zıngal AŞ, 1948’de sözleşmesi feshedilinceye değin, ilçenin orman varlığını aşırı bir biçimde kullandı ve gerek nitelik, gerek nicelik yönünden yoksullaşmasına yol açtı. Bitkisel üretim ve hayvancılık kıyı ovalarıyla Ayancık Çayının vadisinde daha yaygınken, iç kesimde ormancılık ön plana geçer. Ama, tarıma elverişli toprakların azlığı, işletme ölçeklerini küçültmekte, dolayısıyla tarımsal birikimi de azaltmaktadır. Tahıllardan en çok mısır ekilir; meyvecilik ve sebzecilik de gelişmiştir; özellikle kestane, armut ve elma üretimi önemlidir. Küçük çapta deniz ve tatlı su balıkçılığı yanında, zengin bitki örtüsü neyaptırdığını, bunun yıkılması üzerine Cons- tantius’un aynı yerde ikinci bir kilise inşa ettirdiğini ileri sürmektedir.) Bu yapı 404’te bir ayaklanma sırasında yanınca, II. Theodosios 415’te yeni bir kilise yaptırttı. Bütün bu yapılar ahşap beşik çatılı bazilikalardı. Son Ayasofya da 532’deki Nika Ayaklanması sırasında tümüyle yandı. İmparator İustinianos devlet otoritesini yeniden kurunca, kiliseyi olağanüstü boyutlardayeniden yaptırmaya karar verdi. Mimar olarak Trallesli Anthemios’la Miletoslu İsi- doros’u da gene imparator seçti. Yapının inşası için gerekli malzeme imparatorluğun her yöresinden sağlandı. Özellikle mermerler, bütün Akdeniz ülkeleri taranarak özenle seçildi; hatta bir söylentiye göre bazı antik yapılardan devşirildi. Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısından bile mermer getirtildi- ğini gösteren kayıtlar vardır. Yapı, beş yıllık bir çalışmadan sonra kaba inşaat olarak bitirilip 27 Aralık 537’de kutsandı. Ama sonraki çağlarda yapılan büyük boyutlu onarım ve eklentilerden ötürü, bugünkü yapı ancak, plan düzeni açısından özgünlüğünü korumaktadır. 558’de ana kubbe çöktü; İsidoros’un yeğeni Genç İsidoros’un yaptığı ve günümüzde de ayakta duran kaburgalı yeni kubbe 562’de tamamlandı. Büyük bir olasılıkla 9. yüzyılda, bugün var olmayan atriuma (avlu) bakan cepheye dört payanda eklendi. 989’da kubbenin batı bölümü bir kez daha çökünce Trdat adlı Ermeni bir mimar tarafından onarıldı. 1346’da kubbenin bu kez de doğu bölümü çöktü ve yenilendi. 15. yüzyıl başında Bizans’ın ekonomik ve siyasal çöküşüyle birlikte Ayasofya’nın bakımı da ihmal edildi. Ayasofya, İstanbul’un fethini izleyen yıllarda bütün Osmanlı topraklarında en iyi korunan ve Kabe’den sonra en çok saygı gören yapı niteliğini kazandı. Kentin fethe- dildiği gün camiye çevrilen yapıya önce ahşap bir minare ve yeni bir mihrap eklendi; sonra gene II. Mehmed (Fatih) döneminde güneydoğudaki tuğla minare inşa edildi. Kuzeydoğu minaresi II. Bayezid, batıdaki minarelerse II. Selim döneminde (Mimar Sinan tarafından) eklendi. Gene bu dönemde çevredeki konutlar yıktırılarak geniş bir dış avlu (harim) oluşturuldu. Mermer müezzin mahfilleri III. Murad döneminde, kitaplık bölümü (1739-42), şadırvan (1740), sıbyan mektebi ve muvakkithane (1742) I. Mahmud döneminde inşa edildi. Hünkâr mahfili bugünkü durumunu III. Ahmed ve I. Mahmud dönemlerinde aldı. Caminin avlusunda II. Selim, III. Murad ve III.

vaftizhanesi I. Mustafa ve I. İbrahim’in türbesi olarak kullanıldı. Onarımların ve bu büyük boyutlu yapımların dışında, Ayasofya yeni sanat yapıtlarıyla da dolduruldu. Örneğin 7,5 m çapındaki dev “çıhar yâr-ı güzin” levhaları ve kubbe göbeği hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazıldı; mihrabın iki yanındaki tunç şamdanlar I. Süleyman tarafından Budin’in fethinden getirildi.
Ayasofya’da çağdaş anlamdaki ilk onarım çalışması 1847-49 arasında İsviçreli mimar kardeşler Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından gerçekleştirildi. Bu onarımda kubbe demir kuşaklarla pekiştirildi, dışa doğru açmış sütunlar düzeltildi. 1926-30 arasında, özellikle yapının strüktürünü sağlamlaştırmaya yönelik yeni bir onanma gidildi. 1935’te Ayasofya’nın müze haline getirilmesinden bu yana, aralıksız küçük boyutlu onarım çalışmaları yapıldı. Günümüzde de Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü onarım çalışmalarını sürdürmektedir.
39 Ayasofya
Ayasofya, mimarlık tarihinin önemli kilometre taşlarından biri oluşunu, çağı için olağanüstü cüretli strüktürel tasarımına borçludur. Mimarlan Anthemios ve İsidoros’un temel amaçları bir ana nef ile iki yan neften oluşan bazilikal bir plan düzeninin üstünü, eskisi gibi ahşap bir çatıyla değil, kâgir olarak örtmekti. Orta nefin, bir kubbe ile doğuda ve batıda buna eklenen iki yarım kubbeden oluşan örtüsü böylece oluştu. Yapının bu örtü sistemi, türünün yeryüzün- deki ilk örneğidir. Ayasofya öncesinde ya- nm kubbelerle desteklenmiş merkezî kubbeyi dik açılı bir planın üzerinde yerleştirmenin karmaşık sorunlarıyla uğraşmaya hiç girişilmemişti. Ayasofya yalnız örtü sistemine getirilen çözümler açısından değil, dev boyutlarıyla da (alt yapı kabaca 70 m x 100 m; kubbe çapı doğu-batı ekseninde 30,87 m, güney- kuzey ekseninde 31,87 m; kubbe iç yüksekliği 55,60 m) çağına bir meydan okuma olarak nitelenebilir. Ama çok erken bir çözüm denemesi olmasından ötürü, yapı bazı çözülmemiş sorunlarla yanlışlan da içeriyordu. Örneğin Anthemios ve İsidoros’un tasarladığı özgün kubbe bugünkünden çok daha basıktı ve büyük bir olasılıkla pandantiflerin (küresel bingi) eğrisini izleyen bir yelken tonoza benzemekteydi. 562’de yapılan yeni (bugünkü) kubbe eskisinden 6,25 m daha yüksek tutulduysa da, üst yapıdan gelen yüklerin zemine iletilmesi için alman önlemler hep eksik kaldı ve Ayasofya’nın yüzyıllar boyunca, sayıları durmadan artan payandalarla desteklenmesi zorunlu oldu. Ayasofya, Bizans mimarlığı tarihinde bir sürecin başlatıcısı değildir. Sonraki yüzyıllarda Bizanslı mimarlar Ayasofya’yı yinelemedikleri gibi, prototipi ortaya konmuş olan bu iki yarım kubbeli merkezî kubbe (ya da kubbeli bazilika) şemasını geliştirmeye ve yetkinleştirmeye de yönelmemişlerdir. Tersine, Bizans mimarlığı Ayasofya’yı hep aşılmaz, bir kezlik bir başyapıt sayma
. il. tC P
fı/K^dl
Ayasofya’nın planı Ana Yayıncılık Arşivi
Ayastefan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir