İmâm-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu. Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyeınedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A’zam; “Sübhânallah. ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!” dedi. Bir de- fâsında ortağına, sattığı malla t içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A’zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.
târihte İmâm-ı A’zam gitar bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melik- şah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî, İmâm-1 A’zam’ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmânlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfes- sirlerin başı, üstâdı derecesindey- di. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.
İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe’nin kitaplarını okusun.” buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; “Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim.” buyurdu.
Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanîfe’nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. “Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe’yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım.” demiştir. Ebû Yûsuf buyuru-, yor ki: “Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerifleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur.” Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: “Bizler, Ebû Hanîfe’nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir.1‘
Âli bin Âsim diyor ki: “Ebû Hanîfe’nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe’nin ilmi fazla gelir.”
Büyük hadîs âlimi A’meş, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’den birçok mesele sordu. İmâm-ı A’zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerifler okuyarak cevap verdi. A’meş, İmâm-ı A’zam’ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, “Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunlan rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!” dedi. “Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meş’in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu suâli İmâm’a sorup cevâbını istedi. İmânriri A’zam hemen geniş cevap verdi. A’meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadannı kitaplarına yazdı. Çünkü; “Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehen- nem’de çok acı azap görecektir.” hadîs-i şerifinin dehşetinden çok korkardı.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi
için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu ha- dîs-i şerifi naklederdi.”
İmâm-ı A’zam, îslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böy- lece İslâm, dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Hadîs-i şerîfte; “îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğulla- rından biri elbette alıp getirir.”
buyruldu. İslâm âlimleri, bu h’a- dîs-i şerifin İmâm-ı A’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Bu- hârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “İnsanların en
hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Es- hâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir… (yâni Tebe-i tâbiîndir)“ buyruldu. İmâm-ı A’zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiîn- den ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan,
Mevdû’ât-ül Ulûm ve Dürrüi- Muhtâr’da yazılı hadîs-i şeriflerde buyruldu ki: “Âdem (aleyhisse- lâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.”
“Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû
| Htntf* 11« öğünürüm. Onu se-
I Vtn bani sevmiş olur. Onu sev- IHWy«n beni sevmemiş olur.”
i “Ümmetimden biri, şerîati- : mİ unlandırır. Bid’atleri öldü-
■ftir. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.”
“Her asırda ümmetimden
I yûkaelenler olacaktır. Ebû Ha- | |#l zamânının en yükseğidir.”
j Hazret-i Ali de; “Size bu Küfe Şfhrlnde bulunan, Ebû Hanîfe Idında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu Olacaktır. Âhir zamanda, bir çok Kimse, onun kıymetini bjlmeyerek halik olacaktır. Nitekim, râfizîler da, Ebû Bekir ve Ömer için helâk Olacaklardır.” buyurdu.
Imâm-ı A’zam’ın zamânında va sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmlş- ler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: “Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik1 in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder.11 dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Ha- nîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.” Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Haşan bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Al- lahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
İshâk bin Ebû Fedâ’dan nakl olunur: “İmâm-ı Mâlik’i gördüm, imâm-ı A’zam’la el ele tutup be- râber yürürlerdi. Câmîye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A’zam’ın girmesini beklerdi.” demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Eğer Mûsâ ve îsâ aleyhi- messelâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” buyurmU|tur.
İmâm-ı Şâfiî: “Ben Ebû Hanî- fe’den daha büyük fıkıh âlimi biİT mem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: “İmâm-ı A’zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik’e, İmâm-ı A’zam’ dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye/hep methederim.” buyurmuştur; İmâm-ı Gazâlî: “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi.
Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifetl tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâ- imâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi” buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: “Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara, buyurdu.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı A’zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer’î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâ- mın sözünü kendi reyine takdim ederdi.” İmâm-ı Rabbânî.hazretleri Mebde1 ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: “Büyük İmâm Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesin-
d«n takdir edilemeyen şânından rm yazayım. Müctehidlerin en veri aâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şiflî’den de, Mâlik’den de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üstün İdi.”
Yine imâm-i Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pâri- •i (rahmetullahi aleyh) buyurdular Kİ: İsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü, ictihâdjnın doğruluğunu gösteren en büyük şâhlttir.”
Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a’mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanî- fe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâri- dât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; “O iki sene olmasaydı Nu’mân helâk olurdu.” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i ze- hebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık’dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son ma- . kâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe; Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerifte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyruldu. Vâris, her hususta ve- râset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.”
İslâm âlimleri, İmâm-ı A’zam’ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm dünyâsında ilimieüilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve Islâm dînine bid’atlerm sokulması tehlikesini bertaraf etti.
İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A’zam’ın zamanında ve daha sonra yetişen
mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı A’zam= En büyük imâm” adıyla anılmıştır.
İmâm-ı A’zam, Allahü.teâlâ- nın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlanna herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsâ- nî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak
ÂLtMLERİN KAM ZEHİRDİR
İmâm-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında ha- dîs-i şerifte; “Âlimlerin kanı zehirdir.” buyrulan âlimlere dâhil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öidü.
kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda İnsanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızla- nna bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder, ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.
Hâsılı İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetln müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îti- kâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müs- lümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı A’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve tak-
c.
j■ W”*’*’ «tiHHt.y ¿j^ı.i»ınrii »^¡f
j. jÛ-JİİMÜıjlr
¡j’’ , (5#*-^ y –
J>I1 ¥.>V^İİJ’^
~1Ç
iuvu is^5&k Jj {Îu’c^MİÎUs^M
M.* •____ ?.&• •£’. –
vâsi ticâret muâmelelerinde de dâlmâ kendini göstermiştir. Tâclr- l*r ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ti- oireti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, ilimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, te- vâzu ile; “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamde- dln. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.’1 buyururdu. Böyle- ce ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Gumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca; “Şu seccâdenin altındal$|eri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Ha
yır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.
İmâm-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda; “Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyamete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâ- liye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da
1
. ¿r-b) t£&îp*,<$
kî**
t&’Ojz&JiJı
> lii iİ£liÂfjfcı
-„t
İmâm-ı A’zam’ın, Medîne-i münevverede kıldığı iki rekat namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, Resûlullah efendimizi ziyâret ederken söylediği kasidenin baş tarafı. Kaside, Süfeymâniye Kütüphanesi Yazma Bağışlar Kısmı 255/5 numarada kayıtlı eserin 42b ve 44b sayfaları arasındadır.^
Îmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin Atâ bin Ebî Rebâh’tan rivayet ettiği hadîs-i şerif, Süleymâniye Kütüphanesi Fâtih Kısmı 4493/2 numarada kayıtlı eserin 56b ve 57a sayfaları arasındadır.
hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, Imâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.
Vâsıt şehrinde faziletli bir zât vardı, ismi (Nu’mân’ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A’zam’a, yâni Nu’mân bin Sâbit’e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yann, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.”
İmâm-ı A’zam’ı çekemiyen biri, o’nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A’zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A’zam ellerini yıkamak için nehlre gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalannın bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına
• *1 tJüVi j*>j
JSL* * .y v’ |
•O’ Vör-VV1-‘ w»* yyr. ’£T-w» •:.
iArJauL. *>. *. W* n-fe~9v |
|
||||||||
|
||||||||
|
||||||||
|
||||||||
Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A’zam şöyle dedi: “Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?” Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs İle) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu? Namaz daha faziletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiş- tlrseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevil mi, daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resû- lullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnet- den delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.
İmâm-ı A’zam’ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkih bilgileri, Ebû Yûsuf’un ri- vâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir.
1) Risâle-i Reddi Havâriç ve Reddi Kaderiyye, 2) EI-Fıkh-ul- Ekber, 3) EI-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bııstî, 5) Ki- tâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu’mâniyye, 8) Mp’rifet-ül-Me- zâhib, 9) El-Asi, lOfrEl-Müsned- ül-İmâm-ı A’zam li Ebî Hantfe.
1) Menâkıblar (Kerderl, Mekkî, Zehebi, İbn-i Abdilber)
2) Hayrâtü’l-Hisân
3) Tabakât-us-Seniyye (Temîml)
4) Vefeyâtü’l-A’yân
5) El-Cevâhirü’l-Mudiyye; s.26
6) Miftâhu’s-Seâde; c.2, s.63
7) Tezkiretü’l-Evliyâ; s.129
8) Ibn-i Âbidîn; c.1, s.48-53
9) Brockelman; Gal.1, s.169,171, Sup.1, s.284-287
10) Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s. 1069
11) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.325
12) Fâideli Bilgiler; (3. Baskı) s.42,156
13) Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.127-136
14) Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.236
İMAM BABA Ne zaman yaşadığı bilinmeyen ve bölge halkı tarafından kışın yolların kapanmasıyla yalnızca yaz aylarında ziyâret edilebilen imâm Baba’mn kabri, Aydın’m Konuklu Köyü’nde Madran Dağının tepesindedir. |
İMAM EFENDİ; Harput’ta yetişen meşhur velîlerden. 1858 (H.1274)’de Erzurum’da doğdu. Kars’ta üçüncü tabur imâmlığı yapması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Osman Bedreddîn’dir. Babası Sey- yid Selman Sükûtî’dir. Küçüklüğünde babasının eğitim ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetişti. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekle şereflendi. Sonra Erzurum medreselerinde; saıi, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başladı. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabi’de âlet ilimlerini öğren
dikten sonra; tefsir, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde temel, metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsirini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya başladı. Bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşlan kendisine; “Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn.*“ dediler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfındaki- lerin dikkatini çekiyor ve çok seviliyordu.
Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; “Molla Hâfız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbûr kaldım. Bundatı ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocanın dersine devâm etmen gerekiyor. Bu günden îtibâren ders veremeyeceğim.” dedi.
Bunun üzerine İmâm Efendi; “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim yâ Mu- în.“ diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve medreseden ayrıldı, ilimde daha yüksek bir müderris arıyordu. Aslında zâhirî ilimlerde yetişmiş, bâtınî, tasavvuf ilminde yetiştirecek bir rehber arıyordu. Onun bu arayışı sırasında Buhâ- râ’dan bir büyük âlim onu yetiştirmek için gelmek üzereydi. Şöyle ki; Buhârâ’daki Cârni-i kebîrde halka vâz ve nasihat eden Seyyid
Ahmed Merâmî, âni olarak ve habersizce Buhârâ’dan ayrılıp Erzurum’a gitmek üzere yola çıktı. Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevî bir işâretle olduğunu anlayanlar halkı teselli ettiler.
. Uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübârek bir zât olan Seyyid Ah’mecf Merâmî, Erzurum’a varınca, Hasankale’nin Bevelkâ- sım köyüne gidip,-bu kdyün imamlık vazifesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayıldı. İlmi ve şöhreti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca araban İmâm Efendi, o zâtın ismini ve medhini duyunca, huzûkına kavuştnpk için derhâl yola çıktı. Bevelkâsım köyüne varınca, aradığı zâV-bir namaz vaktinde câmide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ah-* med Merâmî bu gencin, kendisine yetiştirmesi için işâret edilen genç olduğunu anladı. Namazdan sonra; “Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn!” dedi. Bunun üzerine Osman Bedreddîn hazretleri birdenbire ürpererek, hayretler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden ders almak istediğini arzetti. Bu arzusuna; “Buhârâ’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” cevâbını verdi. Sonra onu yanına alıp evine götürdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn’in ilimdeki derecesini anlamak için bir kaç ibâ- re Arapça metin ve hadîs-i şerîf
okuyup bunların mânâsını sordu.- Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olup, onu ve yetiştiren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu: “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, neticede insanı Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim, taşavvuf ilmidir. Meâlen; “Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir” (Tevbe sûresi: 40) buyrulan âyet-i kerîmenin tefsirine göre hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir râbıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık’ını unutmazsa bitmez tükenmez nimetlere kavuşur. Bu mânânın tekâmül (gelişmesi) ve tesânüdü (dayanağı) ise, huzûrdur. Huzûr, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir.” Hâfız Osman Bedreddîn’in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve meylini iyice anlacfı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit etmek istedi. İmâm Efendi her gün gelip ders almayı arzû ve teklif edince, her gün gelip ders alması kararlaştırdı. Sonra Erzurum’a döndü. Her gün Erzurum’dan Bevelkâsım köyüne gidip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağmur ve kar demeden her gün muntazaman derse devâm etti. Feyz ve ilham aldığı bu hocasının derslerine devâmı yıllarca sürdü. Erzurum ile Bevel- kâsım köyü arası ona hiç mesâ- besinde idi. Bu yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zahmetlere hiç aldırmıyordu.
Bir kış günü yine bu yolda giderken, Nebiçayı dolaylarında âniden şiddetli bir tipiye tutuldu. Son derece bunalıp, çâresiz kaldı. Tipi gittikçe, şiddetleniyor, bir adım ilerisi görülmüyordu. İmâm Efendi hazretleri bu dehşet verici durum karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu İlâhîyi yavaş b.ir sesle tevekkül içinde okumaya başladı:
Hak şerleri hayreyler, Zannetme ki gayreyler,
Arif ânı seyreyler,
Mevlâ görelim n’ eyler,
N’eylerse güzel eyler.
Çâresiz bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, âniden karşısına beyaz at üzerinde nûr yüzlü bir genç çıktı. Selâm verdikten sonra terkisine bindirdi. Sonra; “Yolcu kardeş çok üşümüşsün” dedi. Meşin bir kırbadan, su kabından şerbet içirdi. “Dağarcığımızda nasibiniz ne varsa ondan da arzû ettiğiniz kadar yiyiniz” diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Osman Bedreddîn dağarcığı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yardımcı olan beyaz, atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu ka- nâatkâr hâlini görüp, sırtını okşayarak; “Nasîbin açık olsun. Feyzin
OSM W BF.DRFUDİVİN ÇiRAfil
İmâm lift ‘idıdm. talebelerin’len Ömer Nâsûhı Arabistan’a gitmek için izin istedi. İmâm Efendi: “NâsÛh, orada bizi tanıyar ç A nlur. Sjrana selâmımızı söyle!” dedi O zât kendi ke ‘fime: “OalrVrin hocamı kim tanıyacak?* dıve düşünme c ‘hrVıetıiıde bulundu. Aıkadaşları ile yolda giderken tipiye tutJklular. Perişan t-ır Molcie ılerled’kten sonra, bir kö- ye vardıliıi Oracle buyul« bir zât onları misafir etti. Ömer Nâ- sûhî’ye co’icrek; “Gel üfikalım Osman Bedreddîn’m çırağı!” dedi. Şasıiriiı talebe yine kendi kendine: ”Acaba bu zât burada, hoc.jm orada birbirlerini nasıl tanıyabilirler’” dıve düşününce. o zât başını kaldırıp; “Evlâdım, biz birbirimizi hiç görmedik dma birbirimiz gâyet iyi tanırız.” dedi. Aradan zaman geçti ve Harupt’a geri döndü. Hocasını ziyarete gidip; “Efendim, sağlıkla gidip geldik. Orada soranlara da selâmınızı söyledim.” dedi. Bunları söylerken yine merakı geçmemişti. İmâm Efendi ona; “Ömer, biz Allahü teâlânın bildirmiş olduğu şekilde birbirimizi tanır ve biliriz. Rabbimiz bize hidâyet etmezse hiçbir şey bilmeyiz.” buyurdu.
bereketli olsun. Sana gelen misâ- firler senin gibi kanâatkâr olsun. Sofran mübarek olsun. Hocana selâm söyle!” dedi ve gözden kayboldu.
İmâm Efendi ise, kendini hocasının kapısı önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmaktaydı. Bu sırada hocası Seyyid Ah- med Merâmî onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti. Hocası hâlinden ve başından geçenlerin farkındaydı. Sorup anlattırdıktan sonra, bunu gizlemesini söyledi. Sonra da; “Şunu bilesin ki, ilm-i zâhir ile ilm-i bâtın birleşerek âid olduğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve senâ olsun, size de mübarek olsun. Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşâda memûr değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvuf? ahkâmı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de bizi arzûluyor. Vâris-i enbiyâ meşârık-ı evliyâ (Peygamberlerin vârisi ve velîler güneşi), olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun.” dedi ve derslerine son verdi.
İmâm Efendi hocasından ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve
bambaşka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında içindeki aşkın aieviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü teâlâya yaivanyor, içli göz yaşları döküyordu. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Kocasına bu durumu anlatınca; “Oğlumuz, Allahü teâlânın ve Resûlul- lah’ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihâr et. Kendini üzme. Osman, selâmet ve seâdet üzeredir. Allahü teâlâ onu murâdına erdirsin” dedi.
İmâm Efendi, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşındaydı. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücû- muna uğradı. 8 Kasım 1877’de vukû bulan bu savaş, târihte Dok- sanüç Harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, tahra, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câ- mii şerifi minâresinden sabah ezânı okunmaya başladı. Bu ezâ- nı İmâm Efendi okuyordu. Ezân, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum’un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezânı tekrar ediyordu. Ezân sesi dalga dalga yayılıp, ufukları aşıyordu. Bu ezân halka bambaşka bir şevk ve ce- sâret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı.,Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesâretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalannı işgâl etmiş olan Mos- kofların üzerine hücûm etti. İlk hücûmda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; “Urun kardaşlarım, dadaşlarım urun!” diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getiren ezân-ı Muhammedi’yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yâverlerine emretti. Etrâfa dağılan yâverler ve çavuşlar ezânı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum’un Ab- durrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sükuti Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn (İmâm Efendi) idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşaya arzedilir- ken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: “Paşam, ezânı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Beyin kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla
kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâldi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta mânevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın; “Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendinin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor” diyordu. Bu sözü duyunca daha dikkatli, baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm.”
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; “Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki bu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle beraberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbtmin bize bir ihsânı- dır.” dedi. Bunun üzerine Kurt İs- mâil Paşa şöyle ilâve etti: “Şu anda o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Beyin başındadır.” dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen İmâm Efendi hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık “imâm Efendi” diye tanındı.
Bu vazifede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Mevlâ- nâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Mu- hammed ve Gümüşhâneli Anmed Ziyâeddîn ve ErzincanlI Terzi Baba lakabıyla meşhur Şeyh Hay- yât’ın talebelerinden Hacı Fehmi efendiler ile sohbet etti. 1882’de vazifeli olduğu tabur Pafu’ya taşındı. Burada asıl hocasına kavuştu. Bu mübârek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha İmâm Efendi gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman işâretler vererek; “Mâşallah dokuz yaşında hâfız ve fakih olmak her kulun kârı değildir.” derdi. Yine bir gün; “Fesüb- hânallah, ilme olan gayreti hocai^ larını çalışmaya mecbur ediyor.* Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: “Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ’dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf bir hoca memur edildi. Allah Allah, bu ne saâdet bu ne bahtiyarlıktır ki, Hızır aleyhisselâ- mın kırbasından şerbete, dağarcığından lokmaya kavuşmak. Moskof’un kafasına taşla darbe vurmak…” Talebeleri hayretle dinledikleri bu sözlerde kime işâret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işâret veriyordu.
Mahmûd Sâminî hazretleri bu işâretleriyle, birgün kendi sohbetine kavuşacak olan İmâm Efen
dinin hayâtını ve başından geçen önemli hâdiseleri safha safha anlatıyor ve onun gelmesini bekliyordu. 0 günlerde İmâm Efendi bir rüyâ gördü. Rüyâsında hiç tanımadığı bir zât şöyle dedi: “Hâfız kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!” Bu rüyâdan sonra merakla, rüyâ Rahmânî mî diye düşünmeye başladı. Kendini dâ- vet eden zât kimdi ve neredeydi? Ertesi gün bir rüyâ daha gördü. Rüyâsında dört mübârek zât ile karşılaştı. Bunlar, Behâeddîn Bu- hârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: “Aradığını Palu’da bulacaksın. Palulu Şeyh Mahmûd Sâminî’nin dâvetine icâ- bet et!” Bu işâret üzerine Palu’ya hareket etti. O yolda iken Mahmûd Sâminî hazretleri de dergâhından Palu’ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte olduğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti.
Burada Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sözlerini ve sohbetlerini çok dikkatli dinleyen İmâm Efendi, vaktinin nasıl geçtiğini anlamadı. Mahmûd-ı Sâminî’nin hu- zûrunda önceki sıkıntılarını unuttu. Kendinden geçmiş bir vaziyet-
te sohbeti dinlerken, Mahmûd-ı Sâminî birden; “İmâm Efendiye bir kahve getirin, bir kahvemizi içsin.” buyurdu. Kahveyi getiren talebeye birisi çarpınca kahve Osman Bedreddîn’İn beyaz Şam hırkasının üzerine döküldü. Giyimine ve temizliğe son derece titiz olan ve itinâ gösteren İmâm Efendi içinden; “Eyvah bu elbise çok. berbat oldu. Artık giyiİmez.” dedi. Mahmûd-ı Sâminî hazretleri; “Hâ- fız, kalbin incinmesin. Bizim Mustafa çok da güzel çamaşır yıkar. Hırkanı çıkar ver de bir güzel yıkasın.” dediğinde, İmâm Efendi utanarak hırkasını Mustafa Efendiye verdi. Bir müddet sonra Mustafa elinde hırka ile geri döndü. İmâm Efendi hırkayı üzerine giyince kendisini bâzı haller kapladığını hissetti. Kahve dökülen yerde hiç bir iz yoktu. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer talebelerin kalblerindekı; ihlâs, muhabbet, teslimiyet, huzûr, sabır artıyordu. İmâm Efendi önce inâ- beye (ondan tasavvufu almaya) yaklaşmadı. M ah m û’d Sâminî hazretlerinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle gözlerinin ça- paklanması dikkatini çekmişti. Sabırla bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zâhirî perdeyi kaldırıp bir gün şöyle buyurdu: “Hâfız, misâfirlik üç gündür. Senin misâfirliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Haydi bakalım bostammızı sulama sırası şendedir.” Bu bostan, Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma kazandığı bir bostandı’. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misâfırlerine ik- râm ederdi.
İmâm Efendi, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat daha bir eviek sebze sulamadan havuzun suyunu bitmiş gördü. Gidip durumu hocasına bildirdi. Mahmûd Sâminî hazretleri; “Hâfız, kocaman havuzun suyu bir evlek de mi sulamadı? Dikkat et hâfızım, gören gözle bak. Havuz dolu duruyor. Git vazifeni, yap!” dedi. Tekrar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamâmen suladı.
Aynı gün İkindi vakti holbsı; “Hâfız, yânn çok misâfirimiz gelecek. Bostana git biraz patlıcan topla, mutfağa bırak” dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gitti. Ancak bostanda- ki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp durumu hocasına bildirdi. Patlıcan yetişmemiş deyince, hocası; “Hâfız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanlari yetişmiş bulacaksın.” dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bu işte de hocası nın kerâmeti olduğunu anladı. Ancak bir taraftan da neden tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşüncesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp gitmeye karar verdi.