Abdulhamit Han İstanbul Yolunda
” Memleket elden gittikten sonra hayatımın ne kıymeti var! “
Alatini Köşkü’ne getirildiği günden beri şahsî hürriyeti elinden alınan ve memleketin başına gelen felaketler kendisinden saklanan Abdülhamid Han’ı İstanbul’a dönmeye razı etmek için acı gerçekleri açıklamak zorunda kalmışlardı.
İkisi gayr-i Müslim, üç kişilik hal’ heyetinin Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın huzuruna çıkmalarının ve padişahın Selanik’e götürülmesinin üzerinden üç buçuk yıl geçmişti. Bu kısa müddet içinde cereyan eden hadiseleri bırakın yazmak ve üzerinde mütalâada bulunmak, sadece hatırlamak bile insanın zihnini allak bullak ediyordu. Öyle ki, Meşrutiyetim ilanıyla esen hürriyet meltemi(!) yerini kısa sürede fırtınaya bırakmıştı; önüne kattığını istediği yere sürükleyen, muktedir olmadıkları halde idareyi ellerinde bulunduranlara, kendi tabirleriyle “hakikaten kök söktürecek” olan bir fırtınaya.
Ecnebilerin dâhilden ve hariçten devamlı körüklediği Balkan kazanı gittikçe daha çok kaynıyordu. Arnavutluk’ta ve Havran’da patlak veren isyanlar binbir güçlükle (şimdilik) bastırılabilmiştı. Üstüne üstlük, Abdülhamid Han’ın, başını iki eli arasına alıp: “Ben otuz yıl, bin-bir sebep bularak Bulgar-Yunan ittifakına bu yolla mâni oldum. Nasıl bu hatayıirtikâb edersiniz? Eyvah!… Yanlarına Sırpları, Karadağlıları da alacaklar, üzerimize çullanacaklar… Zaten Rusya da bunu bekliyor. Derhal İstanbul ‘dakileri ikaz ediniz. Vah vah… Rumeli elden gidiyor….” diye feryat etmesine sebep olan Kiliseler Kanunu da yürürlüğe girmişti.
Tarihler 1912 sonbaharını gös- terirken Yunan ordusu Selanik ka- pılarında idi. Ve Rumeli elden gidi- yordu. Hatta, sadece iki gün daha geç kalınsaydı Abdülhamid Han, Yunanlılara esir düşecekti. Gerisini, bu tehlikenin önüne geçmek için Abdülhamid Han’ı İstanbul’a getirmek üzere Selanik’،; gönderilen Ali Fethi Okyar’ın hatıralarından nakledelim:
“Adeta bir utanç duygusu içinde idim…”
Gümrük kapısı önünde Selanik Mevki Kumandanı Muhiddin Paşa, Sultan Hamid’in muhafazasına memur Binbaşı Rasim Celâleddin Bey’le vilâyet ileri gelenleri bizi karşıladılar. Rasim Bey hemen yanıma geldi: “Gelmeyeceksiniz diye endişe ediyordum. Sizden başkasının is- tanbul’a gitmeye razı edeceğini tah- min etmiyorum. Hoş geldiniz..” dedi. Hadiseleri öğrenmekten çok, garip, izahı güç bir iç sıkıntısından kurtulmak için Rasim Bey’in konuşmasını bekledim. Bu sıkıntı, daha çok utanç hissi idi. Sultan Hamid’in muhafızı olarak, hayat ve emniyeti elime emanet edilmiş, Selânik’e getirmenin üstünden üç buçuk sene geçmişti. Bir fert hayatında şüphesiz ki kıymetli olan bu zaman, devletlerin varlığında belki kısa bir an idi amma, neler olmuş bitmişti bu üç buçuk sene içinde? Çoğundan haberi olmadığını, saklandığını biliyordum. Fakat kendisini İstanbul’a dönüşe razı etmek için elbette bunları açıklayacaktık.
Rasim Bey’den, bizden önce gelen cephe kumandanı Ali Rıza Paşa’nın nasıl reddedildiğinin hikâyesini dinledim. Paşa, beraberinde Selanik Mevki Kumandanı Muhiddin Paşa, Vali Tahsin, Erkân-ı Harb Faik Beyler, gece geç vakit gelmişler, Sultan Hamid kısa süre sonra kendilerini ikinci kat salonunda kabul etmiş, Ali Rıza Paşa’yı sükûnetle dinlemiş, bir müddet susmuş, sonra paşanın yüzüne hiç bakmadan ayağa kalkmış: “Benim buradan ölüm çıkar… Kararım kat’îdir. Memleket elden gittikten sonra hayatımın ne kıymeti var?” demiş ve salonu terk etmiş. Karşılarındakilere tek kelime söz hakkı tanımadan…
“İlk günden beri, olup bitenlerin kendisinden saklanmasına, hatta şahsi hürriyetinin sınırlanmasına karşı idim. Zaten artık saklanacak ne vardı?”
Sabık Padişahın Huzurunda
Alâtini Köşkü’ne geldiğimiz zaman öğle idi ve arzumuz, Sultan Hamid’i ikna ve hazırlanılmasım temin edebilirsek o gece İstanbul’a hareketti.
Rasim Bey, Nureddin Ağa’yı çağırttı ve gelenlerin isimlerini vererek kabul müsaadesi istedi. Sultan Hamid, her zamanki gibi giyimli ve resmî kıyafetli idi. Damatları tazimle ellerini öptüler. Hepimiz ayakta idik. Damat Meh- met Şerif Paşa elleri göbeği üzerinde bağlı, gözleri yerde, zat-ı şahanenin (yani Beşinci Sultan Mehmed Reşad’ın) selâm-ı selâmeten camını (iyilikler getiren selâmını) bildirdikten sonra, Rumeli’deki harp vaziyetinin icabı olarak, is- tanbul’a dönüşünün şart olduğu yolundaki fermanı bildirdi. Saltanat ve hilâfet makamı sahihinin buyruğunu ayakta, mutlak sükûnetle dinleyen Sultan Hamid, daha sonra, bir eliyle dayandığı koltuğuna oturdu. Gözleri adeta kapalı idi. Salonda nefes sesleri duyulacak kadar sessizlik vardı. Sonra yavaş, ancak duyulabilen sesle ismimle bana hitap etti:
“Fethi Beyefendi… Vükelâ mazbatalarını okur musunuz?”…
“Rumeli’deki askerî vekâyiin mahiyeti dolayısıyla…” cümlesiyle başlayan ve savaşın kaybedildiğini dolaylı yoldan itiraf eden acı paragrafı bir daha okuttu, bir daha okuttu ve sonra derin ve manalı bir şekilde yüzüme baktı. Kelimelerin üzerine basarak, dokunaklı bir ses tonu ile: “Ya… Demek o mübarek Rumeli elden gidiyor… Gitmiş bile…” dedi.
”Onların vebali sizinkilerden büyük… Bu kadar gaflet bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?..
“Fethi Beyefendi, siz kalınız.”
Aynı sessizlik, adeta bir ölüm sükûtu devam ediyordu. Nasıl bir mazi muhasebesi, belki devri ile kendinden sonraki zamanı kıyaslama şuuru ile, anî bir hareketle ayağa kalktı ve bakışlarını, kendisini İstanbul’a götürmekle vazifeli olanların üzerinde dolaştırdı, sesinde zerrece sunilik, yapmacık bir eda yoktu:
“Bana bir silâh veriniz, düşmanlarla dövüşerek öleyim…” dedi.
Damad Mehmet Şerif Paşa’nın hıçkırıklarını duyduk. Kalp takatsizliği olduğunu orada öğrendim. Bacanağı Arif Flikmet Paşa, koluna girerek dışarı çıkardı. Sultan Hamid, yine ayakta ve daha sakin, eliyle “ruhsat” yani mülakatın bittiği işaretini verirken bana döndü ve:
“Fethi Beyefendi… Siz kalınız.” dedi…
Çok şeyden haberi olmamasına rağmen, İstanbul’a dönmesini gerektiren ağır şardarın, telâfisi imkânsız kayıplarla sonuçlanma yolundaki bir harbin zarureti olduğunu anlamıştı:
“Selanik’i tehdit eden sadece Yunan ordusu mudur?”
İlk günden beri, olup bitenlerin kendisinden saklanmasına, hatta şahsî hürriyetinin sınırlanmasına karşı idim. Zaten artık saklanacak ne vardı? Kısa, fakat içinde olduğumuz şartların meçhul tarafimn kalmamasına dikkat ederek üç yılın özetini yaptım. Balkanlı devletlerin hep birden el elbirliği ile, aynı günde savaşa başladıkları sert hakikatini dinlerken dayanamadı:
“Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar beraber olabildiler, aralarındaki derin ihtilâfları halledebildiler ve müştereken üzerimize saldırdılar demek… Rum, yani Yunan Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasındaki ihtilâf baki kalsa idi, bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir doldurtamazdı. Zaten elden gitmiş olan Girit için Yunan’ı ötekilerin kucağına atmanın manası var mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz. Fakat Makam-ı Sadaret’i layık gördüğünüz Said ve Kâmil Paşalar senelerdir takip edilen idare-i maslahat siyasetinin zaruret olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden büyük… Bu kadar gaflet bu kadar kısa zamana nasıl sığdı?..”
Adeta kendi kendisine konuşuyor gibiydi. Halinde, “benden son- ra cihan yıkıla” kindar alâkasızlığından eser yoktu. Samimî olarak müteessir ve elemli idi.
“Demek o güzel saray da kül oldu…”
Bir müddet sustu ve mevzuu değiştirdi:
“Siz şahsen ne fikirdesiniz Fethi Beyefendi oğlum?”
“Şevket-meâp… Zat-ı şahanelerinin maâzallah düşmana esir olmaktansa, yaşamamayı tercih edeceğinizi bilecek kadar teveccühünüze mazhar oldum. İstanbul’a avdetinizde, aynı zamanda devletin haysiyet ve şerefinin de icabı vardır. Orada da huzur içinde olacağınıza kaniim. Beylerbeyi Sarayı’nda bütün tedbirler alınmıştır.”
Sultan Hamid’in Selânik’e getirilmesinin üzerinden üç buçuk yılı aşkın zaman geçtiği için halk, sabık padişahın dönüşünden haberdar olacaktı ve bu dönüşün, şehrin elden gidişinin hazin tecellisi olduğu da malûmdu.
Cevabımdan, oturması için Beylerbeyi Sarayı’nm hazırlandığını anlamıştı.
“Hayır, dedi. Ben, Çırağan Sarayı’nda kalmak isterim. Ben orada doğdum ve biraderim (yani Beşinci Sultan Murad) orada yaşadı.”
Çırağan Sarayı’nın, Mebusan Meclisi’ne tahsis edildiğini ve elektrik kontağından yandığını bilmediğini anladım. Hadiseyi anlattım, çok üzüldü:
” Demek o güzel saray da kül oldu…” dedi. Derin derin içini çekti, ayağa kalktı: “Seyahatte ve Beylerbeyi Sarayı’nda yerleşinceye kadar sizi yakınımda görmek isterim..”
Bu cümleleriyle, dönüşe razı olduğunu anladım ve hazırlıkların yapılması için müsaadesini alarak huzurdan ayrıldım. Rasim Bey’in muhafızlık dairesinde beni merakla bekleyen damat ve kumandan paşalarla vali beye, dönüş kararını bildirdiğim zaman hepsi rahat bir nefes almışlardı. Bilhassa Arif Hikmet ve daha sonra yakın dost olduğum, Çavdaroğlu Mehmet Şerif Paşa.
Sultan Hamid’in Selânik’e getirilmesinin üzerinden üç buçuk yılı aşkın zaman geçtiği için halk, sabık padişahın dönüşünden haberdar olacaktı ve bu dönüşün, şehrin elden gidişinin hazin tecellisi olduğu da malûmdu. Vali ve kumandan, ayrılışın mümkün olduğunca gizli kalmasında ısrar ediyorlardı. Bir taraftan da İstanbul hemen hemen her saat başında, ne zaman hareket edeceğimizi soruyordu. Muhiddin Paşa bir aralık bana yavaş sesle:
“Bâb-ı Âli’nin bu kadar telâş¡. Yunan Ordusu’nun şehre kısa zamanda girebilme imkânından olmasın?” acı sualini sordu. Aynı şey hatırıma gelmiş, açıklamamışım, istanbul’dan ayrılırken Nazım Paşa, Makedonya cephesinin her an sükût edebileceğini söylemişti…
Tehlike anlarında halkın hassasiyeti ayaktadır. Nitekim limana giren Alman gemisi Loreley’in istim üzerinde oluşu, tayfaların şehre çıkmasına izin verilmemesi, kolordunun Alâtini ile liman arasındaki yolu muhafaza altına aldırması, halka her şeyi ayanbeyan anlatmıştı. Akşam karanlığının çökmesine rağmen yan sokaklar, hatta bu sokaklarda ana caddeye bakan evler meraklı, biraz hüzünlü bakışlarla dolmuştu.
Hareketimiz ancak, ertesi sabahı erken saatlerinde mümkün olabilmişti, fakat Selânikliler erkenden uyanmışlardı ve yollarda idiler. Uğurlamanın duyguları arasında kendilerinin kime emanet edildiği elemli sorusunun da yer aldığına şüphe mi vardı?
Sultan Hamid’in, bu sefer üç buçuk sene içinde daha da kalabalıklaşmış aile ve maiyetinin bulunduğu dokuz arabanın en sonunda- kinde olması dikkatimi çekti… Kucağında yine, artık beş yaşının içinde olan küçük şehzadesi Mehmed Âhid Efendi vardı ”
Böylece Sultan Abdülhamid Han, 2 Kasın Cumartesi günü Beylerbeyi Sarayı’nda noktalanacak olan dönüş yolculuğuna başlamış oldu.