Genel

GÖRMEDİĞİMİZ ŞEYLER DE BİZİ ÖLDÜREBİLİR

GÖRMEDİĞİMİZ ŞEYLER DE BİZİ ÖLDÜREBİLİR

Rainer PAUL

Mikro dalgalar iyice dondurulmuş besin maddelerinin buzunu çözer, sebzeleri pişirir ve telefon konuşmalarını iletebilir. Fakat onların aynı zamanda insan vücuduna ağır zararları da dokunabilir.

aha pek yaşlı sayılmayan Arthur M.’in sağlığı kendisinden çok yaşlı ihtiyarların- kine dönmüştü. İngiltere’de Sussex eyaletinde oturan 56 yaşındaki Elektronik Mühendisinin bir gün içinde saçları beyazlaşmış, morali bozulmuş, gözleri çevresini renksiz ve bulanık görmeye, birkaç hafta içinde de hiç birşey görmemeye baş­lamıştı. Arthur tamamiyle kör olmuştu. Doktorla­rın tanısı: her iki gözde de merceklerin bulan­ması, katarakt.

Washington’daki Dışişleri Bakanlığı, Mosko­va’daki Amerikan Büyükelçiliği memurlarını ve ailelerini Amerika’ya döner dönmez esaslı bir tıbbî muayeneye tâbi tuttu. Muayene raporları feci gerçekleri meydana çıkarıyordu: Doktorlar; diplomatlar ve ailelerinde şimdiye kadar rastlan­mayan Kromozon bozuklukları saptadılar, her üç kişiden birinde Akyuvar’ların sayısı müthiş suret­te artmıştı. Bu ve 16 lösemi (kan kanseri) olgusu­nun teşhis edilmesi üzerine Amerikan Dışişleri Bakanlığı Moskova Büyükelçiliğini resmen “sağ­lığı bozucu hizmet yeri” olarak ilân etti.

Rusya’da bir uzman işçi grubunun normal olarak belirli sürelerde yapılan sağlık muayenele­rinde bunların çoğunun kesin olarak kalp hastalı­ğına aday oldukları ve muayene edilenlerin yüzde 70’inin kanlarında da yüksek derecede şeker bulunduğu saptandı.

Kanser, katarakt, bozuk kromozonlar ve kan­daki değişikliklerin, bilim adamlarının korktukları gibi, ortak bir nedeni olmalıydı. Sussex’te gözleri kör olan mühendis, “25 numaraU hastalıktan” dolayı malûlen emekli olan 11 kişiden biriydi, 25 numaralı hastalığa gelince, bu elektromanye­
tik ışınların sebep olduğu bir hastalıktı. Rus işçi­leri yıllardan beri Radar dalgaları karşısında çalı­şıyorlardı. Amerikalılar ise bulundukları 9 katlı binanın Rusların gizli haber alma örgütü tarafın­dan devamlı olarak mikro dalgalar altında tutul­duğu zamanlarda orada çalışıyorlardı.

Aslında amaçları hâlâ karanlıkta kalan elekt­romanyetik bombardımanın bulunuşu dünya çapında bir etkiye sebep oldu. Amerikan Dışişleri Bakanlığı Moskova’daki Büyükelçiliğinin pence­releri önüne metal pancurlar koydurdu, bunlar kısa dalgalı ışınları içeriye geçemeyeceklerdi.

Moskova’daki mikrodalga olayından sonra bilim adamları mikrodalgaları çok daha esaslı bir surette incelemeye başladılar. Bu tür elektroman­yetik ışınlar (ki onlar ışık ışınlarından daha uzun, ve alışık olduğumuz radyo dalgalarından daha kısadır) 1930’ların sonuna doğru ilk kez pratik olarak kullanılmaya başlanmıştı – Radar dalgaları olarak. Bundan sonra mikrodalgalar o kadar çoğaldı ki, eleştiriciler bir elektronik hava kirlen­mesinden söz etmeye başladılar (Nevvsvveek).

Mikrodalgaları iyice (derin) buz tutmuş besin maddelerinin buzlarını bir iki dakika içinde eriti­yorlardı. Onların sayesinde telefon konuşmaları bir yerden başka bir yere kolayca iletilebiliyor, Mars krateri ile Jüpiter ayları ölçülebiliyordu. Gece gündüz mikrodalgaları ufku, yabancı bir kıtalar arası roketin geçip geçmediğini anlamak amaciyle tararlar. Onlar hava trafiğini kontrol ederler, eti pişirirler, ince patates kesiklerini (chips) kuruturlar, hava meydanlarında da onlar­dan yolcu kontrolünde faydalanılır.

İnsan vücudunun 10 santimetre kadar deri­nine girebilen ışık hızındaki bu dalgaların tehlikeli etkileri de vardır. Kuvvetle atan mikro­dalgalarıyla bilim adamları kurbağaların kalple­rini durdurabildiler. Hayvanların kafalarına yö­neltildiği takdirde bu dalgalar deney hayvanları­nın beyinlerindeki o ince ayarlı metabolizmala­rını etkilediler. Gönderici Radar tesislerinin yanındaki kuşlar bir mikrodalga ocağındaki gibi iyice pişip kızardılar. Bu tehlikeli bulguların insan organizmasına ne kadar etki yapabileceği daha tam anlamiyle bilinmemektedir. Amerika Cumhurbaşkanlığı uzak haberleşme ve komüni­kasyon bürosundan Janet Healer hemşehrilerini teskin etmek için “Biz tehlikeli ışınlarla sarılmış bir denizin ortasında değiliz”, demiştir. Fakat bu şekilde insanları teskine çalışan sözlerin arka­sında daima bir kuşku duyulur.

“Birçok insanlar ise hâlâ görmedikleri şeyle­rin onlar için bir tehlike olabileceğine inanamaz­lar”, diyor, Amerikalı gazeteci Paul Brodeur, “Ben son on yıl içinde görmediğimiz birçok şeylerin bizi öldürebileceğini öğrendim”. Brodeur

Amerikan ordusunda uzun zaman gizli haberleş­me servisinde çalışmış ve son günlerde kısa dalgalı tehlike üzerine bir kitap da yazmıştır, “The Zapping of Amerika = (aşağı yukarı) Amerika’nın öldürülmesi”.

Bu yapıtında Brodeur, Amerikan silâhlı kuv­vetlerini, elektronik ve haberleşme endüstrisinin başındakileri, mikrodalgalarının muazzam teh­like potansiyellerini ve sonuçlarını, bunları çok iyi bilmelerine rağmen, kamu oyundan sakla­makla suçlamaktadır.

Gerçekten bu heryerde bulunan dalgalarla bazı hastalıkların meydana çıkması arasında birçok acayip paraleller görülmüştür. Baltimo- re’daki John Hopkins Üniversitesinden Profesör Abraham Lilienfeld örneğin, babaları Radar tesis­lerinde çalışan ailelerde oldukça sık mongoloid çocukların doğmuş olduğu saptanmıştır.

Finlandiya’da Karelien ilinde İkinci Dünya Savaşından sonra kanser ve kalp enfarktüs vaka­ları birden bire artmıştır, tahmin edilen nedeni ise şudur: Ladoga Gölünün karşı kıyısında Ruslar muazzam bir Radar erkenuyarı tesisi kurmuşlar­dır. Rus bilim adamları zayıf mikrodalgaların bile başağrısına, sinirlenmelere sebep olduğunu, iştahayı ve bellek gücünü azalttığını saptamışlar­dır. Santimetre kareye on milivvattlık bir güç, Federal Almanya ve ABD’de kapalı mikrodalga devrelerinin veya terapi aygıtların dışarıya saça­bilecekleri azamî güç olarak kabul edilmiştir ve fazlasına müsaade edilmemektedir, oysa Rus­ya’da ve Doğu blok ülkelerinde bu 1000 kat daha fazladır.

Polonya’da yapılan bir incelemeye göre yalnız yarım milivvattlık bir yüklemede organiz- min, bakterilere karşı seferber edilebilme yete­neği zayıflamaktadır.

Amerikan Silâhlı Kuvvetlerinin mikrodalga tehlikesini ne dereceye kadar gizli tuttukları şim­dilik bilinmemektedir. Bu hayret edilecek bir şey de değildir. Zira Amerikan ordusunun bir gizli ajanı geçenlerde korkunç bir haber ortaya attı. Askerî uzmanlar bunun üzerine bir insanın kalbini durdurabilecek bir radyo frekansının araş­tırılmasını istediler.

Brodeur kitabında “biz elektronik bir Demok- les Kılıcının altında yaşıyoruz” diye yazıyordu. Gerçek olan şey bu silâhın gittikçe keskinliğini arttıracağıdır. Son yıllarda mikrodalga yayan aygıt ve tesislerin sayıları da, örneğin radyo ve radar tesisleri ve bağlantıları, artmıştır. Ameri­ka’da Massachusetts eyaletindeki Cape Cod’da bu işten endişelenen halk şimdiden yeni bir süper mikrodalga anteninin yapımını protesto ettiler. “Pave Paws” adını taşıyan dev bir beton siperi andıran bir erken uyarma tesisi Kuzey ve Güney Atlantikte düşman denizaltı roketlerini araya­caktır.

Bu sırada Amerikalılar kendilerini dünyanın

1   numaralı enerji tüketicisi olmaktan çıkarıp ebediyen petrole bağımlı olmaktan kurtaracak olan uzaydan enerji sağlama projesinin bütün faydalarını bir tarafa bırakarak bu girişimin suya düşmesi olasılıklarını düşünmek zorundadırlar. Bu bilindiği gibi muazzam bir uydu-güneş gücü enerji santrali projesidir ve güneşin enerjisini yakalayarak bir mikrodalga demeti aracılığı ile dünyaya gönderecekti.

STERN’den


 

 

  • Roger Beacon (1210 – 1293) bütün yazılarında insanlığa bazen kapalı bazen açık şöyle haykırmıştı:

‘‘Doğmalarla yönetilmeye tahammül etmeyiniz. Dünya’ya bakınız”.

  1. C. WELLS
  • Bir İngiltere seyahatımda edebiyatçı bir Ingiliz dostum beni kulübünde yemeğe davet etmişti. Burası yalnız edebiyatçıların, yazarların, gazetecilerin ve yayımcıların devam ettikleri bir kulüptü. Dostumla beraber bardan lokanta kısmına geçerken birçok deri koltukların arasında eski bir koltuk gözüme ilişti, 19. yüzyıla ait olduğu sezili­yordu. Kimsenin oturmaması için olacak kadife bir kordonla sarıl­mıştı. Tuhafıma gitmişti, dostuma sordum: gülerek, “Diskens’in”, dedi.

Büyük İngiliz yazarı Charles Diskens 6 Haziran 1870’de ölmüştü.

Peter BAMM Eines Menschenzeit’tan

Yarının Enerjisk

FUSION

Elizabeth MORRISON

Communication Magazine’in Teknik Yazarı


 

 

B

ir tenis topunun içine pompa ile hidrojen doldurursanız, sıcaklık yaklaşık olarak 55 milyon °C’ya kadar çıkar ve siz bu sıcaklığı düşmeden bir saniye kadar tutabilirseniz, bir evi bütün kış süresince ısıtacak veya onu bütün yaz süresince soğutacak kadar enerji üretme olanağı kazanmış olursunuz.

Siz böylece güneşin yaptığı şekilde enerji yaratmış olursunuz – nükleer fusion sayesinde.

Fakat sizin yeni bir paket tenis topu satın almadan ve ateşinizi stok etmeden, bilmek iste­yeceğiniz bazı şeyler olduğunu anımsamak zorundasınız.

İlkönce aslında böyle bir iş için bir tenis topu kullanamazsınız, paslanmaz çelikten daha büyük bir kaba gereksinmeniz olacaktır, öte yandan hidrojenin çok düşük bir yoğunlukta bulunmasını sağlamak zorundasınız, bu bizim deniz düzeyin- dekinin yaklaşık yüzbinde biri olacaktır. Bundan başka onu 55 milyon °C’ye ısıtmak (ki bu güneş sıcaklığının 5 katıdır) da pek kolay olmayacaktı. En sonunda bütün güçlüklerin en büyüğü de şu olacaktı: Siz bir kere hidrojenin kaba değmeme­sini sağlayamazsanız, bunun için hidrojenin kaba değmeden hapsedilmesi gereklidir.

Bu oldukça karmaşık bilimsel bir problem olmaya başlamıyor mu? Princeton Üniversitesi Plasma Fiziği Laboratuvarındaki fizikçiler de bunun böyle olduğunu kabul edeceklerdir Ger­çekten bu onların üzerinde 25 yıldan beri uğraş­tıkları bir problemdir ve bunun tamamiyle çözül­mesi bir o kadar daha sürecektir. Bu New Jersey Laboratuvarı dünyanın en ileride fusion araştırma merkezlerinden biridir. Birleşik Amerika’daki bütün fusion araştırma tesisleri gibi Princeton laboratuvarı da Hükümet tarafından yapılmıştı ve devamlı finanse edilmektedir.

Birleşik Amerika’da yalnız 1977 malî yılı için, Federal Hükümet fusion araştırması için 408 milyon dolar ayırmıştır. Bu kadar büyük bir para­nın ayrılmasının nedeni nedir? Çünkü bunun ile elde edilebilecek başarı muazzam bir şey olabi­lirdi. Eğer dünyada nükleer fusion’u sınırlamayı başarabilirsek, o zaman dünyanın gelecek milyon

Arka kapaktaki renkli resimlere bakinizi

yıllardaki enerji gereksinmelerini karşılayabilecek temiz, güvenilebilir ve çevre sorunları olmayan bir enerji kaynağı elimize geçmiş olacaktır.

Dünyanın çoğunluğunun alışmış olduğu yakıt üretiminin azaldığı bir anda ve üretilmesi düşü­nülen yeni enerji üretme yöntemlerinin arasında fusion özellikle en umut verici görünen gelecek yakıt kaynağıdır. Amerikan Enerji Araştırma ve Geliştirme Yönetimi (ERDA) en fazla umut verici uzun vadeli iki enerji kaynağından biri olarak onu görmektedir. İkincisi ise güneş enerjisidir ki bundan Bilim ve Teknik’in Ağustos 1978 sayısın­da söz edilmiştir.

En parlak umudumuz olmasına rağmen kont­rollü nükleer fusion daha bir gerçek olmaktan çok uzaktır ve hiç kimse onun ne zaman bir gerçek olabileceğini, hatta birgün tamamiyle bir gerçek olup olamayacağını şimdiden bilemez.

Bugünkü amacımız 1990’ların sonunda hiç olmazsa gösteri olarak fusion reaktörlerini işlet­meye açmaktır, diyor Authony De Meo, Prince- ton Plasma Fizik Laboratuvarlarının sözcüsü, ve ekliyor “ve bundan sonra biz iş hayatına girecek ilk fusion enerji fabrikalarını (istasyonlarını) 21. yüzyılın başında görmeyi umuyoruz”.

Bu takvim, devamlı ve gittikçe artan hükü­met fonlarının, fusion araştırmasına akan konten­janlarıyla sıkı sıkıya bağımlıdır. Bu aynı zamanda olmamasını dilediğimiz birkaç arızayı da içine almaktadır.

“Amaçlar üç varsayıma göre tahmin edilmiş­tir”. De Meo açıklamaktadır: “Birincisi, bizim b’limsel feasibility (olabilirlilik) göstermemiz demektir, yani bir reaktör için gerekli olacak koşullar altında, nükleer fusion üretme ve kontrol etme niteliği sağlanmak zorundadır.

İkinci olarak, biz mühendislik yeteneklerimi­zin, teknik bakımdan tam işleyebilecek bir fusion reaktörünün kuramsal ve pratik tasarımı (design) ve konstrüksiyonunu yapmaya yeterli olduğunu kabul etmek zorundayız.

Ve sonunda bilimsel ve mühendislik güçlük­ler yenildiği takdirde bile, biz ekonomik olabilir­

 

lik’i karşılayabilmek zorundayız. Doğal olarak elimizde işletmesini inceleyebileceğimiz bir pro­totip bulunmadığı sürece bir fusion reaktörünün tam anlamıyle ayrıntılı ekonomik durumunu bile­meyiz”.

Geriye kalan daha birçok güçlüklere rağmen, fusion araştırması ilk 25 yılında oldukça yol almıştır.

Araştırmacıların, fusion’un adî hidrojenle olanaklı olduğunu bulmalarına rağmen, dünyada enerji üretmek için iki tür hidrojen daha pratik olacaktır: Deuterium ve tritium.

Deuterium her türlü su da vardır. Okyanus suyunun her litresi 1/40 gram deuterium içerir, ve bu yakıttan bir yüksük dolusu 285 litre benzi­nin üreteceğine eşit bir fusion enerjisi üretebile­cektir.

Dünyanın Deuterium stokları ise 10 milyon X milyon tondan daha fazla olarak tahmin edil­mektedir. Tritium doğal olarak dünyada bulun­madığına göre, lithium’dan kolayca üretilebilir, bu yerin kabuğunda ve okyanusların suyunda bol miktarda vardır.

Bir fusion reaksiyonunda, iki atom çekirdeği şiddetle çarpışır ve eriyerek birleşirler (fusion). Fusion reaksiyonları son derece yüksek sıcaklık­lara gereksinme gösterirler, çünkü eriyebilmeleri için çekirdekler muazzam bir hızla çarpışmak zorundadırlar. Bütün çekirdekler pozitif elektrik­sel yükler taşırlar ve onlar birbirini reddederler. İşte bu doğal uzaklaşmayı yenebilmek için olağanüstü yüksek hızlarla hareket etmek zorun­dadırlar, ve ne kadar sıcak olurlarsa, o kadar hızlı hareket ederler.

Fakat bir yakıtı 55 milyon derece gibi yüksek bir sıcaklıkta ısıtabilmek ve sonra bu sıcaklığı ek bir fusion enerji üretebilecek kadar uzun zaman ayakta tutabilmek için ne yapmalıdır?

işte burada birbirinden ayrı iki düşünce okulu vardır ve bunlar bugünün fusion araştırmalarında uygulanan esas yaklaşımlardır. Princeton Labora- tuvarında ve dünyanın çoğu fusion araştırma merkezlerinde bilim adamları “magnetic confi- nenment = manyetik tutsaklık” yöntemiyle deneylerini yapmaktadırlar. “Laser – pellet” adı verilen seçenek ise, o da ABD’de ve dış ülkelerde geniş ölçüde uygulanır. (Pellet, ufak top, hap) anlamında.

Princeton bilim adamları çok yüksek sıcak­lıkta gazlarla çalışmaktadırlar. Onlar gazı bir vakum odasında tutsaklayabileceklerini, reaksi­yon derecesine kadar ısıtacaklarını ve bu sıcaklığı hiç olmazsa bir saniye sürdürebileceklerini ummaktadırlar.

Princeton Üniversitesinin “Tokamak”ı Bu deneme reaktöründe şimdilik dünyanın en yüksek sıcaklığı elde edilmektedir.

55 milyon derece gibi yüksek bir sıcaklıkta, bir gazın içindeki tanecikler saniyede ortalama 1100 kilometrelik bir hızla hareket ederler. Herhangi bir şekilde kısılmadıkları takdirde bütün bu tanecikler bir saniyenin çok ufak bir parça­sında vakum odasının duvarlarına çarparlar.

Bu bir sorun meydana getirir, çünkü bir tanecik duvara çarptığı her zaman, enerjisinden bir miktar yitirir (yani hızı azalır), ve gaz da soğur. Bundan dolayı gazın kabın duvarlarına değmesine müsaade edildiği takdirde istenilen ultra yüksek sıcaklığı korumaya olanak kalmaz.

Öyleyse sorun gazı ona değmeden tutsakla- mak olacaktır. Hiç olmazsa kuramsal olarak problemin bir çözümü vardır: manyetik tutsak­larla. Manyetik alanlardan faydalanarak, gazı kabın duvarlarından uzak tutmak olanaklı olma­lıdır, zira elektriksel yüklü parçalar bir manyetik alan tarafından frön len i lebi lir.

Normal koşullar altında bir gaz manyetik bakımdan nötr, yansızdır. Bununla beraber Ultra yüksek sıcaklıklarda gaz ionize olur. Elektronlar ve çekirdekler birbirlerinden ayrılır ve bireysel yüklü parçacıklar halini alırlar. Bu ionizasyon 8400 °C’un üstündeki sıcaklıklarda başlar. Sıcak ionize bir gaza bir “plazma” adı verilir.

Bir plazmayı manyetik olarak tutsaklayabil- mek için ek bir koşul da yoğunluğunun çok düşük tutulması zorunluğudur, yeryüzünde deniz düze­yindeki havanın yoğunluğunun yaklaşık yüzbin- de biri kadar. Eğer o daha yoğun olursa plazma kararlılığını yitirebilir. Manyetik tutsaklama üze­rinde çalışan Fusion araştırmacılarının şu anda kafalarındaki en önemli soru şudur: Manyetik alanların kuvveti, bir plazmayı fusion için gereken sıcaklıkta etkili bir surette tutsaklamaya yetecek midir?

Şu anda plasmayı yeter derecede tutsakla- mayı başarabilecek manyetik alanları üreten birçok model vardır ve bunların arasında maliyeti en yüksek olanı “Tokamak” adı verilmektedir. Tokamak düşüncesi ilk olarak 1950’lerde Rus bilim adamları tarafından geliştirilmiştir. 1969 danberi Princeton laboratuvarında yapılan de­neylerin çoğunda tokamak tipi deneysel model­lerden faydalanılmaktadır.

Tokamak tipi bir aygıtta fusion plazması paslanmaz çelikten halka şeklinde bir kabın için­dedir. Kabın çevresini saran muazzam manyetik
bobinler çok ki’\-.cuı bir manyetik alan meydana getirirler ve plazmanın içinden geçen bir elektrik akımı ikinci bir alan oluşturur ki bu birincisine dikey, ve yaklaşık olarak onun onda biri kadar kuvvetlidir. Bu ikisinin bileşkesi olarak meydana gelen manyetik alan ise yılankavi ya da helis, sarmal şeklindedir. Princeton bilim adamları geçenlerde dünyanın en büyük tokamak’ı ile çalışmaya başladılar, buna Princeton LargeTorus (PLT) adını verdiler.

Bu tasarımı yapılıp yapımı bittikten 3,5 yıl sonra Aralık 1975’te işletmeye sokuldu, maliyeti 14 milyon dolar tuttu. Her standarda göre ağır ve som olmasına rağmen, 150 ton PLT gelecek için planlanan reaktör prototiplerinki kadar ağır ve büyük değildir.

ABD’de tam ölçüde bir reaktör için halen Princeton’da ilk tokamak planlanmaktadır. Toka- mak Fusion Test Reaktörü (TFTR) aygıtı deute- rium – tritium fusion’unun bilimsel olabilirliğini tokamak sisteminde deneyeceklerdir. Araştırma­cılar yanan plazmanın fiziğini ve tokamak reak­törlerinin mühendislik niteliliklerini incelemek için TFTR’i kullanacaklardır.

TFTR işletmesi 1981 için takvimlenmiştir, tasarım ve yapımının maliyetinin 228 milyon doları bulacağı tahmin olunmaktadır, bu eskiden yapılan bir tek Princeton deneyinin 10 katından fazladır. Çünkü projeye alınan bütün fusion reaktörlerin durumunu stimüle edecektir, bu tokamak sistemdeki bir fusio’nun bilimsel ve mühendislik olabilirliğini saptamak sürecinde çok önemli bir adım olacaktır. Başarı elde edil­diği takdirde daha mükemmel deneysel fusion reaktörlerinin yapımına giden yolu açarak, başarısızlığı karşısında ise, fusio’nun gelişmesi ve kontrolün manyetik tutsaklamak şeklindeki yak­laşımı ortadan silecek kadar kuvvetli bir patlama etkisi yapacaktır.

Princeton bilim adamları TFTR’in öteki seçe­neği, Laser-pellet yöntemini oluşturan projeler­den gelecek oldukça sert bir rekabetle karşıla­mayı da ummaktadırlar.

Laser-pellet araştırmacıları bir plasmadan faydalanacak yerde dondurulmuş deuterium – tritium karışımından mini mini haplar, ya da granüller yapmak ve bunları bir reaksiyon odasına fırlatarak çok kuvvetli bir laser ışını ile saniyenin bin milyonda biri bir sürede 55 milyon °C’ye ısıtmayı düşünmektedirler. Haplar patla­maya başlayınca, fusion reaksiyonları oluşmaya başlayacak ve patlamanın enerjisini 100 katına çıkaracaktır. Bütün bu olay bir saniyenin ufak bir parçasında meydana gelecek ve devamlı olarak yinelenecektir.

Laser-pellet sistemini inceleyen Amerikan Araştırma Merkezlerinden biri California Üniver­sitesi Lawrence Liwermore Laboratuvarıdır. “Li- wermore Laboratuvarından alınan bilgiye göre, burada üzerinde çalışılan takvim manyetik tutuk­lama sisteminin zaman planına uymaktadır. Her iki yaklaşmadan faydalanan bilim adamları 1980’lerde sistemlerinin olabilirliği hakkında mantıkî bir cevap verebileceklerini sanmakta­dırlar. Reaktör prototipleri bu hesabı izleyecektir ve bundan sonra işletmenin ekonomik verimliliği ölçülebilecektir, bu da gelecek yüzyılın başlarına kadar sürebilir”. Haberleşme uzmanı Jeffer Garberson bu bilgilere şunları da eklemektedir: Laser-pellet araştırıcılarının da gelecek on yıllar­da çözmeleri gereken sorunları vardır:

“Bizim ilk amacımız bilimsel ilkeleri pratiğe dönüştürmektir, yani küçücük bir haptan mey­dana gelen bir hedef yapmak, onu etkince yakmak ve geliştirdiği enerjiyi yakalamaktır. Aynı zamanda yeter derecede kuvvetli olan ve o derecede hızlı ateş eden bir laserl yapmanın teknik güçlüklerini yenmek zorundayız. Şu anda böyle laser’ler piyasada yoktur. Bundan dolayı biz laser fusio’nun mümkün olabilmesi için laser teknolojisinde çok ilerlere bakmak zorundayız.

Sonunda, manyetik fusion’da olduğu gibi, ekonomik durum daha tamamiyle bilinmemekte­dir. Bizim bu hususta hiç bir bilgimiz yoktur ve aslına bakılırsa, biz bilimsel ve teknik olurabilir- liği hesap etmedikçe ki bu da böyle bir sistemin işletilmesinden önce yapılamaz, bu karanlığı da aydınlatamayız.

Şu anda kimse söz ettiğimiz iki yaklaşmadan hangisinin (Laser-pellet ya da manteyik tutsakla- mak) gelecek on yıllarda yapılması planlanan testleri başarıyla atlatabileceğini bilemez.

Şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgilerden her iki sistemin de birgün fusion enerjisi üretiminde kullanılabileceğini varsayabiliriz.

Deuterium rezervlerimiz milyonlarca yıl yeti­şir, lithium’a gelince birkaç bin yıl. Bilim adam­ları fusion reaktörlerinin ikinci kuşağının yakıt olarak yalnız deuterium kullanacaklarını ve böy- lece lithium azalmaya başlamadan lithium’un ortadan kalkacağını ummaktadırlar. Deuterium ve lithium’a bugün bütün uluslar sahiptirler

Fusion enerji istasyonlarının göreli güvenliği de bir üstünlük olacaktır. Bir fusion reaktöründe de radyoaktif materialler söz konusudur, tritium radyoaktiftir, fakat etkili yakıt bir yerden sızsa bile sağlık için yapacağı göreli zarar düşük ola­caktır, bir nükleer fusion reaktöründekinin bir milyonda biri kadar.

Aynı zamanda, tepki odasında daima çok küçük bir miktar, yarım gramdan daha az, yakıt bulunacağından, kaçak bir tepki ya da eriyip dışarı akma tehlikesi söz konusu değildir. Sızan plazma derhal soğuyacak ve böylece tepkiyi de durduracaktır. Nükleer fusion reaktörlerinde hiç olmazsa kuramsal olarak kaçak bir tepki ve eriyip dışarı akma olanaklıdır.

Bundan başka birnükleer reaktörün kalıntı ürünleri tekrar devreye sokulmak suretiyle oto­matik silâhları yapmakta kullanılabilir. Fusion reaksiyonunda kullanılan ve üretilen radyoaktif materiyaller silâh yapım derecesinde değildir. Bunlar hiç bir şekilde atomik silâhların yapımın­da kullanılamaz Çünkü onlar her fusion reaksi­yonunda nötronlar tarafından bombardıman edilir. Kap duvarları tepkilenirler ve bunların her 5 – 10 yılda bir değiştirilme olasılığı meydana çıkar ve kullanılan material gömülür. Kalıntı ürünlerinin çok kısa radyoaktif yarı ömürleri —yaklaşık 30 yıl— hatta onların tekrar devreye sokulmasını olanaklı kılar.

Fusion’da kimyasal yanma söz konusu değil­dir, bu yüzden fusion enerji istasyonları yanma­dan çıkan gazlarla çevre atmosferini kirletmez­ler. Fusion reaktörlerinin ürettiği bir ısısal boşalt­ma vardır, fakat bu yan ürün binaların ısıtılması ve soğutulması için mükemmelen kullanılabilir.

Nükleer fusion’un enerji ufkundaki en parlak umutlarımızdan biri olacağı görünmektedir. Fa­kat bu bir ılgım (serap) da olabilir. Daha atlatıl­ması gereken birçok bilimsel ve mühendislik engelleri vardır ve ticarî fusion enerjisinin bir gerçek olabilmesi için daha maliyet konusu ve enerji verimliliği ile ilgili sorunlar hakkında da bir karara varılması gerekir. Fusion’un, elimizdeki bütün kanıtlara göre temiz, güvenilir ve çevre bakımından çekici görünmesine rağmen, gerçek çalışan prototiplerin yapılmasından ve değerlen­mesinden önce tam bir karara varmaya olanak olmayacaktır

Herhalde, yüzyılımız bitmeden önce Prince- ton Üniversitesi bilim adamları ve bütün dünya­daki arkadaşları, nükleer fusion’un, geleceğin enerjisinde ne gibi bir rol oynayacağı hakkında kesin bir söz söyleyecek durumda olacaklardır.

COMMUNICA TION MAGAZINE’den

B

undan önceki çeşitli yazımlarımda, “Canlı” ile “Cansız” adını verdiğimiz “Varlıklar” arasındaki ilişkilerden söz ederken, bilginlerin, genellikle, bu iki varlığı, iki ayrı yapı olarak ele alarak değerlendirmede bulunduklarına, değin­miştim. Bilim ve Teknik’in Haziran 1978 tarihli 127. sayısında “Biyolojik Varoluş” başlıklı yazı­mızda, Biyoloji Bilginleri’nin, “Canlı” varlıkları, “Cansız” varlıklardan ayıran özellikleri, belli başlı 12 noktada topladıklarını da belirtmiştim. Bugün ise, Biyoloji Bilginlerinin, yalnızca “Canlı Varlık­lara Özgü” olarak tanımladıkları bu 12 özelliğin, “Madde” içinde de olup olmadığını, kısaca, “Madde’nin de Bir Yaşamı Olup Olmadığı”nı, araştırmaya çalışacağız.

Hatırlayacağınız gibi, Biyoloji Bilginleri, bu

12  özelliği, şöylece sıralamışlardı:

Hareket Etme, Beslenme, Sindirme, Taşıma, Soluma, Birleştirme, Hazmetme, Büyüme, Bo­şaltma, Oluşturma, Duyarlılık ve Üreme.

Eğer, bu 12 özellik, “Madde” içerisinde de bulunuyor ise, o zaman, “Madde”nin de “Canlı­lığı” söz konusu olacak ve değer yargılarımızın, ona göre, yeniden düzenlenmesi gerekecektir.

Nitekim, ünlü Fransız Fizikçisi ve Nobel Ödülü’nü çok genç yaşta (33 yaşında) kazanmış olan Louis de Broglie, “Madde ve Işık” adlı kita­bının Önsöz’ünde şunları yazmaktadır:

“.. Madde’nin, sonsuz küçük yapısı’na indik­çe, günlük deneylerimiz süresince, zekâ’mız tarafından yaratılan tasarılarımızın (özellikle uzam ve zaman hakkındaki tasarılarımızın), içine girmeye çalıştığımız bu küçük evren’i tanımlama- yabilmekte, ne kadar beceriksiz kaldıklarının farkına varırız. Bu tasarılarımızın, “Atom-Altı” eşellere uygulanabilmesi için, yavaş yavaş silin­meleri gerekmektedir. Çünkü, “Elementer Var­lıklar”, uzam ve zaman içinde, sanki, kendileri için yapılmış bir elbise içinde gibi yüzerler. Kar­şılıklı etki prosesinde, kişilikler zayıflar. Buna, eski fizikçiler için son derecede saygı duyulan “Determinism” (Belirlilik, Kesinlilik) bile, boyun eğmeye zorunludur. Ve., bilimin kitabı, hiç bir zaman sonuna ermediğinden, birçok başka sürp­rizler, bizi beklemektedir. Örnek olarak, en küçük bir böcekten, bin milyar kez daha da küçük olmasına rağmen, yine de, kendine özgü bir evren olan “Atom Çekirdeği”nin içerisinde, ne kadar büyük gizlilikler olduğunu, bugün kim bilebiliyor?..” (1).

Küçücük Atom Çekirdeği içerisinde büyük bir gizlilik bulunduğu, yaşadığımız yüzyıl’ın en ünlü bilginlerinden ve Nobel Ödülü kazanmış olan Louis de Broglie tarafından, böylesine açıklıkla dile getirilince, konumuzun önemi, biraz daha yüzeye çıkıyor. “Madde İçerisinde Canlılık Duru­mu Olup Olmayacağını Araştırma İsteği”, daha da artıyor.

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, Biyoloji Bilginleri, “Madde”yi, “Cansız” olarak saydıkları ve “Canlılık” durumunun “Madde”de söz konusu olamayacağına inandıkları için, 12 özellik üzerinde, özenle durmaktadırlar.

Biyoloji bilginlerinin, “Canlı” varlıkların, belli başlı bu 12 özellikleri ile “Cansız” varlıklardan ayrıcalıkları olduğunu ileri sürmelerine karşı, çağımız Atom-Fiziği bilginleri ve Çekirdek-Fiziği bilginleri, aynı görüşü paylaşmamaktadırlar. Onlara göre, “Cansız” varlıklarda da bu 12 özellik bulunmaktadır. Şöyle ki:

  1. Hareket Etme:

Cansız varlıklar da hareket etmektedirler. “Uydu”ların “Gezegen” çevresinde: “Gezegen- ler”in, “Güneş”leri çevresinde; “Güneş Sistemle- ri”nin, “Daha Büyük Sistemler” çevresinde; “Bü­yük Sistemler”in “Galaksi İçi” çevrede; “Calaksi- ler”in, “Calaktik Kümeler” çevresinde .. dönme­leri, bir hareketde^il midir? Bu Büyük Evren yanı sıra, en Küçük Evren (Atom Evreni) içinde Elekt- ron’lar, Positronlar, “Atom Çekirdeği” çevresinde dönmüyorlar mı? Aynı biçimde Proton ve Nöt­ronlar da “Çekirdekçik” çevresinde dönmekte değiller mi? O halde, “Cansız” varlıklarda da “Hareket Etme” özelliği vardır.

  1. Beslenme:

Cansız varlıklar da beslenmektedirler. Nebu- la’lar, çevrelerinde dönüp dolanan gaz ve top partiküllerini yutup beslenerek büyümektedir. Aynı şekilde, Atom-Evreninde de atomlar, birbir­lerinden ve çevreden elektron ve diğer enerji quantları’nı çekip alarak beslenmektedir.

  1. Sindirme:

Aynı Nebula’lar çekip yuttukları gaz ve toz biçimindeki partikülleri, kendi içerilerindeki par- tiküller arasında sindirmekte ve böylece büyü­yüp, yıldız biçiminde oluşmaktadır. Buna benzer bir durum, yine Atom-Evreninde de sürüp git­mektedir. Moleküler yapılarını kurarken, bazı Atomların elektron vermesi, bazılarının ise elektron alması, bunun bir başka güzel örneğini vermektedir. Kimya biliminde “Metal” olarak adlandırdığımız elemanlar, elektron fazlalarını vererek “Pozitif iyonları” meydana getirmekte­dir. “Nonmetal” olarak adlandırdıklarımız ise, kendilerinde noksan bulunan elektronları, çevre­den çekip alarak, sindirim işlemlerini tamamla­maktadırlar.

  1. Taşıma:

Canlı varlıklarda, “Hücre”ler için gerekli olan maddelerin alınması ve gereksiz olanlarının dışarıya atılması işlemi olan bu taşıma, “Cansız” varlıklarda, “Enerji’nin Durmaksızın Taşınması” biçiminde cereyan etmektedir.

  1. Soluma:

Canlı varlıklarda alınan yiyeceklerin içeride yakılması için gerekli olan bu durum, “Cansız” varlıklarda, “Enerji’nin, Durmadan Çeşitli Durum­lara Dönüşümü” olarak cereyan etmektedir. Kaldı ki, “Canlı” varlıkların, yaşamlarını sürdür­meleri için gerekli olan, “Soluma”; bir başka deyişle “Oksijen ve Karbon Alış-Verişi İle Enerji Meydana Getirme İşlemi” bile, yine “Cansız” adı verilen bu “Maddesel Dünya Yüzeyindeki Atomik Alış-Verişlerle” cereyan etmektedir. Çok daha açık bir deyişle, bu konu bile, Cansız Varlıklar ile Canlı Varlıklar arasındaki “Sibernetik Alış-Veriş, Denge Kurma ve Oluşum”u göstermektedir. Ken­disi, Sibernetik bilgini olmadığı ve Astro-Fizik bilgini olduğu halde, Spencer Jones’in kitabından buraya aynen alacağımız satırlar, bize yeteri kadar fikir verebilecektir.

“.. Eksilen oksijen’i, durmadan tamamlayan ve kayıpları yerine koyan, başka bir proses’in, durmadan işlemekte olduğu anlaşılmaktadır. Bu işi, Yeryüzündeki bitkiler yapmaktadır. Yeşil bitkiler, hava’dan karbon dioksit alırlar ve Güneş ışığının enerjisinden yararlanarak onu ayrıştırır­lar. Prosesin olmasını sağlayan “Enerji Katali­zörü” de bitki hücrelerinde bulunan ve klorofil adını taşıyan yeşil maddedir. Ayrışma sonucunda meydana gelen “Karbon”, canlı bitkilerde bulu­nan kompleks organik maddelerin yapısına girer; “Oksijen” de yan ürün olarak atmosfere döner. Şu halde biz, atmosferdeki “Oksijen Eksilmesi”ni, Yeryüzündeki bitkiler yardımı ile “Karbon Diok­sit” harcıyarak tamamlayıp duruyoruz. Fakat, tersine işlem de yürüyüp gitmektedir. Bitkilerin ve başka organik maddelerin çürümesi ile oksijen harcanmakta, karbon dioksit yayınlanmaktadır. Bu karbon dioksit, tekrar, yeni bitki hücreleri yapımı için kullanılmaya hazırdır, işlem, bir daire biçiminde dönüp duruyor..” (2).

Spencer lones’in bu satırlarını “Sibernetik Açı”dan değerlendirirsek şöyle diyeceğiz:

“Yeryüzündeki “Oksijen” ve “Karbn Dioksit” “Alış-Verişi ve Denge Durumu”, cansız olarak bildiğimiz Dünyamızın, “Kendine Özgü Şuur Yapısı” ile ayarlanmaktadır. Üzerinde yetişip yaşayan “Canlı”ların “Soluma işlemi”ni, böyle- sine ayarlayan “Cansız” varlığın, kendisi için gerekli olan “Berji Alış-Verişini, Aynı Biçimde Ayarlayabileceğinden Kuşku Duyulmamalıdır”. Nitekim, madde içinde süre gelen enerji alış­verişi, bir “Soluma” değil midir?

  1. Birleştirme:

Canlı varlıklarda, basit maddelerin sentez edilerek karmaşık öz’lerin meydana getirilmesi diye bilinen bu durum, cansız varlıkların meyda­na getirdiği “Moleküler Yapı”lar yanında, pek fazla ilginç kalmamaktadır. Çünkü, cansız adı verdiğimiz Atom’lar, “Moleküler Yapı”ları mey­dana getirdikleri halde öz benliklerinden hiçbir şey kaybetmemektedirler. Bu konuda da Zeno Bucher’in kitabından alacağımız bir kaç satır, bize oldukça ışık tutacaktır.

“.. Atomlar, molekülde potansiyel bir durum­da kalmaktadır. Kısaca, Atomlar, doğa tarafından istenilen koşullar altında, eski durumlarına döne­bilmek yeteneğine sahiptirler. Maddesel yönden bunun derin sebebi, hiç kuşku yok ki, “Atom Çekirdeği’nin Bozulmadan Kalması”dır. Çünkü “Atom Çekirdeği”, atomun ana organizasyon merkezi olarak görünmektedir. Atomun, molekül içindeki “Kaybolma Durumu”ndan, durmaksızın “Kendi Öz Benliğine Dönme isteği”, bu ana merkezden gelmektedir. Gerçi, “Molekül” için­deki “Atom”, sanki öz benliğini kaybetmiş gibi­dir. Atoma kesin olarak birşeyler olmuştur. Molekül, yalnız bir “Atom Grubu” değil, belki “Atomun Üstünde Bir Yapı Birimi” olmuştur..” (3)

  1. *         Hazmetme:

Canlı varlıklarda, sindirilen maddelerin, o canlı varlığın büyüyüp gelişebilmesi için, canlı yapılar haline dönüştürülebilmesi diye bilinen bu durum, cansız varlıklarda, çok daha ilginç “Enerji Alış-Verişi Olayı” ile kendisini göstermektedir. Bu “Enerji Alış-Verişi” yolu ile, “Atom Evreni” kendi yaşantısını sürdürebilmektedir. Bundan daha da ilginç olanı, “Cansız” adı verilen madde parçacığının etkisi ile, “Canlı” varlıkların, “Mü- tasyona” (Soy Değişimine) uğramaları durumu­dur. Bu durumu da, bir başka fizik bilgini Jean Thibaud’un kitabından izleyebiliriz.

“.. Dr. Thomas, bitkilerde olduğu gibi, böceklerde de, hiçbir kuşkuya yer vermeksizin, gözlenen ve “Mütasyon” adı ile tanınmış olan “Ansızın Meydana Gelen Değişme”leri, kendili­ğinden olmuş bir şey diye kabul etmemektedir. Ona göre, bunların kökenini “Ortam”da aramak gerekmektedir. Son zamanlarda, kısa dalga boylu ışınımlarla olduğu gibi, “Hızlı Elektronlarda da belirli “Mütasyonlar” sağlanabildiği görülmüştür. X ışınları gibi “Girici lşınlar”ın, bölünme sırasında bulunan “Hücre”ler üzerindeki etkisinin, “Yeni Soy’lar Meydana Cetirebileceği”nden kuşku du­yulamaz. O halde, Kozmik Işınım’a ait elektrik yüklü korpüsküller’in ve Kozmik Işınımla birlikte gelen “İkinci Derece lşımalar”ın da, “Canlı Hücre Çekirdeği” üzerindeki etkisinin, buna benzeyebi­leceği düşünülebilir. Eğer, bir “Gen” üzerine, bu “Kozmik Korpiskül”lerden biri çarparsa o “Gen”, “Mütasyon”a neden olan “Yapı Değişikliği”ne uğrar. Kozmik Işıma’nın ve özellikle Kozmik Demetler’in, şiddeti, yükseklikle çabukça arttı­ğından, yüksek dağlık bölgelerle, alçak ovalar arasında, bitey bakımından, soyların zenginliğini karşılaştırmak yararlı olur. Dr. Thomas’a göre, yüksek bölgelere ait biteylerin aynı bir soy’un değişik çeşitleri olmaları bakımından çok zengin olmaları gerekir ki, yapılan gözlemler de, bu teoriyi desteklemektedir..” (4).

Cansız adını verdiğimiz “Madde”nin, bu özelliğini de gördükten sonra, yalnızca canlı varlıklara özgü diye bildirilen diğer özelliklere gelelim:

  1. Büyüme:

Canlı varlıklarda, birleştirme, hazmetme sonunda, sayıları ve hacimleri artan “Hücre”lerin “Çoğalımı” diye bilinen bu durum, acaba, “Cansız” diye bilinen varlıklarda da yok mudur? Yukarıda, Nebula’ların, çevrelerindeki gaz ve toz biçimindeki partikülleri yutarak oluştuğuna ve böylece döne, döne “Yıldız” biçimini aldığına değinmiştik. Şu örnek bile, “Cansız” adını verdi­ğimiz madde’nin, “CanlTlarda olduğu gibi, sayı­ları ve hacimleri artan partiküller ile büyüdüğü­nü, yeteri kadar göstermektedir. Bu konuda da, bir Astro-Fizik bilgini olan Prof. Dr. Ceorge Gamovv’un kitabından okuyacağımız bir kaç satırın, büyük yararı olacaktır. Dr. Gamovv, şöyle yazmakta:

“.. Bu, “Toz – Gaz Karışımı” (Uzay’ın her

1 milyon metre küp hacmi içinde 1 miligram Gaz ve bir kaç mikrogram Toz halinde) hâlâ da yıldız- lararası alanda bulunmaktadır. Bu nedenlerle, buna “Yıldızlararası Emilme — Absorption —

Hattı” ve “Uzaktaki Yıldızların Kırmızılaşması” denilmektedir. Yıldızlararası Uzay’daki bu mad­de, bazan, düzensiz bir biçimde “Dev Bulutlar” halinde toplanmaktadır. Böyle bulutlar, yanların­da bulunan yıldızların, kendilerini aydınlatıp aydınlatmamalarına göre, “Işık Saçıcı Nebula” ya da “Karanlık Nebula” olarak bilinmektedir. Eğer, bu durum, böyle, düzensiz bir biçimde sürüp gitse idi, Evren, bugün, sıfıra varmış ısısı ile, son derece hafiflemiş bir “Gaz – Toz” karışımından başka hiçbir şeyi kapsamayacaktı…” (5).

Prof. Dr. Ceorge Gamovv’un çok güzel belirt­tiği gibi, oysa, bugün Evren’de, Galaksiler, Yıldız Kümeleri, Yıldız Sistemleri, Gezegenler ve Uydu­lar oluşmuştur ve çevrelerindeki Gaz ve Toz biçimindeki partikülleri yutarak da büyümekte­dirler.

Aynı durum, Atom Evreni’nde de süre gel­mektedir. Yine yukarıda değindiğimiz gibi, bazı Atomlar, çevrelerindeki elektronları koparıp çalarak büyümektedirler.

O   halde, “Büyüme” durumu da, yalnızca “Canlı” varlıklara özgü bir şey değildir.

  1. Boşaltma:

Canlı adını verdiğimiz varlıklarda, “Metabo­lizma ürünlerinin dışarıya atılması” olarak bilinen bu durum, “Madde Evreni”nde de durmaksızın süre gelmektedir. En basit örnek olarak, “Güneş” imizi ele alalım. Güneş’te “Atomik Reaksiyon­ların durmaksızın devam etmesi sonucu, bazı elementler, ışık, ısı ve çeşitli radyasyonlar halinde dışarı atılmaktadır. Bu durum, bir anlam­da, Güneş’teki “Hidrojen Yakıtı”nın, Güneş tarafından yenilip yutulmasından sonra, “Güneş’e Özgü Metabolizma Ürünlerinin Dışarı Atılması”, demek değil midir? Aynı biçimde Uranyum’un iki izotopu olan (l/38! ve (U235) izotopları, içerlerin­de bulunan enerjiyi yakarken (kendilerine özgü metabolizma ürünlerini dışarıya atmakta); iki kurşun izotopu olan (Pb206) ve (Pb207) ya dönüş­mektedirler. Bu “Boşaltma”, öylesine süre git­mektedir ki, sonuçta, elle tutulur madde, elimiz­den ve gözümüzden kaçıp gidivermektedir. Burada, ünlü bilgin James Jeans’in, şu sözlerini, aynen almamız, bize, biraz daha ışık tutabile­cektir:

“.. Bilim, Doğa’yı daha yakından kavradıkça, en küçük ölçekteki olaylar etüt edilince, Madde ve Radyasyon’un, kendilerini, aynı biçimde Dalgalar’a dönüştürdükleri anlaşılıyor. Eşyanın fondemantal yapısını anlamak istersek, bakışları­mızı, bu en küçük ölçekteki olaylara çevirmemiz gerekmektedir. Madde’nin son yapısı olarak, bunlarda gizli olup bulduğumuz şey ise, “Dalga­lardan başka bir şey değildir. O halde, bir “Dalgalar Evreni”nde ve “Dalgadan Başka Bir Şey

Olmadan Bir Evren”de yaşamakta olduğumuzdan kuşku duymaya başlıyoruz .” (6).

Bu sözlerden de anlaşılıyor ki, Madde Evre- ni’nde süre gelen “Boşaltma İşlemi” de, yine dalgacıklar biçiminde sürüp gitmektedir.

  1. Oluşturma:

Canlı varlıklarda, organizmal yapının yardımı ile öz maddeler oluşturma, diye bilinen bu durum, “Madde Evreni”nde, durmaksızın ve çok daha büyük ölçüde devam etmektedir. Bazı elementler, dıştan gelen etki ile, bazı elementler ise, kendiliklerinden, “Başka Elementlere (ya da başka biçimdeki öz maddelere) dönüşmektedir. Bu oluşturma, öylesine hızlı ve öylesine gizli işlemlerle süre gelmektedir ki, organizmal yapı­daki oluşturma, onun yanında, adeta, çok kaba kalmaktadır. Pierre Rousseau’nun da çok güzel belirttiği gibi:

“.. Belirli düşünce biçimimiz ile, “Sonsuz Küçük Evren”in derinliğini kavramak hayal’dir. Eğer, elektronları, bilgimizin, uzam ve zamanla çerçevelenmiş, dar hudutları içinde tutuklamaya kalkarsak, onlar, bu hücrenin, duvarlarını yıkıp, bizimle alay edeceklerdir Öyle bir noktaya varmış bulunuyoruz ki, “Gerçek”, bir duman biçiminde kayboluyor; “Madde”, parmaklarımı­zın arasından kayıyor; “Dilimizin Anlatım Biçimi” ise, olayların yapısını kavramamıza hiç de elve­rişli olmayan, kaba bir aygıt biçimini alıyor .” (7).

  1. Duyarlılık:

Organizmal varlıklarda, çevredeki değişiklik­lere göre uyumda bulunma ve denge kurma, diye bilinen duruma gelince:

Fizyoloji biliminde “Homeostasis” diye bili­nen bu “Denge Kurma Yeteneği”, cansız adını verdiğimiz “Madde” de öylesine ilginç durumlar göstermektedir ki, bu durumlara şaşmamak ola­naksızdır. Güneş ile çevresindeki Gezegenler; Gezegenler ile çevresindeki Uydu’lar, elektro- magnetik etkilerden yararlanarak birbirlerine karşı denge durumu kurdukları gibi, aynı durum “Atom Evreni”nde de söz konusudur. Atom Çekirdeğindeki Nötron ve Protonlar ile Elektron ve Positronlar arasındaki elektro-magnetik etki­lerle süre gelen denge durumu kurulmamış olsa idi, bugün “Madde” diye tanıdığımız bir varlık türü olamaz ve dağılıp giderdi.

  1. Üreme:

Canlı varlıklarda, bir varlığın kendi türünden varlıklar meydana getirmesi, diye bilinen bu durum, cansız madde’de, çok daha ilginç bir biçimde oluşmaktadır. Aynı elementler’de aynı elektron, Proton, Nötron, Nötrino .. v.b. sayılar üzerine kurulu bir aile yapısı olduğu halde, bir­birlerinden elektron çalarak yeni yapılar kuran aile yapıları da vardır. Çekirdeklerde patlamalar sonunda ise, yepyeni elementler (yepyeni aile türleri) oluşmaktadır. Bundan çok daha ilginç olan durum ise: cansız olarak tanımladığımız, şu “Yerküresi” üzerinde, cansız adını verdiğimiz “Maddenin Dönüşümleri Sonunda Canlı Varlık­ların ve İnsan’ın Ortaya Çıkmış Olması”dır!..

Burada, yine Zeno Bucher’in kitabından bir kaç satıra göz atmamız yerinde olacaktır:

“.. Cansız Evren’in de bir “İç Evreni” olduğu­nu ve bunun, belki de “Organik Olayların Ağırlık Merkezi Olduğu” hakkındaki bilgi, yavaş, yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Fakat, bu “İç Evren”i manivelâya da burgularla fethedebilmek olanağı yoktur. Bu “iç Evren”i, sonuç olarak, dış tarafta asılı kalan modeller ve formalistik teorilerle de açmak olanağı yoktur. Bu “İç Evrene İnebilmek” için, yepyeni düşünsel derinlik gerekmektedir. Bu “Derinleşme” ise, “Maddesel Olaylara Saygı” göstererek, onu kökünden kavrayabilmektir .” (8)

Şu kısa incelememiz sonunda, “Madde”nin, “Cansız” olarak tanımlanmasının, pek doğru olamayacağı kanısına varabiliyoruz. Görüldüğü gibi, “Madde”nin içinde, büyük bir “Canlılık” vardır. Ve, bu “Canlılığı”, bugün, bizim kullana- geldiğimiz en duyarlı aygıtlar bile, yeteri kadar ölçüp değerlendirememektedir. Madde’nin, o “sessiz ve hareketsiz gibi duran” yapısına ba­karak,

—   Ne olursa olsun, Madde’nin Aklı ya da Şuur Yapısı Yoktur ya!..

diyebilirsiniz. Ancak, Sibernetik Bilginlerinin ortaya koydukları “Yapay Akıllı Elektronik Maki­neler” karşısında, bu görüş ve kanıların bile, bir hayli tartışılabileceği anlaşılmaktadır.

(1)   BROGLIE Louis de. Madde ve Işık, Çeviren Nusret Kürkçüoğlu. İstanbul 1953, Sa: V – VI.

(2)  JONES Spencer. Life on Other Worlds, (Başka Dünyalarda Hayat), Çeviren: A. Yakalıoğlu, İstanbul 1963, Sa: 67 – 68.

(3)   BUCHER Zeno. Die Innenwelt Der Atome, (Atomların İç Âlemi), Çeviren: A. Refik Bekman, İstanbul 1953, Sa: 67.

(4)   THIBAUD Jean. Atomların Hayatı ve Transmu- tasyonları, Çeviren: Besim Tanyel, İstanbul 1946, Sa: 163 – 164.

(5)   GAMOW George. The Creation of the Universe, (Kâinatın Yaradılışı), Çeviren: Toygar Akman, Ankara 1961, Sa: 73.

(6)  JEANS Sir James. Mysterious Universe, (Esrarlı Kâinat), Çeviren: S. Murat Uzdilek, Milli Eğitim Bakanlığı Yayım, Ankara 1947, Sa: 34.

(7)   ROUSSEAU Pierre. Atomlar ve Yıldızlar, Çevi­ren: Talât Erben, İstanbul 1946, Sa: 82 • 83.

(8)   BUCHER Zeno, Die Innenwelt Der Atome, (Atomların İç Âlemi), Çeviren: A. Refik Bekman, İstanbul 1953, Sa: 137.

1958 – 78 döneminin başlangıcında, yıidızsal evrimin bu aşaması kısmen anlaşılmış bulunmak­taydı. Yıldızların içinde yer alan maddelerin yüksek sıcaklıktaki özelliklerine ilişkin yeni fizik­sel bulgulara ve geniş ölçekte yardımcı bilgisayar hesaplarına dayanarak yapılan araştırmalar so­nunda şimdi çok daha ayrıntılı bir görünüm elde edilmiştir.

Kütlesi güneşinkine eşit olan bir yıldızın evri­mini gözönüne alalım. Asal-dizi dönemi sona erince, yıldız bir bütün halinde genişleyecektir. Bununla birlikte, merkez kısmı büzülecek ve bu bölgede sıcaklık asal-dizi dönemindekinden daha yüksek değerlere erişecektir. Bunun bir sonucu olarak, asal-dizi döneminde ve helyum çekirde­ğinin dışında oluşan ve hâlâ büyük ölçüde hidro­jen barındıran tabakalarda sıcaklık, hidrojenin helyuma dönüşme hızını hissedilir bir düzeye çıkaracak ölçüde artacaktır. Bu, helyum çekir­değinin hemen dışındaki hidrojen bakımından zengin olan tabakalarda da bir nükleer enerji üretiminin başlayacağı anlamına gelir. Bu taba­kadaki hidrojenin büyük bir kısmı, asal-dizi döneminde çekirdek bölgesinde olduğu gibi, yanmış olacaktır. Bununla birlikte iç yapı mer­kezden uzak olan ve içinde hidrojen bulunan bölgelerde de, yeter düzeyde sıcaklıklar elde edilecek şekilde değişecektir. Böylece enerji üreten tabakalar dışarı doğru önemli ölçüde hareket edecek ve sonunda helyum çekirdeği büyüyecektir. İç yapı, değişmesini sürdürür, yarıçap yıldızın yaşı ile birlikte artar, iç bölgeler­de yoğunluk sıcaklık ile birlikte arttığından yıldı­zın ortalama yoğunluğunda bir azalma görülür. Bu temel değişimler, yıldızın kırmızı dev döne­mine doğru olan bir evrimini vurgulamaktadır.

Kütlesi güneşinkine eşit olan ve kırmızı dev döneminde bulunan bir yıldızın bundan sonraki yaşamında iki önemli gelişme yer alır. Biraz önce açıklandığı gibi, merkez bölgesindeki sıcaklık yıldızın yaşı ile birlikte artar ve helyum çekirde­ğinde bu sıcaklık 200 milyon dereceye erişince helyum, hissedilebilir bir hızla, karbona dönüş­meye başlar. Sözü edilen bu nükleer tepkimeler 1958’den önce anlaşılmış olup 1958 – 78 döne­minde bu konuda daha ileri araştırmalar yapıl­mıştır. İki helyum çekirdeği (yani a partikülleri) çarpışarak, atom ağırlığı 8 olan, kararsız bir çekirdek meydana getirir. Eğer sıcaklık yeteri kadar yüksek ise kararsız çekirdeklerin önemli bir kısmı, bölünmeden önce, üçüncü bir helyum çekirdeğini yakalamayı başarır. Üçlü atepkimesi olarak isimlendirilen bu işlem helyum çekirde­ğinde çok önemli bir nükleer enerji üretimine yol açar; diğer bir deyimle, bu döneme erişen bir yıldız yeni bir enerji kaynağına sahip olur. Bununla birlikte kütlesi güneşinki kadar olan bir yıldız bu koşullar altında kararsızdır zira, nükleer enerji üretimi, serbest elektronların yozlaşmış bir gaz oluşturduğu, yüksek sıcaklıktaki bir plazma­da yer alır. Böyle bir gazda basınç, pratik olarak, sıcaklıktan bağımsızdır. Bu hal ortaya çıkınca, asal dizi döneminde de gözlenen ve nükleer enerji üretimini kararlı bir düzeyde tutan, bir sıcaklık kontrol mekanizması oluşmaz. Bunun sonucu olarak nükleer enerji üretiminde çok hızlı bir artış olur ve bu artış sonunda anî helyum parlaması adı verilen bir olaya sebep olan bir ısı kaçağı ortaya çıkar. Bunların sonunda yıldızın iç yapısı hızla değişir, yıldızın yarıçapı çok ufalarak ışıma gücü azalır ve helyum çekirdeğindeki elektron gazının yozlaşması artarak yıldız hel­yum gazını, kararlı koşullar altında, karbona dönüştürür. Asal-dizi döneminde geçen bu olay­lar farklı koşullar altında tekrarlanır. Çekirdekteki helyum birikimi zamanla tamamen tükenir ve enerji üretimi çevredeki helyum tabakasına doğru hareket eder, bu arada yıldız tüm olarak kırmızı dev dönemine yönelir, yani, yıldızın bir bütün olarak, ortalama yoğunluğu azalırken merkez bölgelerinin yoğunluğu artar. Son yıllar-

 

gelişmesiyle ilişkili bir dizi güç sorunlar, ve ısı kararsızlığının geçici karakterdeki oluşumu açık- lığa kavuşturulmuştur.

Kırmızı dev döneminin son bölümünde oluşan ikinci gelişme, yıldız yüzeyinden çevre­sindeki uzaya aktarılan maddenin yolaçtığı önemli kütle kaybıdır. Olayın böyle olduğu sonucuna gözlemlere dayanılarak varılmıştır:

1) Spektroskopik araştırmalar ve yıldızı çevrele­yen kabuğun danelerine ilişkin olarak yapılan kızılötesi fotometre ölçümleri yoluyla bazı kır­mızı devlerin genişleyen madde tabakaları ile çevrili olduğu gösterilmiştir. Kütle akımının şid­detine ilişkin tahminlerle söz konusu evrimsel dönemin süresine ilişkin kuramsal hesaplar birleştirilince, yıldız kütlesinin önemli bir bölü­münün kaybolduğu ortaya çıkmış bulunmakta­dır. 2) Gezegen tipi bulutsu adı verilen önemli bir sınıf gökcisminin incelenmesi şu fikri vermekte­dir: ihmal edilemiyecek kütlede, ışık saçan ve genişleyen bir kabukla çevrili, yüzey sıcaklığı yüksek ve oldukça yoğun bir yıldızdan ibaret olan bu tipten bir cismin kökeni bir kırmızı devdir. Kırmızı dev birisi, bu devin çekirdeğini içeren yoğun bir yıldız, ötekisi yavaş yavaş (örneğin 30.000 yıl içinde) genişleyerek kendini kuşatan uzay içinde dağılıp kaybolan çevreleyici kabuktan ibaret iki parçaya ayrılmış ve böylece gezegen tipi bir bulutsu oluşmuştur. Kütlesi fazla olan yıldız daha da büzülür ve nükleer enerji kaynağının tamamen tükenmesi ile ışıma gücü çok düşük, yarıçapı son derece küçük (bir yıldız yarıçapının yüzde biri mertebesinde) ve ortalama yoğunluğu çok fazla (her santimetre kübü 106gr.) olan ve beyaz cüce denilen bir yıldız haline dönüşür. 3) Aralarında Hyades kümesi de bulunan bir kaç galaksi kümesinin, beyaz cüce­leri yani, şimdi anlatıldığı biçimde bir evrimin ürünü olan yıldızları barındırdığı bilinmektedir. Şimdi bir galaksi kümesindeki bütün yıldızların aşağı yukarı aynı yaşta oldukları varsayılabilir, ve söz konusu yaş, ışıma gücü ve kütlesi en fazla olan küme yıldızlarının gözlemlenen evrim aşamasından, oldukça kesin olarak, elde edile­bilir. Yaş bilinince evrimlerini bitirip beyaz cüce halini alan bu yıldızların ilk kütlesinin ne olduğu tahmin edilebilir. Bu kütle, belirli bir minimum­dan daha fazla olmalıdır; yoksa yıldızın beyaz cüce aşamasına ulaşması için evriminin çok yavaş sürmesi gerekirdi. İlk kütlenin; kütlesi tipik olarak güneşinkinin 0,6 katı olan (Chandrasek- çok önemli bir kütle kaybına uğrandığını göster­mektedir.

Kırmızı devlerde kütle kaybı hızının niteliksel ve kuramsal hesaplan henüz yapılmamıştır, ancak olay genel olarak anlaşılmıştır. Bu olay asal dizi yıldızlarının yüzey, çekimi ile karşılaştı­rılınca, kırmızı devlerin yüzey çekimlerinin bir hayli düşük olduğu gerçeğine bağlanabilir. Kırmı­zı devlerde dıştaki kalın konveksiyon bölgelerinin bulunması da bununla ilişkilidir.

Kütlesi güneşinki kadar olan bir yıldızın evri­mini açıkladık. Ancak, evrimsel dizilerin sayısal hesapları, ilk kütlesi güneşinkinin 0,7 ile 2 – 2,5 katı arasında değişen cisimler için de genel evrim şemasının aşağı yukarı aynı olduğunu göstermiş­tir. Kütlesi güneşinkinin 3 veya 4 katına kadar olan cisimlerin de aynı şemayı izlemeleri ve özellikle burada da son ürünün bir beyaz cüce olması tamamen mümkündür. Gerçekte biraz önce değinilen galaksi kümeleri savı da bu sonucu vermektedir, ve bazı çift yıldızların, yaklaşık aynı yaşta oldukları varsayılan öğeleri üzerinde yapılan benzer araştırmalar da bizi aynı sonuca götürmektedir. Açıklama şöyle olabilir: kırmızı dev aşamasındaki fazla kütleli yıldızların kütle kaybı o kadar büyüktür ki, bunlar başlangıç kütleleri daha küçük olan yıldızlara benzer bir evrimsel çizgi izlemek zorunda kalırlar.

Ancak kütlesi güneşinkinin 2,3 veya 4 katı olan yıldızlar incelenirken önemli bir noktaya dikkat edilmelidir. Burada asal-dizi döneminin bitiminden sonra yıldızı kırmızı dev dönemine götüren evrim çok hızlıdır. Bu evrim, kütlesi güneşinki kadar olan yıldız için yavaş yavaş gerçekleştiğinden, şimdiki yıldızlarda örneğin kümeler içinde yer alan ara-aşamasındaki yıldız­lar iyice temsil edilirken, kütlesi daha büyük olanlar için böyle bir durum geçerli değildir. Asal-dizi yıldızları ile kırmızı devler arasında belirgin bir ayırım vardır ve buna Hertzsprung ayırımı denir. Hyades kümesi yıldızlarında gözlenmiş olan ışıma güçleri ve yüzey sıcaklıkla­rının dağılımı bu noktanın göstergesidir. Burada, ışıma miktarları en fazla olan yıldızlar çok ayrı iki gruba bölünür yani, spektral tipi A asal-dizi yıl­dızları ve spektral tip K kırmızı devler.

Şimdi daha büyük kütleli yıldızların asal-dizi sonrası evrimi sorununa yöneliyoruz. Kütlesi güneşinkinin 4 – 8 katı olan yıldızları gözönüne alalım. Yukarıda açıklandığı gibi bunlar asal-dizi- den çok hızlı bir geçişle kırmızı dev dönemine ulaştıklarında daha az kütleli yıldızlardan en

belirgin farklılıkları anî helyum parlamasının olmayışıdır. Bunun nedeni yıldız çekirdeğindeki helyumun karbona dönüşümünün, elektron gazı­nın yozlaşmadığı sıcaklık ve basınçlarda olması­dır yani, hiçbir ısı kaçağı yoktur ve helyum kararlı bir şekilde yanmaktadır. Bu koşullarda helyum yavaş yavaş tükenir ve yapı, çekirdek sıcaklık ve yoğunlukların daha da yükselmesi yönünde değişir. Bir sonuca varılmıştır, yaklaşık 300 milyon derece sıcaklığında 2 x 109gr. cm3 yoğunluğunda karbon çekirdekleri birbirleriyle tepkileşince Na23, Ne20, ve Mg24gibi daha ağır çekirdekler oluşur. Karbon çekirdeklerinin bir kısmı, bir helyum çekirdeğinin yakalanması yolu ile, oksijen çekirdeklerine dönüşür, iki oksijen çekirdeğinin kaynaşması ise Si28 ve daha ağır çekirdekleri oluşturur.

Şimdi, gözönünde bulundurduğumuz karbon çekirdeklerinin birbirleriyle tepkileştikleri nokta­da ilk kütleleri güneşinkinin 4 – 8 katı arasında olan yıldızların evrimini, yaklaşık bir kesinlikle, izlemek mümkün olmuştur. Bu sonuç, yıldızın içinde oluşan kimyasal ve fiziksel değişmeleri, geniş ölçüde nümerik hesaplarla örnekleyerek sağlanmıştır. Bu sayısal süreç içerisinde nisbeten küçük, birbirini izleyen çok sayıda zaman adım­ları alınmaktadır. Nükleer fizikteki verilerin kul­lanılabilmesi burada büyük önem taşımaktadır. Bu veriler, başlıca nükleer işlemler için tepkime enkesitleri ve daha önemlisi, nötrino yayma hızlarının yıldız maddesinin yoğunluk ve sıcaklı­ğının bir fonksiyonu olarak bilinmesidir. Evrimin bu aşamasında yayılan nötrinoların enerjileri vardır ve bu enerjiye karşı gelen yıldız maddesi ile etkileşim enkesitleri, nötrinoların yayımdan sonra yıldız içinden geçerek çevredeki uzaya çıkabilmesini sağlayacak kadar küçüktür. Bu, yıldız çekirdeğindeki maddenin önemli oranda enerji kaybına ve dolayısıyla evrim için önemli sonuçlara yol açar

Kütlesi güneşinkinin 4 – 8 katı olan yıldızların karbon – karbon tepkimesi aşamasına gelindiğin­de, sıcaklık (3 X 108 derece) ile karşılaştırılınca yoğunluğu (2 x 109gr/cm3) okadar yüksektir ki elektron gazı çoktan yozlaşmıştır. Bu demektir ki bu kez anî helyum parlamasında anlatılandan çok daha şiddetli bir ısı kaçağı ve anî karbon parlaması ortaya çıkar. Burada, kuramsal hesap­lar yolu ile, tatmin edici cevaplar alınmamış bir durumla karşı karşıya olunduğunun vurgulanması gerekir. Görünüşe göre iki olasılık vardır: ya yıldız, maddenin tüm uzaya dağılması şeklinde patlıyacak, ya da yıldızın sadece dış kısmı patla­yıp kalıntı bir yıldız olarak geriye bir çekirdek kalacaktır. Her iki durumda da bir süpernova patlaması görülmeli ve ikinci durumda ise ayrıca son derece yoğun yıldız biçiminde bir kalıntı gözlenmelidir. Bu yoğun yıldızın konumu mad­denin, bunu kuşatan yıldızlararası uzaya çok şiddetli bir hız mertebesinde (103– 104 Km/Sn) fırlatılmasıyla oluşan ve zamanla genişleyen bulutsunun ortasına yakın bir yerdedir.

Bu noktada kuramsal hesapların sonuçlarının betimlenmesinden başlayarak gözlemlere döne­lim. 1958 – 78 dönemindeyapılan en ilginç buluş­lardan biri, radyoastronomlar tarafından gözlen­miş ve pulsarlar adı verilmiş olan son derece yoğun nötron yıldızlardır. Pulsarlar, yayınladık­ları ışımanın şiddeti periyodik olarak değişen noktasal radyo kaynaklan şeklinde ortaya çıkar­lar. Bazı hallerde bu periyod bir saniyeden daha kısa, diğer hallerde ise bu birkaç saniyedir: Bu periyodların büyük bir bölümü 0,2 ve 2 saniye arasındadır Periyodlar, göze çarpacak bir sabit­lik gösterirlerse de, çok sağlıklı gözlemler, çok küçük asırlık değişmelerin varlığını ortaya çıkar­mıştır, ve böylece periyodda bir sıçrama görülür. Gerçek şudur ki, periyodlar kısadır ve sabit kabul edilebilir. Radyo yayınları, yarıçapı çok küçük, hatta bir beyaz cücenin yarıçapından bile küçük olan ve dönen bir yıldızdan kaynaklanmaktadır. Ayrıntılı incelemeler pulsarların, yarıçapları 10 kilometre civarında olan, bir saniye mertebesin­de bir periyodla dönen ve yüzeylerinde güçlü bir magnetik alanı bulunan bir tür yıldız olduklarını ortaya koymuştur. Radyo yayınları, dönme ile magnetik alanın birleşmesinden oluşmaktadır.

Bazı hallerde pulsar, bir çift yıldızın öğesi olur, bu durumda pulsarın kütlesi hakkında bir fikir edinilebilir. Bu gibi hallerde kütle bazen

1  güneş kütlesi mertebesinde olup bu, tipik bir beyaz cücenin kütlesinden büyüktür. Bilinen kütle ve yarıçaptan hareket ederek pulsardaki madde yoğunluğunun yaklaşık 1014 gr./cm3 oldu­ğu bulunmuştur. Yoğunluğu çok fazla olan mad­denin özelliklerine ilişkin olarak yapılan kuram­sal hesaplar, bir pulsarın içinin büyük bir bölü­münün, nötronlardan oluşan bir madde halinde olduğunu göstermiştir. Buna göre nötron yıldızı değimi bu gibi gök cisimlerini tanımlar.

150’den daha fazla pulsar bulunmuştur. Burada yengeç bulutsusunun merkezinde gözlen­miş olan pulsardan elde edilen sonuçlar verile­cektir, zira bu sonuçlar süpernova patlaması sorusu üzerinde özellikle büyük bir öneme sahiptir.

Yengeç bulutsusu yaklaşık 2000 parsek uzak­lığında yer alan bir galaktik cisimdir ve 6 dakika­lık bir yay uzunluğuna eşit bir açısal genişliği ve birkaç parseklik bir doğrusal uzunluğu vardır. Ayrıntılı ölçmeler, bulutsu maddenin bütün doğrultularda, gayet belirgin bir merkezden uzaklaşacak şekilde, saniyede 1000 kilometrelik bir hızla yayıldığını göstermiştir. Yayılmanın sabit bir hızla başladığı varsayılırsa bulutsunun, 800 yıldan az bir süre önce bir patlama sonucu oluştuğu anlaşılır. Yeni yıldızlara ilişkin son kayıtlar, 1054 yılında yengeç bulutsusunun mer­kezine isabet eden yerde çok parlak bir nova’mn görüldüğünü bildirmektedir. Yeni yıldızın tahmin edilen parlaklığından ve uzaklığından bunun bir süpernova olduğu sonucuna varılmıştır. Olayla­rın bağlantılı olduğu açıktır. Eğer ivmenin görece küçük olduğu varsayılırsa, gözlenen genişleme hızı 1054 yılındaki başlangıca uygun düşmek­tedir.

Genişleyen yengeç bulutsusunun merkezin­de, 0,03

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir