Seleflerimiz yaşamakta olduğumuz bu topraklan, üzerinde İslâm uygarlığı kurulsun, kendi inandıkları hayat nizamı uygulansın, doğru gördükleri kanunlar ve uygunluğuna güvendikleri hareket metodları hakim olsun diye fethetmişlerdir.
İslâmî nesillerin beka ve devamı, tamamiyle günümüz nesillerinin -seleflerinden miras olarak alıpta diğer bütün milletler arasında seçkin bir konuma geldikleri- İslâmî medeniyet ve uygarlığı Rabbani metoda uygun olarak sonraki kuşaklara aktarmalarına dayanmaktadır.
Müslümanların varlıklarım asırlar boyunca devam ettirebilmeleri ferdi kalmakla değil, ancak İslâmî ümmet olmakla mümkündür. Bu ise ancak her devirde gelecek nesillere uygarlık mirasım aktarmaya yeterlilikte bir neslin bulunması ve bu aktarma işleminin her nesil değişiminde gerçekleştirilmesi şartıyla olasıdır.
Ancak, eğer ümmetimizi diğer milletlerden ayı
ran uygarlık özelliklerini koruyamaz ve yeni yetişen nesillerimiz, örneğin, Amerikan uygarlığa kendilerini adapte edip, ona hayranlık besler ve İslâmî kalıptan başka bir kalıba bürünürse, işte 0 zaman bu toprak parçalan kesinlikle İslâmî top. raklar olarak kalamayacak, er ya da geç Amerikan toprakları haline dönüşecektir. Evet, bu nesil İslâmî nesillerden gelmektedir; fakat Amerikan kimliği ile tanınmaktadır. Bu ise uğruna bu toprakların fethedildiği İslâm uygarlığının daha halâ devam ettiği manasına alınamaz. Bilakis artık milli kimliğimizi, diğer bir deyimle İslâmî kimliğimizi ortadan kaldıran başka bir uygarlığın ortalıkta at oynatmaya başladığını bilmek gerekir.
Bu sebeple siz talebeler! Karşı karşıya olduğunuz sorunun tabiatını bilmek ve bunun tarihteki rolünü iyice anlamak durumundasınız. Bu bir öğretim sorunu olmaktan daha öte, İslâmî kimliğin varlığı, bekası ve devamı ile doğrudan alâkalı bir sorundur.
Biz, bugün eğitim ve öğretim kurumlannda hazırlık ve yetişme safhasında bulunan yeni nesillerin İslâm uygarlığına sımsıkı sarılmalarını, onun bayraktarlığı ve davetçiliğini yapmalarını sağlayamadığımız müddetçe, tek bir ümmet olarak varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değildir.
Uygarlık mirasının aktarılmasını gerçekleştirme amacı iki yöntem dışında başınlamaz.
Birinci yöntem; öğrencilerin bunu gerçekleştirme yolunda harekete geçmeleridir.
ikinci yöntem ise; bu amacın gerçekleştirilmesi için hükümetin belli bir eğitim ve öğretim sistemini yürürlüğe koyması.
Burada bu iki yönteme de açıklık getirmek istiyorum.
Üniversite ve fakültelerde okuyan öğrenciler akıl baliğ olmuş, olgunluk ve bilinç düzeyleri yüksek, kötüyü iyiden, hayn da şerden ayırdedilme yeteneğine sahip kimselerdir. Aynı şekilde, almış oldukları eğitimle eğer isterlerse kimliklerini en güzel bir şekilde tanıyabilir ve de harekete geçerlerse yollarını ileriye doğru açabilirler.
Özellikle bu alanda bütün yük sadece hükümetin omuzlarında olmayıp aynı zamanda bizzat öğrencilere de büyük görevler düşmektedir. Genç öğ-rencilerin kendilerinin müslıiman olduğunun, bu topraklarda İslâmî bir hayat yaşamak arzusu güttüklerinin tam şuurunda olmaları gerekir. Böyle bir bilince varmaları, onlann içlerinde şiddetli bir öğrenme aşkı ateşleyecek, onlan, kendi beka ve geleceklerini ne gibi yöntemlerin garanti ettiğini, İslâm ümmetinin belirgin ayına özelliklerinin neler olduğunu, hangi özellikleri taşımaz ya da kaybederlerse İslâm ümmeti kimliğinin yozlaştığını ve izlerinin silindiğini araştırmaya itecektir.Islâm’ın özünü ve binasının temellerini tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilmek oluşturmaktadır. Müslümanlardan her ferdin bu üç inanç ya da esası iyice bilmesi gerekir. Yine aynı şekilde her müslümanın eğer bu inançlanna herhangi bir şüphe sızar veya zaaf gelirse artık kendisinin bundan sonra dünyada İslâm uygarlığının gölgesinde yaşamasının mümkün olmadığını bilmesi gerekir. Bu inanç ve temel esaslara şüphe düşüren veya onları zayıflatan her şey İslâm uygarlığını kökünden söküp atar. Tevhid, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme esaslarının desteklemediği İslâm uygarlığının, varlığını devam ettiremeyeceği gibi üzerinde İslâm uygarlığı bulunmayan topraklarında İslâm topraklan olarak kalamayacağı kesindir.
Üzerinde önemle durulması gereken şey. İslâmî bilince sahip öğrencilerin, ilhad ve materyalizme çağıran, İslâmî akideye şüphe düşüren ve imanı zayıflatan her hareket ve davete karşı ayağa kalkıp harekete geçmeleridir. Tabiatlarının gereği, sözkonusu inançların (tev-hid. risalet ve öldükten sonra dirilme) işini bitirmek olan bu gibi hareketlerin, kafasını kaldırıp güçlenmesine ve kendi içlerinden yol bulup ilerlemesine öğrencilerin müsaade etmemesi gerekir. Yeryüzünde İslâmî kimliğin korunması uğruna mümkün olan her vesile ile bu gibi hareketlere karşı koymaları gerekir. İslâm topraklan üzerinde tevhid, risalet ve öldükten sonra dirilme inançlan bağlamında insanların kafala-
nnda şüphe oluşturmaya çalışan kişiler sadece küfür ve ırtidad suçuna düşmüş olmakla kalmayıp aynı zamanda İslâm topraklan hakkında büyük bir hıyanet işlemekte ve temel İslâmî inançları kökünden söküp atmak istemektedirler.
Bu, kalplerinizin üzerine nakşetmeniz gereken bir gerçektir ve bu meseleyi hafife alan kardeşlerimizin istikbalinden korkulur. O halde İslâm ülkelerinde hiçbir enstitü, fakülte, üniversite ve okulda yıkıcı fikirler ve ilhada dayalı düşüncelerin filizlenip boy atarak ayaklan üzerinde durmasına müsaade edilmemelidir. İslâm’ın temellerini sarsan, İslâmî esaslara şüphe sokan ve İslâmî inancı kökünden sökmek isteyen felsefelerden hiçbir felsefeye habis meyvelerini verme ve müslümanlara acı neticelerini tattırma yolunda hiçbir firsat verilmemelidir.
bilmesi gerekirki varoluşumuz İslâm inancına bağlı olduğu kadar aynı şekilde İslâm ahlâkı ve değerlerine de bağlıdır. İnanç ve ahlâk arasında oldukça derin ve sıkı bir bağ vardır. Birinin varlığı diğerini de gerektirir. Bizden ahlâk ve özgün değerler isteyen, İslâm inancının bizzat kendisidir. Uzun bir zamandır görülen odur ki bizim eğitim kurumlanınız, öğrenciler arasında İslâmî bir ahlâkın yayılması yolunda tembellik etmiş, büyük bir gaflete düçar olmuştur. Dahası, bütün İslâmî gelişmelerle çatışan, İslâmî ahlâk esaslarının tümünü yoketmeye yönelik bir kültürün, İslâmî zihinlere ekilmeye çalışılması ise işin tuzu biberi olmuştur.
Bilmeliyizki herhangi batılı bir milletin sarılarak ayakta durduğu ahlâkî değer ve esaslarla bi-her tür ahlâkı yoksunluk ve aşağılığa bulaşmış ba-bır ınsanın vatanı uğruna canını, malım herşe-yini feda etmesi mümkündür. Çünkü materyalist ahlâkın üzerinde yükseldiği felsefenin esaslan bu gibi kötülük ve münkeratla çatışmamaktadır. Ancak müslüman olan bir kişi -temel İslâmî öğretilere yüz çevirip, ona sırtım dönmedikçe- bu gibi şeylerin Allah ve Rasûlü tarafından haram kılındığını, böyle bir hayat tarzı benimsemesinin, bu şekil bir kültüre saplanmasmın mümkün olmadığım çok iyi bir şekilde bilmektedir. Batılı bir şahıs böyle büyük günahlara düşmüş olsa bile bu, onun sahip olduğu ahlâkî esaslar ve uygarlık değerleri ile ça-tışmamaktadır. Ancak, biz günah-ı kebireye bulaştığımız zaman ahlâkımız ve değerlerimizin, üzerinde yükseldiği tüm esaslan çiğnediğimizi farkede-riz. Müslüman bir kimsenin içki içmesi, batılı bir kimsenin içki içmesinden tamamiyle farklıdır. İç-kinin insan vücudu üzerinde sebep olduğu zararları bağlamında bütün insanlar eşittir. Bunda mus-1 ümanla kafir arasında hiçbir fark yoktur. Kafirlerin dininde içki haram olmadığından dolayı içki içen kişi sadece kendisine zarar venr. inancı ve dini ise mahfuz kalır. Ancak müslüman bir kışının durumu bundan tamamiyle farklıdır. Müslümankişi, şahsında Allah ve Rasûlüne karşı bir isyan dürtüsü gelişmedikçe ve hardal tanesi kadar da olsa hayır ve şerden sorgulanma yapılacağı “Hesap Günü “nü dikkate aldığı müddetçe bu gibi haram ve kötülükleri işleyemez. Dahası, yapacakları bir haram işlemekle de kalmaz. Artık bütün sınırlan geçip haramların hepsine birer birer bulaşır, ahlâkî tüm değer ve sorumlulukları çiğner. Hatta öyle bir gün gelirki; artık onun gözünde hürmet edip saygı göstereceği, ayaklan altına almaktan utanıp sıkılacağı, yüzünün kızaracağı hiçbir İslâmî değer kalmaz Bu noktada, İslâm dışı bir uygarlığın İslâm ümmeti içerisinde yaygınlaşmasının getireceği zarar ve yıkımların, İslâmî olmayan bir toplumda yaygınlaşmasıyla getireceği zarar ve yıkımlardan kat kat fazla olacağını takdir etmelisiniz. Çünkü İslâm dışı herhangi bir toplumda içki içmek ya da herhangi bir kötü fiili işlemek gibi kötülüklerin doğurduğu aksi tesirler kendini daha çok ferdi bazda gösterir. Ancak müslümanlar olarak biz, eğer bu facir uygarlığı benimseyip peşine düşersek, bunun kötü tesirlerinin getireceği zarar ve yıkımlar inancımız ve imanımızın esaslarım da kuşatır, inancımızın dayanakları sarsılır, kalbimizdeki temelleri zaafa uğrar. Kalbimizde Allah a ve Rasulüne karşı isyan dalgaları oluşmasına sebep olur ve bizi Allah’ın dininden çıkmaya zorlar. Kalbinde ve kafasında bu gibi duygular kök salmaya başladıktan sonra bir kimsenin artık dünyada hiçbir nizama
bağlılık ve sevgisi sözkonusu olamaz. Çunku o ita. at edilmeye ve bağlanmaya herşeyden daha fazla layık olan bir kaynağa isyan etmiş ve ondan yÜ2 çevirmiştir. İşte bu sebep yüzünden, İslâmî ahka-ma karşı çıkmaya başlayan bir müslüman bir iki karşı çıkışla kalmaz, muhalefetler bırbınm kovalamaya başlar. Bu karşı çıkışlar artık onu öyle bir konuma getirir ki vicdanında sorumluluk kabilinden hiçbir şey hissetmez ve ona göre saygı gösterilecek hiçbir kanun ve değer geriye kalmaz. O artık dur durak tanımayan ahlâkî bir çöküşe saplanmıştır. Anlamış olmalısınızki; Allah (c.c.)’a Rab, Mu-hammed (s.a.s.)’e Rasul, Kur’an-ı Kerim’e Kitap olarak iman ettiği halde, Allah’ın nehyettiği, Rasu-lü’nün zemmettiği, Kuranın yasaklardan saydığı ve işleyenleri kıyamet gününde elim bir azapla korkuttuğu bir günahı işleyen bir müslümanı, bütün esaslardan sonra ne gibi bir güç, ahlâkî değerlere bağlılık ve saygı göstermeye itebilir?
Ilahlık ve Rabliğine inanmadığı bir yasama organının yürürlüğe koymuş olduğu kanunlar artık onu ne Kadar bağlar ki? Kudsiyyetine inanmadığı bir toplum veya vatan uğrunda canını ve şahsi men aat erini feda etmesinin ne anlamı vardır risinde herhangi bir kanuna uyması ondan beklenmez. Böyle bir kimse ise bırakın İslâmî toplumu, hiçbir uygar topluma üye olmağa uygun değildir.
yup, pisliğe bulaşmamaları gerekir. Aynı şekilde Öğrencilerin, kendi okul çevrelerinde diğer öğrencileri fasık ve facir kültürün avı olmaktan kurtaracak ve bu bütün boğazına idam ipini dolayacak bir kamuoyu ve genel bir bilinç seviyesi oluşturmaları icap eder. Şimdi şöyle bir düşünelim; eğer bizzat öğrenci içerisinde sözkonusu fuhuş kültürüne karşı çıkmaya yönlendiren bir bilinç uyanırsa, bundan sonra artık hangi güç eğitim kurumlannda hangi zorbalık metodlarına başvurarak küfür uygarlığı ve fuhuş kültürünü uygulamaya kalkışabilir? Yine, siz eğer dansetmekten hoşlanmazsanız, sizi onu sevmeye ve yaptırmaya muktedir hiçbir gücün olamayacağı da hiç tartışma götürmez. Mesele şudur; şeytan insanları özendirip bezendirerek Allah’ın yasak etmiş olduğu münkerlere doğru sürüklemek ve adet, huy, zevk ve eğilimlerini ifsad etmek ister. Ancak eğer öğrenciler uyanık olup bu fuhuş edebiyatının mahvedici bir dışkaynaklı maraz olduğunun bilincinde olursa, ondan sakınmaları, korunmaları ve bu hastalığın yaygınlaştırılmaya çalışıldığı eğitim müesseselerinde onunla mücadele etmeleri imkanları dahilinde olur. Öğrenci çevrelerinde, münkerât ve kötülüklere karşı koyucu bir bilinç oluşturulması yolunda tüm gayretlerin sar-fedilmesini umanm.
Bu iki mesele öğrencileri doğrudan ilgilendirmektedir ve eğer onlar sözkonusu meseleleri uygulama yolunda emek sarfederlerse eğitim müesseselerinde günbegün yayılma eğiliminde bulunan, dü
şünsel ve ahlâkî yapımızda birçok hasarlara neden olan münkeratla başetmeyi başarabilirler.
Şimdi, bu konuda hükümet üzerine düşen vazife ve sorumluluklardan kısaca bahsetmek istiyorum.İngilizce’de corruption diye isimlendirilen, Arapça’da fesad, hıyanet, telef ve rüşvet olarak tabir edilen meselenin yaygınlaşması ve toplum için tehlike teşkil etmesinin nedenleri üzerinde durmak ve dikkatlerini bu mesele üzerine yoğunlaştırmak hükümetin öncelikle yapması gereken bir iştir. Bu meselenin perde gerisinde ne gibi sebeplerin rol oynadığı ve bu hastalığın hakkından gelmek ve köklerini dibinden sökmek için sarfedilen bütün çabaların neden boşa gittiği iyice araştırılmalıdır. Bu, çağdaş İslâm ümmetinin müşterek toplumsal bir belasıdır. Tüm yasama organlarım işlemez hale getiren bir bela. Şöyle ki; rüşvetin önlenmesi yolunda çıkarılan her kanun, kanunu uygulamaya koyan organlar tarafından hemen hemen askıya alınmakta, dahası, kanun koyma organları tarafından alınan her yeni tedbir rüşvet için yeni yeni kapılar açmaktadır. İş bu noktada da kalmamakta rüşvetin yüzü suyu hürmetine ülkenin en değerli eşyaları yurtdışına kaçırılmakta ve Islâm düşmanlarına satılmaktadır. Hatta ülke içerisinde şiddetle ihtiyaç duyulan eşyalar bile yurt-dışına kaçırılmaktadır. Sanki rüşvet yoluyla düşmanlarımız bizim hesabımıza beslenmektedirler. Bir adım daha ileri giderek düşünmelisiniz. Ülkesi insanlarını, sözgelişi 100 rupi(<) karşılığında aldatan bir kişi, ülke sırlarını, alacağı örneği 10.000 rupi karşılında düşmanlara satmaktan hiç çekinir mi? O halde hıyanet vebası ve görevi kötüye kullanma musibetinin yaygınlaşıp binlerce vatandaşı etkisi altına aldığı bir ülkede, birçok insan, dinleri, inançları, emanetleri ve vatanlarını şahsi menfaatleri uğruna feda etmekten çekinmez. Böyle bir durumda rüşvetin yayılmasına önayak olanlar ülkemiz insanlarını kötü emellerine ulaşmada sıçrama tahtası olarak kullanabilecekleri gibi aynı şekilde İslâm düşmanlan da sözkonusu insanları Islâm ümmetinin kökünü kazıma yolunda maşa olarak kullanabilirler.
Bu acı gerçek arkasında neler döndüğünü birazcık düşününüz. İşledikleri hıyanet, aldıkları rüşvet, yaptıkları aldatma ve benzeri şeylerle bu acı gerçeğin arz-ı endam etmesine sebep olan kişiler ülkemiz insanlarından, kardeşlerimizden bir grup kültürlü insandan başkası değildir. Hükümetin dizginleri bu insanların elindedir, okuma yazma bilmeyen cahil köylülerin elinde değil. Bu insanlar da günümüz eğitim kurumalarından mezun oldular. Bunun manası açıktır. Bu, eğitim sistemimizde ciddi bir eksiklik olduğuna delalet etmektedir. Eğitim kurumlanınız büyük oranda hıyanet ve rüşvet hastalığına tutulmuş insanlar mezun etmektedir.
Eğitim sistemimiz üzerinde düşünürsek en önemli eksiklik olarak şunu görürüz: Eğitim ve öğretim kurumlanınız inanç, uygarlık ve ahlâkımızın üzerinde yükseldiği temel değerleri koruyup, güçlendireceği yerde; zayıflatmaya ve içten içe çökertmeye çalışmaktadır. Temel değerlerimiz etra
fında şüpheler oluşturulmakta, bazı kimseler temel inançları inkara itilmektedir.
Bu eğitim sisteminin eleğinden sıhhat ve sela-. metle, kalplerindeki inanç en ufak bir sarsıntıya bile uğramadan geçenler ise çok az bir yekûn oluşturmaktadır. Bu noktada düşünmemiz gereken sorun şudur: Eğer bir ülkede kültürlü insanların çoğunluğunun inancı yozlaşmış ve sarsıntıya uğramışsa, onlann yeniden ahlâkî temel ve değerlere sahip olmalarını sağlama yolunda neler yapabiliriz? Allah’tan korkmayan, kıyamet gününün azabından çekinmeyen bir kişiyi sorumluluklarına karşı hıyanet, yalancılık ve tembellikten ne gibi birşey alıkoyabilir? Şahsını ilgilendirmeyen ve menfaatine yaramayan hiçbir oluşuma itaat etmeye kesinlikle yanaşmayan bir kimseyi faziletlerden herhangi birisi uğruna şahsi menfaatlerini feda etmesi yolunda nasıl ikna edebilirsiniz? Oysa candan ve maldan fedakarlık yapmaya razı olmada yüce bir otoriteye sevgi ve yakınlık şarttır. Müslüman için ise Allah’a, Rasulüne ve İslâm milletine yakınlık ve sevgiden başka temel bir bağ yoktur. Eğer insanların kalplerindeki bu sevgi ve yakınlığı zayıflatır ve örümceğin yuvasından daha güçsüz bir hale getirirsek, onlann içlerinde bencillik ve enani-yetin neşvünema etmesi kaçınılmazdır ve bundan sonra şahsi menfaatleri uğruna en değerli, saygın ve kutsal şeyleri çiğnemekten utanıp sıkılmazlar.
kaynak : özgün yayıncılık
islamın geleceği ve öğrenciler seyyid ebul ala el mevdudi