İmâm-ı A’zam

İmâm-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu. Adam ce­vâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyeınedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A’zam; “Sübhânallah. ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni gö­rüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!” dedi. Bir de- fâsında ortağına, sattığı malla t içinde kusurlu bir elbise ol­duğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A’zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin ak­çeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bü­tün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahba­bından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.

 

târihte İmâm-ı A’zam gitar bir bü­yük vefât etmemişti. Mezhebi, İs­lâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melik- şah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî, İmâm-1 A’zam’ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmânlı pâdişâhları bu tür­beyi defâlarca tâmir ettirdi.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünne­tin reisidir. Tefsîr ilminde müfes- sirlerin başı, üstâdı derecesindey- di. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Fıkıh ilminde mütehassıs olmak iste­yen, Ebû Hanîfe’nin kitaplarını okusun.” buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; “Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini gör­medim.” buyurdu.

Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanî­fe’nin karşısında diz çökerek, bil­mediklerini sorar öğrenirdi. “Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe’yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacak­tım.” demiştir. Ebû Yûsuf buyuru-, yor ki: “Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini gör­medim. Hadîs-i şerifleri açıkla­makta onun gibi bir âlim yoktur.” Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: “Bizler, Ebû Hanîfe’nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir.1

Âli bin Âsim diyor ki: “Ebû Hanîfe’nin ilmi, zamânındaki âlim­lerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe’nin ilmi fazla gelir.”

Büyük hadîs âlimi A’meş, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’den birçok mesele sordu. İmâm-ı A’zam, suâllerinin herbiri için ha­dîs-i şerifler okuyarak cevap ver­di. A’meş, İmâm-ı A’zam’ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, “Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehas­sıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunlan rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!” dedi. “Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meş’in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını dü­şünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu suâli İmâm’a sorup ce­vâbını istedi. İmânriri A’zam he­men geniş cevap verdi. A’meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadannı kitaplarına yazdı. Çünkü; “Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehen- nem’de çok acı azap görecek­tir.” hadîs-i şerifinin dehşetinden çok korkardı.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin verâ ve takvâsı daha çok oldu­ğundan, hadîs nakledebilmesi

 

 

için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu ha- dîs-i şerifi naklederdi.”

İmâm-ı A’zam, îslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları ola­rak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara ce­vaplar vermiş, müslümanları çe­şitli fitne ve propagandalarla zaa­fa düşürmek, parçalamak ve böy- lece İslâm, dînini yıkabilmek ümi­dine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük iş­lerde Allahü teâlânın rızâsına uy­gun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

Hadîs-i şerîfte; “îmân Sürey­ya yıldızına çıksa, Fârisoğulla- rından biri elbette alıp getirir.”

buyruldu. İslâm âlimleri, bu h’a- dîs-i şerifin İmâm-ı A’zam hakkın­da olduğunu bildirmiştir. Yine Bu- hârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “İnsanların en
hayırlısı, benim asrımda bulu­nan müslümanlardır (Yâni Es- hâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelen­lerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelen­lerdir… (yâni Tebe-i tâbiîndir)“ buyruldu. İmâm-ı A’zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiîn- den ve onların da en üstünlerin­den biridir. Hayrât-ül-Hisan,

Mevdû’ât-ül Ulûm ve Dürrüi- Muhtâr’da yazılı hadîs-i şeriflerde buyruldu ki: “Âdem (aleyhisse- lâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, üm­metimin ışığıdır.”

“Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû

 

| Htntf* 11« öğünürüm. Onu se-

I Vtn bani sevmiş olur. Onu sev- IHWy«n beni sevmemiş olur.”

i         “Ümmetimden biri, şerîati- : mİ unlandırır. Bid’atleri öldü-

■ftir. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.”

“Her asırda ümmetimden

I yûkaelenler olacaktır. Ebû Ha- | |#l zamânının en yükseğidir.”

j Hazret-i Ali de; “Size bu Küfe Şfhrlnde bulunan, Ebû Hanîfe Idında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu Olacaktır. Âhir zamanda, bir çok Kimse, onun kıymetini bjlmeyerek halik olacaktır. Nitekim, râfizîler da, Ebû Bekir ve Ömer için helâk Olacaklardır.” buyurdu.

Imâm-ı A’zam’ın zamânında va sonraki asırlarda yaşayan İs­lâm âlimleri hep onu medhetmlş- ler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: “Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik1 in ya­nına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder.11 dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Ha- nîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.” Yine Abdullah ibni Mübâ­rek der ki: Haşan bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Al- lahü teâlâya yemîn ederim ki fı­kıhta senden iyi konuşanı, sen­den sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkın­da kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”

İshâk bin Ebû Fedâ’dan nakl olunur: “İmâm-ı Mâlik’i gördüm, imâm-ı A’zam’la el ele tutup be- râber yürürlerdi. Câmîye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A’zam’ın girmesini beklerdi.” de­miştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Eğer Mûsâ ve îsâ aleyhi- messelâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinle­rini bozmazlardı.” buyurmU|tur.

İmâm-ı Şâfiî: “Ben Ebû Hanî- fe’den daha büyük fıkıh âlimi biİT mem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” bu­yurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: “İmâm-ı A’zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret iste­ğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik’e, İmâm-ı A’zam’ dan bahsederken onu diğerlerin­den daha çok medh ediyorsu­nuz?” dediklerinde: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye/hep methede­rim.” buyurmuştur; İmâm-ı Gazâlî: “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi.

 


 

 

 

 

Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifetl tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâ- imâ Allahü teâlânın rızâsında bu­lunmayı isterdi” buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: “Pey­gamber efendimizi rüyâda gör­düm ve yâ Resûlallah, seni nere­de arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara, buyurdu.” İmâm-ı Rabbânî haz­retleri buyurur ki: “İmâm-ı A’zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazı­nı kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer’î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye ka­vuşmuştur ki, diğerleri bunu anla­maktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâ- mın sözünü kendi reyine takdim ederdi.” İmâm-ı Rabbânî.hazret­leri Mebde1 ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: “Büyük İmâm Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesin-

 

d«n takdir edilemeyen şânından rm yazayım. Müctehidlerin en ve­ri aâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şiflî’den de, Mâlik’den de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üs­tün İdi.”

Yine imâm-i Rabbânî (rahme­tullahi aleyh) ve Muhammed Pâri- •i (rahmetullahi aleyh) buyurdular Kİ: İsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd bu­yurunca, ictihâdı İmâm-ı A’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uy­gun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü, ictihâdjnın doğruluğunu gösteren en büyük şâhlttir.”

Son asrın, zâhir ve bâtın ilim­lerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazret­leri buyurdu ki: “İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muham­med de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a’mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zama­nında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zam zamânında fıkıh bilgisi unutulu­yordu. Bunun için hep fıkıh üze­rinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanî- fe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâ­dık hazretlerinin huzûrunda iki se­ne bulunup öyle feyiz, nur ve vâri- dât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; “O iki sene olmasaydı Nu’mân helâk olurdu.” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i ze- hebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık’dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son ma- . kâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe; Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerifte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyruldu. Vâris, her hususta ve- râset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efen­dimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.”

İslâm âlimleri, İmâm-ı A’zam’ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o’nun her bakım­dan büyük ve üstün olduğunu, di­ğerlerinin ise bir veya birkaç ba­kımdan büyük kemâlâta (olgun­luklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslâm dünyâsında ilimieüilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesi­ne âit kitapların tercüme edilme­siyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgi­leri arasına karıştırılmasını ve Is­lâm dînine bid’atlerm sokulması tehlikesini bertaraf etti.

İyi düşünüldüğünde bütün in­sanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A’zam’ın zama­nında ve daha sonra yetişen

 

mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı A’zam= En büyük imâm” adıyla anılmıştır.

İmâm-ı A’zam, Allahü.teâlâ- nın rızâsından başka bir düşün­cesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dos­doğru şekliyle bildirir, tâviz ver­mez, bu yolda hiçbir şeyden çe­kinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlanna herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsâ- nî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak

ÂLtMLERİN KAM ZEHİRDİR

İmâm-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sıra­da vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri ak­rebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyo­rum, bakalım haklarında ha- dîs-i şerifte; “Âlimlerin kanı zehirdir.” buyrulan âlimlere dâhil miyim?” dedi. Talebele­ri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öidü.

kendisi gibi büyük İslâm âlimle­rinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ah­lâkı) ile her hâlükârda İnsanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızla- nna bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibiydi. Bu hâ­liyle insanların içlerinde gizledik­leri şeylere nüfuz eder, ve olayla­rın sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, kes­kin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, mu­habbeti ve câzibesi ile, karşılaştı­ğı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı mese­leleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplan­dırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yol­dan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

Hâsılı İmâm-ı A’zam Ebû Ha­nîfe, İslâmiyetln müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îti- kâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu an­latmıştır. Vefâtından sonra da ye­tiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müs- lümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmâm-ı A’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cö­mertliği, emânete riâyeti ve tak-

 

 

c.

j■ W”*’*’ «tiHHt.y ¿j^ı.i»ınrii »^¡f

j. jÛ-JİİMÜıjlr

¡j’’ , (5#*-^ y –

J>I1 ¥.>V^İİJ’^

~1Ç

iuvu is^5&k Jj {Îu’c^MİÎUs^M

M.* •____ ?.&• •£’. –

 

 

 

vâsi ticâret muâmelelerinde de dâlmâ kendini göstermiştir. Tâclr- l*r ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ti- oireti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dir­hemden fazlasını fakirlere dağıtır, ilimlerin, muhaddislerin, talebele­rinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, te- vâzu ile; “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamde- dln. Çünkü verdiğim bu mal haki­katte benim değildir, sizin nasibi­niz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.’1 buyururdu. Böyle- ce ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sada­ka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Gumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrı­ca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbise­sini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca; “Şu seccâdenin altındal$|eri al, kendi­ne güzel bir elbise yaptır.” buyur­du. Orada bin akçe vardı.

Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbi­seyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha faz­la olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı edi­yorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe is­tediğini söyleyince, İmâm-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yü­zer arttırarak dört yüze çıktı. Ha­

 

yır daha fazla eder deyip, bu iş­ten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

İmâm-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah na­mazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i mu­azzama içine girip burada iki re­kat namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağ­layarak; “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anla­dım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda; “Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hiz­met ettin! Seni ve kıyamete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” di­ye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere so­nuna kadar okur, hatmederdi.

Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebe­si onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâ- liye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifi­nizin sebebi nedir? dedi. O da

 

 

 

 

1

.                     ¿r-b) t£&îp*,<$

kî**

t&’Ojz&JiJı

>                     lii iİ£liÂfjfcı

-„t

İmâm-ı A’zam’ın, Medîne-i münevverede kıldığı iki rekat namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, Resûlullah efendimizi ziyâret ederken söylediği kasi­denin baş tarafı. Kaside, Süfeymâniye Kütüphanesi Yazma Bağışlar Kısmı 255/5 numarada kayıtlı eserin 42b ve 44b sayfaları arasındadır.^

 

Îmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin Atâ bin Ebî Rebâh’tan rivayet ettiği hadîs-i şerif, Süleymâniye Kütüphanesi Fâtih Kısmı 4493/2 numarada kayıtlı eserin 56b ve 57a sayfaları arasındadır.

 

 

 

hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âli­niz buraya kadar niçin zahmet et­tiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” di­yerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, Imâm-ı A’zam’ın derslerine de­vam etmeye başladı ve fıkıh il­minde âlim olarak yetişti.

Vâsıt şehrinde faziletli bir zât vardı, ismi (Nu’mân’ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorul­duğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben kar­nında canlı olup henüz doğmamı­şım. Annemin cenâzesi yıkanır­ken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A’zam’a, yâni Nu’mân bin Sâbit’e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yann, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.”

İmâm-ı A’zam’ı çekemiyen biri, o’nu ve talebelerini nehir ke­narında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A’zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu ya­pın, diye tenbih etti. Oraya var­dıklarında dâvet eden adam bu­yurun yemeğe deyince, İmâm-ı A’zam ellerini yıkamak için nehlre gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalannın bir müddet orada kalmasının sebebini merak etme­ye başladılar. Sonra döndüklerin­de, bir kedinin tabaklardaki ye­meklerden yiyip zehirlendiğini gö­rerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladı­lar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uy­manın bereketine kavuştular. Bu­nu gören dâvet sâhibi, yaptığına

 

• *1           tJüVi j*>j

JSL*

* .y v’


•O’        Vör-VV1-‘ w»* yyr. ’£T-w» •:.

 

iArJauL.

*>. *. W* n-fe~9v


2a sayfaları. Eser, Süleymâ- niye Kütüpha­nesi Hekimoğ- lu Kısmı 806 numarada kayıtlıdır.

^7^/c t»’-‘

– ….

Sİk

_İLİ__ . –

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A’zam şöyle dedi: “Size üç suâlim var, cevap lütfe­diniz?” Kadın mı daha zayıftır, er­kek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, ka­dın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erke­ğin hissesini bir, kadınınkini iki ya­pardım. Fakat ben kıyas yapmı­yorum, nassla (âyet ve hadîs İle) amel ediyorum.

İkincisi: Namaz mı daha fazi­letli, yoksa oruç mu? Namaz da­ha faziletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiş- tlrseydim, kadın hayızdan temiz­lendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

Üçüncüsü: Bevil mi, daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddi­nin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirir­dim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resû- lullah efendimizin dînini değiştir­mekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnet- den delil) olan yerde kıyas yap­madığını, delili bulunmayan me­seleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyle­yince, Muhammed Bâkır onu ku­caklayıp alnından öptü.

İmâm-ı A’zam’ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlar­dan fıkih bilgileri, Ebû Yûsuf’un ri- vâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Mu­hammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen ki­taplarla nakledilmiştir.

1)  Risâle-i Reddi Havâriç ve Reddi Kaderiyye, 2) EI-Fıkh-ul- Ekber, 3) EI-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bııstî, 5) Ki- tâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu’mâniyye, 8) Mp’rifet-ül-Me- zâhib, 9) El-Asi, lOfrEl-Müsned- ül-İmâm-ı A’zam li Ebî Hantfe.

1)   Menâkıblar (Kerderl, Mekkî, Zehebi, İbn-i Abdilber)

2)   Hayrâtü’l-Hisân

3)  Tabakât-us-Seniyye (Temîml)

4)   Vefeyâtü’l-A’yân

5)   El-Cevâhirü’l-Mudiyye; s.26

6)   Miftâhu’s-Seâde; c.2, s.63

7)  Tezkiretü’l-Evliyâ; s.129

8)   Ibn-i Âbidîn; c.1, s.48-53

9)   Brockelman; Gal.1, s.169,171, Sup.1, s.284-287

10)   Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s. 1069

11)   Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.325

12)   Fâideli Bilgiler; (3. Baskı) s.42,156

13)   Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.127-136

14)    Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.236

 

İMAM BABA

Ne zaman yaşadığı bilinmeyen ve bölge halkı tarafından kışın yolların kapanmasıyla yalnızca yaz aylarında ziyâret edilebilen imâm Baba’mn kabri, Aydın’m Konuklu Köyü’nde Madran Dağı­nın tepesindedir.


 

 

 

 

İMAM EFENDİ; Harput’ta yeti­şen meşhur velîlerden. 1858 (H.1274)’de Erzurum’da doğdu. Kars’ta üçüncü tabur imâmlığı yapması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Os­man Bedreddîn’dir. Babası Sey- yid Selman Sükûtî’dir. Küçüklü­ğünde babasının eğitim ve terbi­yesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetişti. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberle­mekle şereflendi. Sonra Erzurum medreselerinde; saıi, nahiv ders­leri alarak Arabî öğrenmeye baş­ladı. Kısa zamanda akranı arasın­da seçkin ve sevilen bir talebe ol­du. Arabi’de âlet ilimlerini öğren­

 

dikten sonra; tefsir, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde temel, metinleri oku­du. Hucurât sûresinin tefsirini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeye­rek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya baş­ladı. Bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşlan kendisine; “Sessiz­ce Hâfız Osman Bedreddîn.*“ de­diler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfındaki- lerin dikkatini çekiyor ve çok sevi­liyordu.

Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; “Molla Hâfız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğren­dim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğren­meye mecbûr kaldım. Bundatı ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hoca­nın dersine devâm etmen gereki­yor. Bu günden îtibâren ders ve­remeyeceğim.” dedi.

Bunun üzerine İmâm Efendi; “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim yâ Mu- în.“ diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve medreseden ayrıldı, ilimde daha yüksek bir müderris arıyor­du. Aslında zâhirî ilimlerde yetiş­miş, bâtınî, tasavvuf ilminde ye­tiştirecek bir rehber arıyordu. Onun bu arayışı sırasında Buhâ- râ’dan bir büyük âlim onu yetiştir­mek için gelmek üzereydi. Şöyle ki; Buhârâ’daki Cârni-i kebîrde halka vâz ve nasihat eden Seyyid

Ahmed Merâmî, âni olarak ve ha­bersizce Buhârâ’dan ayrılıp Erzu­rum’a gitmek üzere yola çıktı. Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevî bir işâretle olduğunu anlayanlar halkı teselli ettiler.

. Uzun, ince boylu, beyaz sa­kallı ve mübârek bir zât olan Sey­yid Ah’mecf Merâmî, Erzurum’a varınca, Hasankale’nin Bevelkâ- sım köyüne gidip,-bu kdyün imamlık vazifesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayıl­dı. İlmi ve şöhreti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca araban İmâm Efendi, o zâtın ismini ve medhini duyunca, huzûkına kavuştnpk için derhâl yola çıktı. Bevelkâsım köyüne varınca, aradığı zâV-bir namaz vaktinde câmide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ah-* med Merâmî bu gencin, kendisi­ne yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu anladı. Namazdan sonra; “Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!” dedi. Bunun üzerine Osman Bedreddîn haz­retleri birdenbire ürpererek, hay­retler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden ders almak is­tediğini arzetti. Bu arzusuna; “Bu­hârâ’dan kalkıp buraya kadar ge­liriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” ce­vâbını verdi. Sonra onu yanına alıp evine götürdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn’in ilimdeki de­recesini anlamak için bir kaç ibâ- re Arapça metin ve hadîs-i şerîf

okuyup bunların mânâsını sordu.- Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olup, onu ve yetişti­ren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu: “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, netice­de insanı Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim, taşavvuf il­midir. Meâlen; “Üzülme!.. Şüp­hesiz Allahü teâlâ bizimledir” (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsirine göre hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık’ını unutmazsa bitmez tükenmez nimetlere kavu­şur. Bu mânânın tekâmül (geliş­mesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Huzûr, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir.” Hâfız Os­man Bedreddîn’in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve meylini iyice anlacfı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit etmek iste­di. İmâm Efendi her gün gelip ders almayı arzû ve teklif edince, her gün gelip ders alması karar­laştırdı. Sonra Erzurum’a döndü. Her gün Erzurum’dan Bevelkâsım köyüne gidip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesa­fe idi. Gece yarısı kalkıp yola dü­şer, sabah namazını Alvar köyün­de kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağmur ve kar deme­den her gün muntazaman derse devâm etti. Feyz ve ilham aldığı bu hocasının derslerine devâmı yıllarca sürdü. Erzurum ile Bevel- kâsım köyü arası ona hiç mesâ- besinde idi. Bu yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zahmetlere hiç aldırmıyordu.

Bir kış günü yine bu yolda gi­derken, Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipiye tutuldu. Son derece bunalıp, çâresiz kaldı. Tipi gittikçe, şiddetleniyor, bir adım ilerisi görülmüyordu. İmâm Efendi hazretleri bu dehşet verici durum karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu İlâhîyi ya­vaş b.ir sesle tevekkül içinde oku­maya başladı:

Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler,

Arif ânı seyreyler,

Mevlâ görelim n’ eyler,

N’eylerse güzel eyler.

Çâresiz bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşısına beyaz at üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Selâm ver­dikten sonra terkisine bindirdi. Sonra; “Yolcu kardeş çok üşü­müşsün” dedi. Meşin bir kırba­dan, su kabından şerbet içirdi. “Dağarcığımızda nasibiniz ne var­sa ondan da arzû ettiğiniz kadar yiyiniz” diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Osman Bedreddîn dağarcı­ğı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yardımcı olan beyaz, atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu ka- nâatkâr hâlini görüp, sırtını okşa­yarak; “Nasîbin açık olsun. Feyzin

 

OSM W BF.DRFUDİVİN ÇiRAfil

İmâm lift ‘idıdm. talebelerin’len Ömer Nâsûhı Arabis­tan’a gitmek için izin istedi. İmâm Efendi: “NâsÛh, orada bi­zi tanıyar ç A nlur. Sjrana selâmımızı söyle!” dedi O zât kendi ke ‘fime: “OalrVrin hocamı kim tanıyacak?* dıve dü­şünme c ‘hrVıetıiıde bulundu. Aıkadaşları ile yolda giderken tipiye tutJklular. Perişan t-ır Molcie ılerled’kten sonra, bir kö- ye vardıliıi Oracle buyul« bir zât onları misafir etti. Ömer Nâ- sûhî’ye co’icrek; “Gel üfikalım Osman Bedreddîn’m çırağı!” dedi. Şasıiriiı talebe yine kendi kendine: ”Acaba bu zât bu­rada, hoc.jm orada birbirlerini nasıl tanıyabilirler’” dıve dü­şününce. o zât başını kaldırıp; “Evlâdım, biz birbirimizi hiç görmedik dma birbirimiz gâyet iyi tanırız.” dedi. Aradan za­man geçti ve Harupt’a geri döndü. Hocasını ziyarete gidip; “Efendim, sağlıkla gidip geldik. Orada soranlara da selâmı­nızı söyledim.” dedi. Bunları söylerken yine merakı geçme­mişti. İmâm Efendi ona; “Ömer, biz Allahü teâlânın bildirmiş olduğu şekilde birbirimizi tanır ve biliriz. Rabbimiz bize hidâ­yet etmezse hiçbir şey bilmeyiz.” buyurdu.

 

 

 

bereketli olsun. Sana gelen misâ- firler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübarek olsun. Hocana selâm söyle!” dedi ve gözden kayboldu.

İmâm Efendi ise, kendini ho­casının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmaktay­dı. Bu sırada hocası Seyyid Ah- med Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti. Hoca­sı hâlinden ve başından geçenle­rin farkındaydı. Sorup anlattırdık­tan sonra, bunu gizlemesini söy­ledi. Sonra da; “Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın birleşerek âid olduğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve senâ ol­sun, size de mübarek olsun. Be­nim vazifem burada tamam oldu. Ben irşâda memûr değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, ta­savvuf? ahkâmı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de bizi arzûluyor. Vâris-i enbiyâ meşârık-ı evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazan­dınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun.” dedi ve derslerine son verdi.

İmâm Efendi hocasından ay­rıldıktan sonra hayâtında yeni ve

 

bambaşka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında için­deki aşkın aieviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Alla­hü teâlâya yaivanyor, içli göz yaş­ları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Koca­sına bu durumu anlatınca; “Oğlu­muz, Allahü teâlânın ve Resûlul- lah’ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağla­sın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Os­man, selâmet ve seâdet üzeredir. Allahü teâlâ onu murâdına erdir­sin” dedi.

İmâm Efendi, kendisine reh­berlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücû- muna uğradı. 8 Kasım 1877’de vukû bulan bu savaş, târihte Dok- sanüç Harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Er­zurum halkı yediden yetmişe si­lâhlanıp, düşmana karşı kahra­manca bir müdâfaa yapma hazır­lığı içindeydi. 8 Kasım 1877 ge­cesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalına­rak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câ- mii şerifi minâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezâ- nı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyor­du ki, Erzurum’un dağı-taşı, dere­si, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve ce- sâret vermişti. Okuyanda bir baş­ka hâl vardı.,Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalannı işgâl etmiş olan Mos- kofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya baş­ladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırı­yor; “Urun kardaşlarım, dadaşla­rım urun!” diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedi’yi kimin oku­duğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emret­ti. Etrâfa dağılan yâverler ve ça­vuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum’un Ab- durrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükuti Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilir- ken, orada bulunan cephe ku­mandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yak­laştı ve şöyle dedi: “Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasın­da, heybetli, vakarlı, temkinli ha­reketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla
kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katı­lan iki Erzurumlu kadının konuş­maları geldi. Nene Abla adında bir kadın; “Hadîce bacı, bak gö­rüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikin­ci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor” diyordu. Bu sözü du­yunca daha dikkatli, baktım. Söy­lenen gerçekten doğruydu; hâdi­seyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm.”

Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; “Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bi­zimle beraberlermiş. Elhamdülil­lah bu, Rabbtmin bize bir ihsânı- dır.” dedi. Bunun üzerine Kurt İs- mâil Paşa şöyle ilâve etti: “Şu an­da o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Beyin başındadır.” dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık “imâm Efen­di” diye tanındı.

Bu vazifede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri hazretlerinin oğlu ve halî­fesi Seyyid Ubeydullah ile Mevlâ- nâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Mu- hammed ve Gümüşhâneli Anmed Ziyâeddîn ve ErzincanlI Terzi Ba­ba lakabıyla meşhur Şeyh Hay- yât’ın talebelerinden Hacı Fehmi efendiler ile sohbet etti. 1882’de vazifeli olduğu tabur Pafu’ya taşındı. Burada asıl hocasına ka­vuştu. Bu mübârek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha İmâm Efendi gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman işâretler vererek; “Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her kulun kârı değil­dir.” derdi. Yine bir gün; “Fesüb- hânallah, ilme olan gayreti hocai^ larını çalışmaya mecbur ediyor.* Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: “Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ’dan âlim, fâdıl ve muta­savvıf bir hoca memur edildi. Al­lah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyarlıktır ki, Hızır aleyhisselâ- mın kırbasından şerbete, dağarcı­ğından lokmaya kavuşmak. Mos­kof’un kafasına taşla darbe vur­mak…” Talebeleri hayretle dinle­dikleri bu sözlerde kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işâret veri­yordu.

Mahmûd Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbe­tine kavuşacak olan İmâm Efen­
dinin hayâtını ve başından geçen önemli hâdiseleri safha safha an­latıyor ve onun gelmesini bekli­yordu. 0 günlerde İmâm Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç ta­nımadığı bir zât şöyle dedi: “Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yol­dadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!” Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rahmânî mî diye düşünmeye başladı. Kendini dâ- vet eden zât kimdi ve neredeydi? Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında dört mübârek zât ile karşılaştı. Bunlar, Behâeddîn Bu- hârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: “Aradığını Pa­lu’da bulacaksın. Palulu Şeyh Mahmûd Sâminî’nin dâvetine icâ- bet et!” Bu işâret üzerine Palu’ya hareket etti. O yolda iken Mah­mûd Sâminî hazretleri de dergâ­hından Palu’ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte ol­duğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşı­laştıkları yerde onu şefkat ve mu­habbetle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir et­ti.

Burada Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sözlerini ve sohbet­lerini çok dikkatli dinleyen İmâm Efendi, vaktinin nasıl geçtiğini an­lamadı. Mahmûd-ı Sâminî’nin hu- zûrunda önceki sıkıntılarını unut­tu. Kendinden geçmiş bir vaziyet-

 

te sohbeti dinlerken, Mahmûd-ı Sâminî birden; “İmâm Efendiye bir kahve getirin, bir kahvemizi iç­sin.” buyurdu. Kahveyi getiren ta­lebeye birisi çarpınca kahve Os­man Bedreddîn’İn beyaz Şam hır­kasının üzerine döküldü. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan ve itinâ gösteren İmâm Efendi içinden; “Eyvah bu elbise çok. berbat oldu. Artık giyiİmez.” dedi. Mahmûd-ı Sâminî hazretleri; “Hâ- fız, kalbin incinmesin. Bizim Mus­tafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yı­kasın.” dediğinde, İmâm Efendi utanarak hırkasını Mustafa Efen­diye verdi. Bir müddet sonra Mustafa elinde hırka ile geri dön­dü. İmâm Efendi hırkayı üzerine giyince kendisini bâzı haller kap­ladığını hissetti. Kahve dökülen yerde hiç bir iz yoktu. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer tale­belerin kalblerindekı; ihlâs, mu­habbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. İmâm Efendi önce inâ- beye (ondan tasavvufu almaya) yaklaşmadı. M ah m û’d Sâminî hazretlerinin tütün içmesi ve ra­hatsızlığı sebebiyle gözlerinin ça- paklanması dikkatini çekmişti. Sabırla bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî perdeyi kaldırıp bir gün şöyle bu­yurdu: “Hâfız, misâfirlik üç gün­dür. Senin misâfirliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzım­dır. Haydi bakalım bostammızı sulama sırası şendedir.” Bu bos­tan, Sâminî hazretlerinin eliyle ye­tiştirdiği ve helâl lokma kazandığı bir bostandı’. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfırlerine ik- râm ederdi.

İmâm Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat da­ha bir eviek sebze sulamadan ha­vuzun suyunu bitmiş gördü. Gidip durumu hocasına bildirdi. Mah­mûd Sâminî hazretleri; “Hâfız, ko­caman havuzun suyu bir evlek de mi sulamadı? Dikkat et hâfızım, gören gözle bak. Havuz dolu du­ruyor. Git vazifeni, yap!” dedi. Tek­rar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu an­ladı. O gün bostanı tamâmen su­ladı.

Aynı gün İkindi vakti holbsı; “Hâfız, yânn çok misâfirimiz gele­cek. Bostana git biraz patlıcan topla, mutfağa bırak” dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gitti. Ancak bostanda- ki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hocasına bil­dirdi. Patlıcan yetişmemiş deyin­ce, hocası; “Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanlari yetişmiş bulacaksın.” dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş ol­duğunu gördü. Bu işte de hocası nın kerâmeti olduğunu anladı. Ancak bir taraftan da neden tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşüncesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp gitmeye karar verdi.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*