Ama Atatürk diyor ki

O

‘ lümünün yıl dönümünde Atatürk’ü anıyo­ruz. KtatütV\e O’ r\u Ne yaşamış, O’nun konuşmalarını dinlemiş ve O’nunla konuşmak ve O’nun elini öpmek mutlu­luğuna erişmiş bulunanların sayısı yıldan yıla azalmakta.

Yeni kuşaklar O’nu görmediler ve yaşamadı­lar. Ama Atatürk diyor ki, “Beni görmek beheme- hâl yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi ve hislerimi anlıyorsanız bu kâfidir”. Kuşkusuz O’nun fani varlığı, kendisinin kurduğu başkent topraklarının kucağında yatmaktadır, ama fikir­leri, ülküleri ve ilkeleri millete malolmuştur. Son yıllarda O’na karşı olanlar bulunsa dahi, O, çok büyük bir çoğunluğun içinde ve kalbinde yaşa­maktadır.

Bizim görevimiz de, O’nun kurmuş olduğu Cumhuriyeti yaşatmak, devrimlerini savunmak ve uygulamak, bu devrimlerin zedelenmiş yerle­rini onarmak, ülkü ve ilkelerini genç kuşakların kalplerine silinmez bir biçimde yerleştirmektir. Bu itibarla Atatürkçü olmak, Atatürk’ü sevmek ve O’na lâyık olmak da ancak O’nun ilkelerini yaşat­makla olur. Zira Atatürk’ü yalnız sözle ve ölüm yılları dönemlerinde “Atam senin izindeyiz” demekle görevimiz bitmiş olmaz. Ancak O’nu her zaman içimizde yaşatmak, ülkü ve devrimle­rini yayarak bıraktığı emaneti, O’nun istediği biçimde yaşatmak ve Atatürkçülüğü, Cumhuri­yeti emanet ettiği gençlerin gönüllerine sindir­mek ve genç kuşakları O’nun istediği biçimde yetiştirmektir.

Fakat üzülerek söylemek gerekir ki, Atatürk’ü genç ve yeni kuşaklara tanıtmak ve O’nun ülküle­rini gençlere aşılamak bakımından bizim kuşağın büyük kusuru olmuştur. Sanırım ki, bugün genç­likte gördüğümüz bunalım da bu gençlere Ata­türkçülüğü aşılayamamızdan, onlara Atatürk idealini veremememizden ileri gelmiştir. Zira Atatürk, gençlere gidecekleri yolu apaydın gös­termiştir ve bu yol da Atatürkçülüktür. Bu neden­le de yabancı bir ideoloji aramaya gerek yoktur.

Anımsarsak önceleri yüksek öğretim kurum- larında “inkilâp Dersleri” okutulurdu. Bugün de aynı dersler “Türk Devrim Tarihi” adı altında otartulmaktadu. o dönemde bu dersleri

okutanlar Recep Peker gibi, Mahmut Esat Karakurt gibi, Yusuf Kemal Tengirşek ve Hikmet Bayur gibi Atatürk devrimlerini içten kavramış, hatta devrimlerin uygulanmasında görev almış kimselerdi ve bu değerli şahsiyetler kurtuluş savaşını, Atatürk devrimlerini yaşamış olan ve Atatürk sevgisiyle dolu kimselerdi. Bu kimseler derslerinde içlerinde yaşattıkları heyecanı genç­lere aktarırlardı.

Şimdi ise görüyoruz ki bu dersler, adeta yasak savar gibi, gerek dersi verenler, gerek dinleyenler tarafından isteksiz olarak sürdürülmektedir. Bu itibarla bu derslere eski önemini kazandırmak, yetkililerin birinci görevi olmalıdır.

Bir kelime ile şunu bilmeliyiz ki, yurdun kur­tuluşunu, Cumhuriyeti, özgürlüğü ve yurtta yapılmış olan ne varsa hepsini O’na borçluyuz, ne yapılmışsa O başlatmıştır. Daha 1919’da Mus­tafa Kemal egemenliği şu sözlerle tanımlamıştır: “Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, egemenlikten yoksun bir millet, uygar milletler karşısında uşak olmak mevkiinden daha yüksek bir muameleye lâyık olmaz”. 1928’de ise bu konuda şöyle konuşmuştur: “Egemenlik ve özgürlükleri her ne pahasına olursa olsun ihlâle, bozmaya ve sınırlamaya asla göz yummamak, egemenlik ve özgürlükleri bütün anlamiyle koru­mak ve bunun için de gerekirse son ferdinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı misallerle süslemek. İşte egemenlik ve özgürlü­ğün asıl mahiyeti ve geniş anlamı”.

Atatürk Türk olmaktan büyük gurur ve mutlu­luk duymuştur ve bunu 10. yıl şenliklerinde hipodrumdaki konuşmasında, engin ruhunun bütün heyecaniyle, ne güzel dile getirmiştir: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”. Bizim de her halde “Ne mutlu Türk milletine ki, Atatürk gibi bir evlât yetiştirmiştir” dememiz gerekiyor. Zira Atatürk, yüzyıllar ve yüzyıllarca yılların yetiştiremediği çok yönlü bir dahi, eşsiz bir komutan, büyük bir devrimci, büyük bir idareci, batı uygarlığına
yönelik ve milletinin refah düzeyini yükseltecek önlem ve düşüncelerle dolu büyük birdüşünüıuü.

Birinci büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti yanında büyük “Nutuk”u da başlı başına bir dev yapıttır. Bu yapıt, kuşaklara yalnız geçmişi aktar­makla kalmayıp geleceğin güvenini de aşılamak­tadır. Kızılay meydanında Güvenlik Abidesindeki şu sözleri, granit kayalara işlenerek sonsuzlaş- mıştır: Güven, Çalış, Övün! O, kendine güveni kadar milletine de o güveni silinmez biçimde aşılamak çabasında olmuştur.

Atatürk, tüm anlamiyle batılı olmayı amaç edinmiştir. O, doğunun mistik düşüncesini, dav­ranışını, mantığını kabul etmez, doğu kafası yerine batı kafasını oluşturmak, O’nun başlıca düşüncesi olmuştur. Evet batı uygarlığı! Uygarlığı da Atatürk —bugünkü dille— şöyle tanımlar: “Kültür dediğimiz zaman bir insan topluluğunun devlet yaşamında, fikir yaşamında, ekonomik yaşamında yapabilecekleri şeylerin verilerini kastediyorum ki, uygarlık da bundan başka bir şey değildir”.

Atatürk son derece gerçekçi ve son derece akılcı idi. Yapmak için düşündüklerini ve yaptık­larını hiç bir zaman rastlantıya bırakmamıştır. Örneğin Kurtuluş Savaşında düşmanın denize dökülmesiyle sonuçlanan “Büyük Taarruz” da her şey bir saat gibi işlemiştir ve hesapları aynen çık­mıştır.

Atatürk’ün insanlık ülküsünün savunucuları arasında seçkin bir yeri vardır, ömrünün büyük bir parçası savaş ateşi içinde geçmiş olan bu eşsiz komutan, savaşın, boğazlaşmanın ne olduğunu herkesten iyi bilendir. Onun için “Birleşmiş Mil­letlerden çok önce, insanlık bakımından ne kadar iyi duygularla dolu görüşlerini (1) aşağıya aktaralım:

“Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlar ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla, insan bağlı olduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli ve kendi ulusunun saadetine ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin saadetine de yararlı olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır. İnsanlığın hepsini bir vücut ve bir ulusu, bunun organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağın­daki bir acıdan diğer bütün organları müteessir olur”. “Dünyanın falan yerinde bir rahatsızlık varsa, bana ne, dememeliyiz. Böyle bir rahatsız­lık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi, onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun, bu esastan şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun, daima sakıncalıdır”.

Atatürk devam ediyor: “Eğer devamlı barış isteniyorsa, insan toplumlarının durumlarını iyileştirecek tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın tü­münün refahı, açlık ve tazyikin yerine geçmeli­dir. Dünya vatantaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir”. “İnsanları mutlu kılacak biricik araç, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sev­direrek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Cihan barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması, başarıya ulaşmasiyle olacaktır”!

Görülüyor ki, büyük Atatürk, Birleşmiş Mil­letler yasasından, Evrensel İnsan Hakları beyan­namesinden, Avrupa Birliği düşüncesinden sene­lerce önce “Dünya Vatandaşlığı”ndan, insanların gerçek mutluluğunu sağlayacak “Yüksek İdeal Yolcularından söz etmiştir. Her halde o korkunç İkinci Dünya Savaşından önce kendisi gibi bir kaç “Yüksek ideal Yolcuları” bulunsa idi, ya da kendisi yaşasaydı, belki de o korkunç savaş olmayacaktı.

Yine görülüyor ki, Atatürk Roosevelt, Churc- hill ve Trumann’dan çok önce Birleşmiş Milletler, insan hakları ve dünya vatandaşlığı düşüncelerini taşımış ve Avrupa Birliği düşüncesinin babaları sayılan Churchill, Adenauer ve Schumann’dan daha önce bütün bunları düşünmüş ve dile getir­miştir. O halde Atatürk’ü bu çağın insanlık ülkü­sünün babası saymak gerekir!

Atatürk’ün öngörüşü ise şaşılacak kadar kuv­vetli ve ileri görüşlüdür. Doğruyu, ileriyi seziş gücü hiç mi hiç yanılmamıştır. İkinci Dünya Savaşının çıkmasından 4 yıl önceki sözleri bu ileri görüşlülüğünü ne kadar açık kanıtlamıştır! Atatürk 1935’de şöyle diyor (2): “Bence dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın’ mukadderatı, Almanya’nın alacağı vaziyete bağlıdır. Fevkalâde bir dinamizme malik olan 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kam­çılayacak siyasi bir cereyana kendini kaptırdı mi, er geç Versay muahedesinin tasfiyesine tevessül edecektir”.

Aynı yıl başka bir konuşmasında “Avrupa devlet adamları başlıca ihtilâf mevzuları olan mühim siyasi meseleleri her türlü milli egoizma- lardan uzak ve yalnız umumun nef’ine (yararına) olarak son bir gayret ve tam bir hüsnü niyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamaya­caktır. Zira Avrupa meseleleri Ingiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır”. “Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa ve ne de Almanya’dır. Sadece bolşevizmdir”.

Yine 1935’de Mussolini hakkındakl sözleri de çok ilginçtir (2): “İtalya Mussolini’nin idaresi altında büyük bir kalkınmaya ve inkişafa mazhar olmuştur. Eğer Mussolini, müstakbel bir harpte İtalya’nın zâhiri heybet ve azametini harp hari­cinde kalmak suretiyle lâyiki veçhile istismar edebilirse, sulh masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat korkarım ki, İtalya’nın bugün­kü şefi, Sezar rolünü oynamak hevesinden kendi­sini kurtaramayacak ve İtalya’nın askeri bir kuvvet yaratmaktan henüz uzak olduğunu derhal gösterecektir”. Atatürk’ün bu doğru görüşünün sonucunu, ikinci Dünya Savaşında bütün açıklı- ğiyle gördük!

Yine anlatırlar ki, ötümüncren o<r y<‘ Atatürk Polonya Büyükelçisiyle görüşürken elçi­ye şu öğüdü verir: “Almanya ile anlaşmaya bakınız. Aksi halde Almanya ile Rusya arasında ezilirsiniz”. Sonucu yaşadık ve gördük.

Atatürk yalnız kendi milleti tarafından değil, bütün yabancı milletler tarafından da sevilmiş ve sayılmıştır. Gözlerini hayata kapadığı zaman yalnız yaşlısı, genci ve çocuğu ile tüm Türk milleti defell, bütün dün^a arkasından ağlamıştır. Burada yabancı gazetelerden bir kaç örnek vermek isterim:

Bir Macar gazetesi şöyle diyor: Atatürk öldü, insanlık fakir düştü!

Bulgaristan’dan: Bu müstesna ve büyük adamın ölümünden sonra dünya artık enteresan değildir.

 

 

 

G

ününü tam anımsamıyorum, on yıldan fazla geçmiş olacak. Türk Tarih Kurumu’nun Konferans Salonunda Atatürk Ensdtüsü’nün açılışı dolayısıyla değerli bilgin, tarihçi ve yazarlardan bir grup konuşuyordu.

Sıra rahmetli Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ya geldi. Titrek sesiyle,

“Arkadaşlar, dedi, bir gün Atatürk Faiih Rıfkı Atay ile beni çağırdı. Elinde Halk Partisi Tüzüğü’nün yeni hazırlanmış bir şekli vardı. Çocuklar, dedi, o bize böyle hitap ederdi, alın bunu şöyle güzelce bir okuyun, sonra da çekinmeden bana fikir­lerinizi söyleyin i”

Tüzük taslağını iyice okuduktan sonra Falih ile beraber karşısına çıktık.

E, çocuklar, dedi, nasıl buldunuz?

Paşam, çok güzel bulduk, yalnız bir eksiği var, bir rengi, öğretisi (akidesi, ideolojisi) yok, dedik.

İşte o zaman Atatürk olduğu yerde şöyle bir doğruldu ve sert bir sesle,

“Çocuklar, dedi, bu memleketin şimdiye kadar başına ne katlar beli gelmişse, hepsi doğmalardan gelmiştir. Bırakın bu böyle uygulansın, bizden sonra gelecekler daha iyi birşey bulurlarsa bizimkisini değiştirirler”.

Yakup Kadri sözünü şöyle bitirdi:

“Aman arkadaşlar sakın Atatürk’ü de bir doğma yapmayalımi Bu, onun en çok nefret ettiği birşeydi”.

Nüvlt OSMAY

 

 

 

Rusya’dan: O’nun ölümü bütün dünya içinde derinliği ölçülemez bir kayıptır.

Almanya’dan: Atatürk özgürlük hissini taşı­yan bütün milletler için ölmez bir semboldür.

Romanya’dan: Milletimiz-en büyük Türk’ün karşısında kederli bir saygı ile eğilmektedir.

Yugoslavya’dan: Tarih silinmez harflerle bu en büyük adamın ismini hakkedecektir.

İran’dan: Atatürk insanlığın en büyük evlâ­dıdır!

Suriye’den: Atatürk’ün ölümü bütün şark milletleri için en büyük kayıptır, öksüzdük, babasız kaldık!

İngiltere’den: Atatürk adı kadar çağdaş hiç bir isim büyük bir saygı telkin etmemiştir.

Yunanistan’dan : Atatürk’ün Türkiye’de yaptı­ğını hiç bir kimse hiç bir tarafta yapamadı.

İsviçre’den: ¿\tatürk bir medeniyet kaynağı

idi.

Çin’den: Atatürk bütün Asya Kıt’asının atasıdır!

Atatürk, Etnografya Müzesindeki geçici kab­rine gömüldüğü zaman bir çok büyük ve küçük devletlerin —İnönü’nün deyişiyle— “Şövalye Askerleri” O büyük ve ölmez ölüye” Selâm dur­muşlardı !

Atatürk bazı yabancıların sandığı gibi dikta­tör değildi, hatta O, diktatörlerden nefret ederdi. Yabancıların O’nu böyle sanması, belki Ata­türk’ün her dediğinin, her emrinin Türk milleti tarafından göz kırpmadan yapılmış olmasından­dır. Zira Türk milleti O’nun her istediğirrn kendi yararına olduğu bilincinde idi.

 

Kaldı ki Atatürk yaptıklarını korkutmak ile değil, sevilmek, zorla kabul ettirmek değil, inan­dırmakla yapmış ve yaptırmıştır.

Yakışıklı, güzel giyinmesini seven, iyi dans eden Atatürk, herkese, Türk’e ve yabancıya kendisini sevdirmiş ve saydırmıştır. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal Bulgaristan’da ateşemiliterdir. Sofya’da bir kıyafet balosu tertiplenmiştir. Ata­türk İstanbul’dan getirttiği bir yeniçeri elbisesi giyip o kıyafet balosuna gittiği zaman herkes kendisine hayran olmuş ve balodaki kadınlar O’nunla dans etmek için yarışa girmişlerdir.

Buraya başka bir örnek vererek yazıya son vermek isterim (3): Ünlü Alman film yıldızı VO man Papa tUmiyVe üne kavuşmuştu) Lilli Pa\rrveT, esV.\ \ng\Vn Kta\\ \m\. tduaıd ve ey \Ve <\osv\vıV. BW\nd\&v rvYm tduard ‘mfe’cia

Kta\ o\mu^ ve Kta\Ufcv surasmda bAaöam Sımsonfe birlikte İstanbul’a gelerek Atatürk ı\e götümmüş \ıe dost olmuştu. Fakat Kral, Amerika’lı Madam Simson adındaki dul bir kadınla evlenmek iste-

diği için 8 aylık Krallıktan sonra tahttan çekilmiş ve Windsor Dükü ünvanı ile hemen bütün ömrünü dış memleketlerde gezi ile geçirmişti. Eski Kral eşi ile birlikte bir yaz gezisinde İtalya’da Portofino yazlığında Lilli Palmer ve kocası Rex’i ziyaret ettikleri sırada sohbet arasında —ki bu sohbette Creta Carbo ve yanında birisi de bulu­nuyordu— Palmer Eduard’ın eşine: “Düşes, buradakiler dışında, şimdiye kadar tanıdığınız erkekler arasında, en çekici ve en büyüleyici erkek sizce kimdi” sorusuna, uzunca bir zaman düşündükten sonra, kocasının meraklı bakışları arasında, birden ve kesinlikle Düşes’in verdiği yanıt şu olmuştu: Kemal Atatürk!

“Excvycv “Faik \3stüxv, VäiÄ. A.x.atü.xV, S. \1. Izmir,

\3 . M.at\>aas\.

^ ^■nveT . Ai-tatüTVltetv üü^ünce\er,

S. Y2.&. TxirVÄ^e ‘BaxvV.asi ¥w\i\t\ix Xa^vn\aT\.

(3) Lilli Palmer, 1974. Dicke LAWi – Gwt.es YAxvd, S. 305. Droemer Knaur Verlag, Darmstadt.

 

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*