AIDS’E NEDEN OLAN RETROVİRÜSÜ ARTIK İYİCE TANIYORUZ

AIDS’E NEDEN OLAN RETROVİRÜSÜ ARTIK İYİCE TANIYORUZ

Belirtilerinin saptanıp, tanımlanmasından 3 yıl gibi kısa bir süre sonra, bu hastalığa neden olan faktör; yani virüsün bulunması, olayın belki de tek, ama önemli bir sevindirici yönüydü. Bu sürenin böylesine kısa olmasında, kuşkusuz bazı kan kanserlerine neden olan HTLV-I ve HTLV-II retrovirüsle- rin daha önceden bulunmuş olmasının etkisi büyüktür (Bu virüslerin bulunuşu, yapısı ve neden olduklan hastalıklara ilişkin bilgi, bir önceki sayımız olan Nisan-1987 tarihli dergimizde ayrıntılı olarak anlatılmaya çalışılmıştır). Bu iki retrovirüse yakınlığı nedeniyle HTLV-III adı verilen AIDS virüsü, diğer iki akrabası gibi, yapısında RNA ve reverse transkriptaz enziminden başkaîbirşey bulundurmaz. Genetik materyal olarak

 

 

 

 

 

 

 

 

Olgunlaşan B hücreleri

Plazma hücreleri antikor salgılar

T-4 hücrelerinin çok çeşitli ve önemli görevleri vardır. Enfeksiyon anında bu hücrelerin salgıladığı bir madde, diğer bir akyuvar grubu olan B hücrelerinin gelişerek bölünmesini sağlar. Bu arada plazma hücreleri de antikor salgılar. Yine bu sinyallerin etkisiyle oluşan T-8 hücreleri, virüsle bulaşık hücrelerini yakalar ve onlarıöldürür. Hastalığın kontrol altına alındığı ortamda ise bu kez T-4 hücreleri, B ve T-8 hücrelerinin çoğalmasını engeller, ayrıca klonlaşa- rak bellek hücrelerini oluşturur. Bütün bu işlevleri nedeniyle T-4 hücreleri bağışıklık sisteminin candama- rı kabul edilir.

Üstteki şekil dizilerinde sakin ve sağlıklı bir T-4 hücresiyle sakin fakat virüsle bulaşık bir T-4 hücresinde meydana gelen değişiklikler görülmektedir. Sakin bir T-4 hücresinde interlökin-2 (İL-2) geni ile bu maddeyi alan İL-2 rezeptör geni ve interferon geni bulunur. T-4 hücresi, bir makrofaj hücresinin (çöpçü hücreler de denir), bir enfeksiyon etmeniyle karşılaşması sonucu ortaya çıkan İL-1 +Antigen ile aktif hale gelen genlerin öngördüğü bileşiklerini sentezleyerek (2) hücre dışına salıverir. Hücre çoğalmasını sağlayan ÎL-2nin, T-4 hücrelerinin almaç proteinleri tarafından alınmasıyla klonlaşma (tomurcuklanma) başlar (4) ve bellek hücreleri oluşur (5). Bu hücrelerin herbiri, makrofaj-

lar tarafından iletilen mesajla enfeksiyon nedeniyle ortaya çıkan antigene tepki göstermeye programlanmıştır. Alttaki dizide görülen sakin ama daha önce HTL V- IIIile bulaşık T-4 hücresi (1), İL-1 + Antigenle aktifleştiğinde (2) diğer genler gibi provirüs de aktifleşir. Böylece HTL V-HVün öngördüğü tüm bileşikler sen- tezlenerek T-4 hücresini doldurur(S). Bu virüs parçacıkları hücre zarını delik deşik ederken hücrenin kendi organelleri de hücreyi terk eder. Sonuçta T-4 hücresi ölür (4). Bu arada T-4 hücresi en çok 10 kadar bellek hücresi oluşturabilmiştir ki bu sayı, enfeksiyonlara karşı savaşabilmek için son derece yetersizdir (5).

 

yalnızca RNA’ları taşıyan bu virüs, konuk olduğu hücrede RNA’daki bilgileri kullanarak DNA oluşturmakta (provirüs), sonra da bunları hücrenin kromozomlarına yerleştirerek, kendisi için gerekli tüm proteinleri konukçu hücreye ürettirmektedir.

HTLV-III, yani AIDS’e neden olan virüsün, HTLV-I ve HTLV-ll’den farklı olarak, uzun süre sessiz kalabildiğini, sonra vücut bir başka enfeksiyonla uğraşırken, onu arkadan vu- rurcasına birden bire aktifleşip büyük bir hızla virüs partikel- lerini üretmeye, daha doğrusu ürettirmeye başladığını biliyoruz. DNA parçacıkları (provirüs) için gerekli olan proteinlerle dolan konukçu hücrenin zarı bu basınca dayanamayıp delik deşik olduğunda ise, yeni virüsler hücre dışına çıkarak, kendilerini konuk edecek başka T-4 hücreleri bulmakta gecikmez. Öte yandan, kendi öz bileşikleri de etrafa saçılan T-4 hücrelerinin kitleler halinde yok olmalarıyla birlikte insan, doğuştan kazanılmışolan bağışıklık sistemini kaybetmekte ve böylece vücut her türlü mikrop, bakteri gibi hastalık etmenine karşı savunmasız kalmaktadır.

Virüsün neden özellikle T-4 hücrelerini seçtiğini, henüz kesin olarak bilmiyoruz. Bu konudaki görüşler bunda, T-4 hücresinde kimlik belirten moleküllerin bulunmasının etkili olduğunda yoğunlaşıyor. Virüsü incelediğimizde, dış zarın iki kat halinde yağ moleküllerinden oluştuğunu görüyoruz. Bilindiği gibi proteinler, bu yağ molekülleri içinde yarı gömülü olarak bulunur. İşte proteinin dış kısmı olan gp-120 ile iç kısmı olan gp-41 ‘in, bu iletişimde etkili bir rolü olduğu anlaşılıyor. Hücre zarının dışındaki virüs, gp-120 ile karşılaştığında, belki albenisini, belki de güvenlik önlemlerini aşabilecek bir şifreyi kullanarak, T-4’ün zarı ile ilişkiye geçiyor. Düşmanının farkına varmayan hücre zarı içe çökerek virüsü içe alıyor. Bugün kesin olarak bilebildiğimiz tek şey, virüsün T-4 hücrelerine bu yolla girdiği. T-4 hücrelerinin neden bu virüse ayrıcalık gösterdiği, neden onu kolayca içine aldığı, henüz büyük bir giz olarak ortada duruyor. Böylece hücre içine girip RNA’sını kullanarak ürettiği provirüsün hücre çekirdeğinde, kromozomlardan biri üzerine yerleşmesiyle genetik yapıya katılan HTLV- III, bazen yıllarca sakin kalabiliyor. İşte AIDS ile ilgili araştırmalarda ele alınan esas sorulardan birincisi bu: Böyle, sessiz sedasız varlığını sürdürürken, virüsün birden aktifleşmesini ve savunma sistemini felç edip ölümlere neden olmasını hazırlayan etmenler, koşullar neler? Bu konudaki gelişmeleri aktarabilmek için, virüsün genetik yapısına biraz değinelim.

HTLV-IH’ÜN GENETİK YAPISI

Bilindiği gibi retrovirüsler genetik materyal olarak yalnızca RNA’ları bulundurur. Akyuvar hücreleri içine giren virüs, ilk iş olarak RNA’larını tercüme edip DNA’sını oluşturmakta ve provirüs adı verilen bu DNA parçası çekirdekte, kromozomlara yerleşerek hücrenin genetik yapısına katılmaktadır.

tat

Şekilde, bir pro virüsün genetik yapısı görülmektedir. DNA *hin iki ucunda özel fonksiyonları olan LTR bölümlerinin herhangi bir enfeksiyonla uyarılması ile genler aktif leşir, hızla çoğalmaya başlar ve hücrenin ölümüne neden olur. Bölümler arasında yedi çeşit gen yer alır. Bunlardan gag, pot ve env ile gösterilen genler, virüsün proteinlerinin bilgilerini taşır. Diğer dört küçük genin görevlerinin ne olduğu ise tam olarak bilinmemektedir.

Provirüsün, virüse ilişkin tüm bilgileri içeren genlerden oluştuğu düşünülürse, bu genlerin işlevlerinin teker teker çözülmesiyle, virüsün tüm niteliklerinin öğrenilebileceği kolayca anlaşılmaktadır. Bugüne kadar sürdürülen araştırmalarda, virüsün gen yapısı büyük ölçüde açığa çıkartılabilmiş, ama bütünüyle çözülememiştir. Eldeki veriler bize, HTLV-IH’ün genetik yapısının diğer retrovirüslerin genetik yapısından ol

dukça farklı olduğunu gösteriyor.

Provirüsün üç ana genden oluştuğunu bugün artık biliyoruz. Bunlardan envadı verilen birincisi, dış zar proteinleri olan gp-41 ve gp-120’lerin bilgilerini taşıyor, gagadı verilen ikinci gen, RNA’nın bulunduğu yeri koruyan proteinlerin; polise reverse trankriptaz enziminin bilgileri ile yüklü. Bu üç gen de DNA’nın belli parçacıkları üzerinde yer alıyor. Genlerin sağında ve solunda ise LTR (long terminal) olarak adlandırılan uç kısımlar var.

Provirüs, bu üç ana gen dışında en az dört küçük gen daha taşıyor. Bu küçük genler, virüsün yapısıyla ilgili değiller, yalnızca genlerin ilişkilerini sağlamakla görevliler. Örneğin, tatküçük geni, RNA’nın ribozomda tercümesi olan, translasyon ve transkripsiyon işlemlerinde rol oynuyor, trsküçük geni ise, virüsün haber taşıyıcı m-RNA’sındaki genlerin koordinasyonunu sağlıyor.

Şimdi asıl konumuza dönelim: Bir provirüs bir süre sakin kaldıktan sonra neden aktifleşiyor? Bu konuda şimdilik en tutarlı hipotez şöyle: “Provirüsün uçları olan LTR’ler, hücreye yeni giren bir enfeksiyonun yapısındaki bazı maddelerle uyarılıyor ve provirüsün aktifleşmesini sağlıyor. Sonuçta, provirüsün öngördüğü m-RNA oluşuyor, bu m-RNA, yapısındaki küçük genlerin de etkisiyle ribozomlarda tercüme ediliyor (translasyon) ve genlerin öngördüğü virüs proteinleri sentezlenerek, konuk olduğu hücrenin içini doldurup zarlarını patlatıyor.”

Acaba bu işleyiş durdurulamaz mı? Eğer hücrelerde DNA yapımı durdurulabilirse neden olmasın? DNA yapımının durdurulabilmesi ise çok kolay. Eğer nükleotitlerin NH3’lü ana- logları hücrelere verilirse, bağlantı yerleri koptuğundan, reverse traskriptaz enzimi DNÂ’larını üretemeyecektir. Böyle- ce, oluşmayan provirüs kromozomlara giremeyecek ve yayılma da önlenmiş olacaktır.

AIDS’LİLER İÇİN İLAÇ

Bundan yirmi yıl kadar önce, kanseri durduran ilaçolarak piyasaya sürülen Azidotymidin, o zamanlar pahalılığı ve yan etkilerinin çokluğundan pek alıcı bulamamıştı, ama 1984’te, yeniden ele alınıp AIDS’e karşı denendiğinde başarılı sonuçlar elde edildi. Az önce sözünü ettiğimiz yöntemle AIDS’in yayılmasını önleyebilen bu ilaç, yine de ancak çok acil durumlarda ve “şimdilik” kullanılıyor. Gerçekten de AIDS’le birlikte vücuttaki tüm DNA yapımını durduran, normal yaşam için gerekli enzimlerin etkilerini engelleyen bir yöntemin ilerde neden olabileceği sorunların boyutlarını şimdiden görmek hiç de^zor değil. Yani, deyim yerindeyse kaş yaparken göz çıkarmamak içinçözümü daha başka yöntemlerde aramak gerekiyor.

Araştırmalar şimdi AIDS’e karşı bir “aşı” bulabilmek üzerinde yoğunlaşmış durumda. HTLV-Ill’ün hücreye girişi ya da çoğalması aşamalarından herhangi birinde etkili olabilecek bir aşının yapımını engelleyen en önemli etmen, bazların çok farklı varyasyonlarda dizilmesi olarak karşımıza dikiliyor. Yani genetik olarak kardeş olmakla birlikte, HTLV-III virüsünün baz dizilişleri tamamen aynı değil. Birkaç türün % 80’ninde 9500 kadar nükleotitin farklı olduğunu söylemek, konunun güçlüğüne ilişkin bir fikir verebilir. Dolayısıyla her grup virüs için ayrı bir aşı bulmak gerekiyor.

Amerikan Kanser Enstitüsü Başkanı Robert C.Gallo ve ekibi, çok küçük grup için etkili olabilen bir aşı geliştirmiş durumda. Ancak onların da açıkça kabul ettiği gibi, başarıdan söz etmek için henüz oldukça erken.

HTLV-IH’ÜN NEDEN OLDUĞU TEK HASTALIK AIDS DEĞİL

HTLV-III retrovirüsünün baz dizilişlerindeki farklılıklar, onu etkisiz hale getirecek bir aşının yapımını güçleştirirken, bir başka özelliği de bilim adamlarını uğraştırıyor: Bu retrovirü– sün neden olduğu tek hastalık AIDS değil. Beyinde ve si-

“Yeşil Su Kedisi olarak adlandırılan bir maymun türü olan yeşil yüzlü maymunlara daha çok A frika ‘nın orta bölgelerinde rastlanmaktadır. Bu maymunlarda karşılaşılan STL V-III virüsü, HTL V-IIVe çok benzemekle birlikte insanlara bulaşmadığı gibi maymunlarda da önemli bir hastalığa neden olmamaktadır.

 

nir sistemi üzerinde ortaya çıkan bazı hastalıkların ve bazı kanserlerin de nedeni HTLV-III virüsü.

İlk kez 1984 yılında, AlDS’li hastalar üzerinde yapılan bir çalışmada, bu virüsün beyin ve omurilik üzerinde bazı hastalıklara neden olduğu saptandı. Büyük bir olasılıkla, virüsle bulaşan hücrelerin kan-beyin barajını aşıp beyin hücrelerine ulaşmasıyla ortaya çıkan bu hastalıklar, AlDS’den oldukça farklı belirtiler gösteriyor ve hastalığı daha geniş bir alana yayıyorlar.

Bu konudaki bilgilerin oldukça yeni ve kısıtlı olması, kesin sonuçlara varılmasını büyük ölçüde engelliyor. Ancak yine de, bu virüsün çok sayıda kanser çeşidine neden olduğuna ilişkin çok önemli belirtiler var. Kaposisarkom ve bir tür akyuvar hücresi olan beta hücreleri kanseri bunun en iyi örnekleri. Bu tümörlerin savunma sisteminin zayıflaması ile olan ilişkiler ise henüz yeterince öğrenilebilmiş değil.

HTLV-III virüsünün daha başka hangi hastalıklara neden olduğu bugün için biliniyor. Ama bilinen birşey var, o da bu retrovirüsün hergün yeni bir özelliği ile bizi şaşırtmaya devam ettiği.

AIDS’İ GERÇEKTEN DE İNSANLAR MI ÜRETTİ?

1985 yılında yapılan bir çalışmada, “yeşil su kedisi” olarak adlandırılan bir maymun türünde, AIDS’e neden olan virüse çok benzeyen bir retrovirüs saptandı. Orta Afrika’da geîıiş bir alana yayılmış olan bu virüse STLV-III adı verildi (H human yerine S simian, yani maymun). Fakat bu virüs insanlara bulaşmadığı, gibi maymunlarda da önemli bir hastalığa neden olmuyordu.

Bugün en çok kabul gören varsayım, STLV-IH’ün bilmediğimiz bazı nedenlerle değişip, insan virüsü olan HTLV-Ill’e dönüştüğü biçiminde.

Dünyanın değişik bölgelerinden toplanan kan örneklerinin hiçbirinde, 70’li yıllara kadar, HTLV-III virüsüne ait anti

TARİHTEKİ SALGINLAR VE AIDS

1347 Ekim’inde Sicilya rıhtımına birkaç gemi yanaştı. Çok geçmeden mürettebatın tümü vebadan öldü. Hastalık 1348 kışında Paris’e kadar yayılmıştı. Takip eden yıl içerisinde, o zamanki Avrupa nüfusunun üçte birini oluşturan 25 milyon kişi hayatını kaybetti. Salgın çığ gibi yayılmaya devam ediyordu; öyle ki, yüzyılın sonlarına doğru Avrupa nüfusunun yüzde 70 kadarı heba olmuştu. Milyonlarca can alan bu salgın, tarihe “kara ölüm” adıyla geçti.

Haziran 1987’de A.B.D. Sağlık ve Beşeri Hizmetler kuruluşundan bir yetkili. Ofis Bovven, önümüzdeki birkaç yıl içinde AIDS’in kara ölümü gölgede bırakabileceğini belirtti. Yabana atılmamalı bu söz…

Bununla birlikte, AIDS şu ana kadarki en öldürücü hastalık değildir. Neden mi?..

Çünkü, günümüzde her yıl 900 bin kişi kızamıktan, 500 bin kişi de veremden ölüyor. Buna doğum veya sonrasındaki hastalıkların yo- laçtığı 500 bin çocuk ölümünü de katmak gerek. Dahası var! Yalnızca tropik Afrika’da 1 milyon kişi sıtmadan, Latin Amerika’da 100 bin bebek ishalden ölmektedir. Gelelim A.B.D.’ye.. Her yıl 900 bin kişinin kalp hastalıklarından, 500 bin kişinin kanserden hayatını kaybettiği bu ülkede AIDS’ten ölenlerin sayısı: 1984’te 3000, 1985’te 5000 ve 1986’da 9000 kişidir.

Bu türden karşılaştırmaların doğru veya abartılı olduğuna tarih karar verecek. Evet korkuyoruz. Korkunun da ecele bir faydası yok. Yine de AIDS karşısında oturup sızlanmanın ancak kurbanların sayısı artıracağı açıktır. AIDS ile “kara ölüm”ün ortak noktası aldıkları can sayısı değil, her ikisinin de ölümcül oluşudur. Bir başka ortak nokta, her ikisi de sağlıksız yaşantıyla ilgilidir. Discover’dan çev.: Hakan ERDİL

kor çıkmıyor. Yalnız, 1950’li yıllara ait olduğu belirtilen kan örneklerinden birinde bu virüse rastlandığı öne sürülüyor. Bu bilgi eğer gerçekse, gen teknolojisinin henüz yeterince gelişmediği o dönemlerde bu virüsün laboratuvarda yapılmış olması olasılığı ortadan kalkıyor ve maymunda rastlanan virüsün, bazı ara basamaklardan sonra kendiliğinden insan virüsüne dönüşmüş olabileceği varsayımı güçleniyor.

İster insan eliyle, isterse doğal bir mutasyon sonucunda ortaya çıksın, AIDS hastalığı tüm dünyada can almayı sürdürüyor. Türkiye, hastalığın en az görüldüğü ülkelerden biri. Ancak yazın yaklaşmasıyla birlikte, gelecek AvrupalI, Amerikalı turistlerin yaratacağı tehlike, üzerinde önemle durmayı gerektirecek kadar önemli. Bu tehlikenin azaltılabilmesi ise, ancak AIDS konusunda halkın iyice eğitilebilmesine bağlı. AIDS’in nasıl bulaştığı, dikkatsizliklerin nelere neden olabileceğinin iyice anlaşılabilmesi konusunda, tüm yetkililere olduğu kadar, basına ve TRT’ye de büyük görevler düşüyor.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*