Ankara Evliyaları

abdülhakîm arvâsî;

Ruh bilgilerinin, tasavvuf il­minin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)’te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğ­du. 1943 (H.1362)’de Anka­ra’da vefât etti. Kabri, Anka­ra yakınındaki Bağlum ka- ■abasındadır.

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mû- sâ Kâzım soyundan olup 8eyyiddir. Hazret-i Ali’ye ka­dar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Ba­bası Seyyid Mustafa, Sey- yid Tâhâ-i Hakkâri’nin oğlu Seyyid Ubeydullah’ın halî- fesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlı­lıkta fevkalâde titiz, din bil­gilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan’ın Siyalkut şeh­rinde İslâm âlemini her yö­nüyle ışıklandırmış olan

Seyyid Abdülhâkim Arvâsi Haz­retleri


 

Abdülhakîm Siyalkûtî haz­retlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini vere­cekti. Seyyid Mustafa Efen­dinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazret­lerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretle­rinin küçük birâderi Abdül­hakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenin­ce, doğan oğluna Abdülha­kîm ismini verdi.

 

Seyyid Abdülhakîm Ar­vâsî i^k bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale’de ibtidâî ve rüşti­ye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merke­zi olan Irak’ın çeşitli şehirle­rinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, man­tık, münâzara, kelâm, İlâhî ve tabiî hikmet, fen ve ma­tematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî’de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsiline daha bü­yük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Rama­zan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketi­me döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl et­tiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gece­si, rüyâda Allah’ın Resûlü- nü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmın- da oturmuşlardı. O’nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere ba­karken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendi-

 

 

 

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin doğduğu Arvas Köyü orta anadolu (kuzey-güney) evliyaları 90


 

 

sine baktım. Kısaya yakın orta boylu, sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ ku­lağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir su­âl sordu: “Hayz zamânında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çık­makta şer’an serbest mi­dir?” Allah Resûlünün hey­betlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için 0âyet yavaşça ve alçak bir leşle; “Dînin sâhibi hazır­dır, buradadır.” diye cevap ¿Virdim. Maksadım, şerîat «ihibinirt huzurunda kim- îitnin din meselelerine el »mayacağını anlatmaktı, «sûlullah efendimiz, ses lltîlemeyecek bir mesâfe- I bulunmalarına rağmen CiVâbımı duydular. Durma­dın; “Cevap veriniz!” diye üste iki defâ emir bu- ırdular.

1 Ertesi gün, öğle namazı Vlktinde pederimin câmiye glllş yolları üzerinde dur-

İllerine bir şeyi

a?

mi hissederek

ye

ildiler. Rüyâmı

ar

ı ¿izlerine büyük

bi

dalgası yayılır-

ke

i müjdelerim!

Â!

iri seni mezun

ve

* jilerini tebliğe

urdular. İnşâal-

lal’

tursun! Bütün

ş.” diyerek rü-

etti. Babama;

“K

îfendisi huzû-

rur

a din meselesi

duı

ma hayz bah-

sin

açılmasının ve

ce\

afımdan veril-

me

daki Resûlul-

lah

n hikmeti ne-

diri

> rdum şu cevâ-

bıı v a

ıh bilgilerinin

en

ğu için böyle

bir

1 in ileride din

ilim

mından çok

yük; •- î işâ retti r.
E

în sonra, on

sen<

le, Cumâ ge-

cele

!< şka hiçbir ge-

ceyi

ı tında geçirdi-

ğimi

ııyorum. Sa-

bahl

dersle uğra-

 

 

 

şıp insanlık îcâbı uykuyu ki­tap üzerinde geçirdim. İn­san gücünün üstünde de­nilebilecek bir gayret ve is­tekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Ar- vâsî hazretleri, öğrendiği fı­kıh, tefsîr gibi ilimlerin ya­nında kendisini manevî yoldan yetiştirecek bir reh­bere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Ar- vâsî, rüyâsında Allahü te- âlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz ken­disine; “Abdülhakîm’in ter­biyesini sana ısmarladım.” buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdül­hakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Sey­yid Fehîm-i Arvâsî hazret­lerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihare ol­du. İstihârede şöyle bir rü- yâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fe- hîm’e şu emri veriyordu: “Abdülhakîm’i al, elbisesi­ni soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra iki­mize de imâm olsun!.. Sey­yid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeş­melerinde yıkıyor, o da eli­ni onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için se­rilmiş olan seccâdeye bıra­kıyordu.

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm’in

 

 

çoğulu olup kat’î, kesin de­mektir. Hams yâni beş ade­di ise âlem-i emrin, latîfe- nin tasfiyesine işâret oldu­ğu açıktı. Rüyânın başka tâ­bire muhtaç olmayan açık­lığı ayrı bir İlâhî lütuf ve sonsuz bir ihsandı.

Seyyid Abdülhakîm Ar- vâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla İlim tahsîl edip, ilimde iler­lediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve te­veccühleri ile gönlünü nur- landırdı. 1882 (H.1300)’de Zâhirî ilimlerde icâzet aldık­tan sonra, 1888 (H.1305)’de tasavvufta Nakşibendî yo­lundan icâzet aldı. Ancak ılakşî tarikatında H. 1000 ârîhinden sonrakiler ilk îirdakilere benzer olduğu­na dâir işâretler bulundu­ğundan, Nakşîlikten mezun Olanlar, Kübreviyye, Sühre- Verdiyye, Kâdiriyye ve Çeş- lyye tarîkatlerinden de lezun sayılıyordu. Abdül- lakîm Arvâsî hazretleri de mürşidi Seyyid Fehîm haz- fitleri tarafından Nakşi- dirî, Sühreverdî, e Çeştî tarîfcatle- icâzetaldı. ı sonra memİe- ‘a dönen Abdöt- âsî hazretlerinin yük ilmî faâlîyet- Bunu kendileri maktadır: i jetimizde, mev- eselerden ayrı na miras kalajı bir medrese Mevcut kitapla- etiyle zengin bir kurdum. Tale- ceği, giyeceği, ıkacağı tarafıma

 

Seyyid Fehim Hazretlerinden ilim tedris ettiği, 700 sene evvel Seyyid Hacı Kasım-ı Bağdadi Hazretlerinin oğlu, Seyyid Muhammed Kutub Hazretleri tarafından yaptırılan caminin içi


 

 

 

 

ait olmak üzere de o med­resede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştir­dim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. 0 civarda medrese­miz ilim feyziyle şöhret bul­du. Vâlilerin, üst kademe­deki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bah­settikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yeti­şen ilim adamlarının oku­malarına mahsus kitapları

İstanbul’dan getirtiyor­dum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşiretler ve ka­bilelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzdan vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâla- rını tedârik ederek evlendi­riyordum. İran’ın sınır bo­yundaki halk bu kişilerin gayretleri sayesinde Sün­nîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hay­rete düşüyorlardı.

Birgün ders veriyordu. Kapı açıldı. Gayet temiz gi­yinmiş bir bey içeri girdi, selam verdi ve dersi dinle­di. Ders sonunda yanma geldi. Efendim kaç talebe­niz var? hangi kitabları oku­tuyorsunuz? hangi kitabla- ra ihtiyacınız var? diye sor­du. O da lazım olan birçok kitap ismi verdi. Cebinden defterini çıkardı, bu kitapla­rın isimlerini yazdı. Biraz sonra veda edip gitti. Ko­nuşması gayet nazik, elbi­sesi gayet muntazam ve te­miz olduğundan bunun bir İstanbul beyefendisi oldu­ğunu anladı. Birkaç ay geç- I. Seyyid Abdülhakim ““fendi artık bu hadiseyi •unutmuştu. Bir gün medre­seye postacı geldi, Sizi şostahaneden istiyorlar dedi. Gitti. İki büyük sandık “Östererek bunlar size gel- dİ dediler. Bu İki sandık ki- t»P dolu idi. Kitap sandıkla- rmı aldı, hayvana bindirtti,

abdüliı İm arvâsî

medreseyş g tti. Sandık­lar açıldığım   ki ay evvel isimjlerîni iye rdığı kitap­ları gördü, i inde de bir kağit, halif    müslimin Sultan Abdi ¡mid hanın hediyesidir) lıyd|.

Şeyyid ıbdülhakîm Efendi, 1897  nda hac va­zifesi ile Hic    ı geldiğinde önele Medîn 3 gelip Pey- garjnber efe  mizjn kabr-i şerifini zıyaı îtti. .Yanında Haiı Ömer I   idi isimli eş­rafsan bir zî   ardı, Onunla beraber bir se, fnübârek Ravza’da a  m namazın­dan sonra,     zünü saâdet şebekesine döndürmüş, sojı derece »b ve hürmet içerisinde derken, sağ tarafında :uran Hacı Öı^ner Efen  sulağına eği­lip yavaşça

ı “Refika şu anda özür sahibidir. F garnber Mes­cidini 2İy    te gelemez. Bâb-üs-Se ı’dan girerek ! Peygambf     uzûrunda bir selâm ve   , Bâb-ı Cib­ril’den çı asına şer’an müsaade   mıdır?” dedi. ;

 

Seyyid Abdüihakim Arvasi’nin el yazısı


 

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl ön­ceki rüyânın hatırına gel­mesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzü­ne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördü­ğü şahıs da bu şahıstı. Ya­vaşça:

“Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dur­sun, bilakis memurum!” buyurdu. Ancak rüyâda ol­duğu gibi Resûlullah efen­dimizin huzurunda bulun­duğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme’den dışarı çık­tıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

Şeyh Abdülhakîm Efen­di 1908’deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum’un yüksek iltifatla­rına mazhar oldular. Birlik­te vedâ tavâfını yaparlar­ken Şeyh Ziyâ Masum haz­retleri kendisine:

“Mürşidin Seyyid Fe- hîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühre- verdî, Kübrevî, Çeştî tarî- katlerinden memur ve me­zun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yo­lundan da icâzet verdim.” buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus as­keri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu’yu işgâle başladı. Bir taraftan da Er- menileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine

 

 

kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöy­le nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Erme- niler, Müslümanların mal­larını yağma etmeye ko­yuldular. 0 sırada bizim evimizi de tamamiyle yağ­maladılar, soydular ve hiç­bir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmak­tan başka çare bulamadı­lar. On gün sonra Allahü ■teâlânın lütfü ve inâyeti ile Ifcasaba geri alındı ve âilece >raya dönüldü. 0 kış, mal- Z ve imkânsız olarak gü- ti gününe yaşadık ve bin rlukla bahara girdik. Ma- ayında düşman kasa­mıza bir saatlik mesafe- , yaklaştığından hükümet hliye emrini verdi. Tekrar Zğlara ve çöllere düştük, elerimizi, çarşılarımızı, îdreselerimizi, câmileri- ‘zi tamamiyle yakıp kül İlklerini haber aldık. Bu îllyetten sonra bize hic- 1 yolu göründü. Düşman istilâsın« Van, Şaft geçirmişi leri ile Er yaratılışıı madik zı yol açı edenlere bir dlered m ekten b mıştı. Bu ren bir de ki düzlükl çocuktan bin nüfuı mıştı. Zîrâ rın hemeı tarafların« butunuyoı müdâfaas meydana luğu bir ederek jiuz’u ele î aşîret- (illünyânın i

görül- vahşete Hicret adındaki ıılup git- kalma- e yol ve- >nin ikji yanında- çoğuj Uladın ve âret ojl^m birkaç dcğlarüi sığın- ;li i iiah iutanla- hepsı E rzurum > ’ e cephede irdi, tamamen

kirr(s 3İen gö

na-babiı

 

manzarasıyla yol »alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nur- duz’dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, ka­lanları tekrar takibe koyu­luyordu. Zaho’nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, ka­dınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne ge­çerse yiyip bin türlü me­şakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ra- vandız’a girdik. Memleketi­miz soğuk iklimlerden ol­duğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâ­de bir yerde 90 gün otur­duk. Eylülün ikinci günü Er- bil’e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İb­rahim Efendiyi kara toprak­ta Allah’ın rahmetine bırak­tığımız gibi, Şeyhler hane­danı adını alan 9 erkek kar­deşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa ver­dik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul’a vardık. Bura­da meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira ki­rası olan yirmi odalı, ha­rem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay ka­dar oturduktan sonra, ayrıl­mak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; “Bu evde kırk sene otur- saydınız, yine kirâ almaz­dım.” dedi. Allahü teâlâ kendisinden razı olsun.

Devamlı olarak, Bağ­dat’ta Gavs-ı âzam Abdülkâ- dir Geylânî hazretlerinin tür­besi civarında oturup orası* nı vatan edinmek arzusun­da bulundumsa da, o civar*

 

 

Seyyid Abdülhakîm Arvâsi’nin tasavvuf müderrisi (profesörü) olarak ders verdiği Medreset-ül- Mütehassısin. fatih-Yavuzselîm Gimii bahçesine bitişik olan bulunörı bina günümüzde Kız Meslek Lisesi olarak ttanılmaktadır:

ja İngiliz muharebeleri şiddetlenmiş bulundu- dan, geçici olarak, yine ul’da kaldık. Daha son- flüfusumuz yüz elli iken “k altmış altı nüfusla, ve sahraları, Allah’ın ımıyla aşarak Adana’ya lk. Adana’da çeşitli has- sebebiyle defn etti- ! nüfustan kalan 20 kişi kişehir’e geldik. Bun- ‘n bir kısmı Konya’da ‘lir. Geçim darlığından “k sıkıntı içinde yaşadı­lar. Biz ise Nisan ayı o~ bul’a geldik reti (İçişleri E teşarı olup s zırı olan u!<; Efendi taralı sağlık ocağ lan Eyyûb Medresede Dağılmış âil: lah’ın inayet lamaya muv; tanbul’a bu ilâhî ile geldi

âhiliye

• canlğıj müs- ı ıra Evkaf Na- ı lâdan Hayri lan, şu anda : arak ioıllanı- Sultan Yazılı

iirildik. mı, Al­la top­um. İs- sevk-i da gö-

 

rülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.,

Seyyid Abdülhakîm Ar~ vâsî hazretleri daha sonra Gümüşsüyü Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhli­ği, imâmlığı ve vâizliği ile vazifelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919’da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordi­naryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vaaz ederek ve hem de üniversi­tede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerin­de çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez san­dıkları güç bilgileri sorma­ya gelir, sohbetinde, der­sinde bir saat kadar otu­runca, cevâbını alır, sorma­ya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dö­nerdi. Teveccühünü, sevgi­sini kazananlar, sayısız ke­rametler görürdü. Çok mü- tevâzı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilme- mişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:

“Bizler o büyüklerin ya­nında hazır olsak sorulma­yız, gâib olsak aranmayız.” ve; “Bizler o büyüklerin ya­zılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için oku­ruz.” buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin müte­hassısı idi.

Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve dualarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efen­di hazretleri şöyle anlattı:

Memleketin işgâl altın­da bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günler­di. Beşiktaş’ta Sinanpaşa Câmiinde vaaz edip çıkı­yordum. Kapı önünde du­ran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; “El meli- kü yakraükesselâm ve yed’ûke iletta’âm.” yâni

 

“Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor.” dedi. Araba ile saraya git­tik. İstanbul’un seçilmiş vâ- izleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâ- hib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu’da kâfirlerle çarpı­şan kuvây-ı milliyenin gâlib flelmesi için duâ etmenizi İV* Anadolu’daki mücâhid- re para ve duâ ile yardım meleri, eli silah tutanların “îlara katılmaları için mil- ;l teşvik etmenizi ricâ edi- ~r, dedi. Bu emir üzerine k kimseyi Anadolu’ya derdim. Çok yardım “ılımasına sebeb oldum. Bir defâsında da Sultan leddîn Han, Ramazân-ı ayında Hırka-ı seâde- bulunduğu odayı ziyâ- lecekti. Seyyid Abdül- i Efendi’yi de dâvet Diğer ileri gelen devlet ları ve din adamları Oradaydı. Bu vakanın İmini hizmetlerini gö- Şakir Efendi şöyle nak- ktedir:

Şu İt m Hırka-i se- âdetin ıduğu odanın kapısın    nce, Abdülha- kîm Efe erededir? diye sordu.  laki kalabalık birbirle bakıştılar. O isimde    ini tanımıyor­lardı. /  ı doğru haber verdile    ndi hazretleri, benim   im Abdülha- kîm’dir ıce, sultan sizi istiyor  i, hemen yol açtılar.   ın kendilerini bekleyi    /ana biri dün­yâ, bir    ît sultanı ola­rak, Sı   l-enbiyâ Pey- garfıbe    ndimizin se- âddtli h   rının bulundu­ğu pda dilen Berâber- ce ziyı ttiler. Çıkınca Sultan  ît sayarak ora­da ola birer mendil, ona is»  nendil hediye efrrjşif  n dış kapıda Efendi liyordum. Gel­diler vt  etlerini anlattı­lar. “i herkese bir mendil , bana iki tane verdi. şenindir.” de­yip biri  1a verdiler.

Abc îm Arvâsî haz­retleri i te hiç karışma-

 

AMELİYAT OLMADI AMA…

Sevdiği kimselerden, Sabri Bey var idi ki,

O da şu hâdiseyi, anlatır bizâtihî:

Bir gün rahatsızlandım ve gittim hastaneye, Apandisit teşhîsi, kondu muayenede. Bayram olduğu için, yapmayıp ameliyat,

Bir başka hastaneye, şevkettiler o sâat.

Çıkıp, o hastaneye, gitmeden daha önce, Efendi’ye uğrayıp, haber verdim hemence. Ellerini öperek, oturunca, o derhâl,

Bana; “Sen hasta mısın?” diyerek etti suâl.

“Evet.” deyip gösterdim, o ağrının yerini, Tam onun üzerine, dokundurdu elini. “Burası mı?” diyerek, o yeri ovdu biraz,

Onun bereketiyle, gitti benden o maraz.

O, mübârek elini, dokununca o yere, Apandisit ağnsı, kayboldu birden bire.

Kırk beş sene oluyor, o günden îtibâren,

Apandisit ağnsı, görmedim bir daha ben.

 

 

 

mış, siyâsî fırkalara bağlan­mamıştır. Bölücülüğe kar­şıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile il­gili olarak sorduklarında: “Hükümet, tekkeleri de­ğil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çok­tan kapatmışlardı.” demiş­tir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.

Kânunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmaların­da da bunu tavsiye ederdi.

Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması,

 

kalkması, konuşması, sus­ması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve Resûltjjl- lah efendimizin hâline Uy­gundu. Onun yemesini glö- ren sanki âdet yerini bul­sun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onun, otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatma­dığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, s^ığ elinin içini sağ yanağı al cı­na koyar, öyle yatardı. H îr hâli istikâmet üzere idi. “İs­tikâmet yâni Allahü teâlâ- nın bjeğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üs­tündedir.” sözünü sık sık tekrar ederdi.

Talebelerinden bazıları

o ilim deryâsı büyük velî­den şu sözleri ve menkıbe­leri nakletmişlerdir.

Her vesîle ile sohbetle­rinde namazdan bahse­derlerdi. “Namaz, aman nama^, nerede ve ne şart altında olursa olsun mut- lakal namaz kılın.” buyu­rurdu.i

 

 

 

Bir dönem İmam ve Vaizliğini üstlendiği Eyüp’teki Kaşgari Dergahı orta anadolıu (ktızey-giiney) evliyaları 103


 

 

Yine buyurdu: “Bir vakit namazımı kaybetmekten­se, düpyâları kaybetmeyi tercih ederim.”

Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğun­da;

“Edeb hududa, sınırla­ra riâyet etmek onu taş- mamaktır. En büyük edeb ise İlâhî hududu muhafa­zadır, gözetmektir.” bu­yurdu.

Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bah­sediyordu. Anlatması bit­tikten sonra;

“Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah’tan mahrum olan ise neye mâ­liktir.” buyurdu.

Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstan­bul’a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;

 

 

 

NİÇİN OKUTMUŞ?

Hâlid Turhan Bey anlatır:

Bir gün ziyâretlerine gitmiştim. Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yan­lış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yan­lışlanır» düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendile­ri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettir­diler. İyice anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim’. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir ye­rini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Oku­dum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphâne mü­dürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.

 

 

“Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin ol­mak için de, kâfir olmşk için de burada her vâsıta­yı, her imkânı bulabilir.” buyurdu.

Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:

“Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan baş­ka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinen­lerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar;”

Kapalıçarşı’dan geçer! ken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adamj 4ial hatır faslından sonraj “Efendim. Duâ edin de Al-J ahü teâlâ ümmet-i Mu-! .ammed’i kurtarsın.” de-! yince, o da cevâben:

“Siz bana o ümmeti gös-i irin. Ben de kurtulduğunu Sber vereyim. Hani nerede ümmet!” buyurdu. Talebelerinden Hâfız i üseyin Efendi anlatır: Tahsilimi İstanbul’da ¡yaptım. Arabîve Fârisî’yi iyi

Küıisüsii


 

t ilil dim. Her toplulukta söz slhibiydim. Bir gün beni / bdülhakîm Arvâsi hazıet- lt l ir e götürdüler. Maksa- d m orada da söz sahibi ol- n aktı. Kendisine çok yakın b r sandalyeye oturdum. S îhoete başladı, s< -nra sandalyed/ t£ o lıayâ edipy S »hbette, tw i di vnadığıp’

¡yi rd j. Ya1

;g< riç/

ra / Jffi Bâyezhl Camii

 

kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapı­dan dışarı çıkacak hâle gel­miştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebe­leri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm’i görünce an­cak talebe olacağımı anla­dım ve talebelerime:

“Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu an­ladım, eteğine yapışmak­tan başka işim kalmadı.” dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanın­dan ayrılmayan yakını Şa- kir Efendi anlatır:

Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyor­duk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin gi­riş kısmı baştan başa ca- mekân olduğundan girişte­ki sofa şeklinde oturma ye­rinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza ha­zırlanırken Zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, so­faya geçtik. Gördük ki se­mâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bar­dak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: “Hayret! Arkanızda büyük bir cemâ­at vardı. Şimdi dağılmış.”

Yine Şakır Efendi nakle­diyor:

İzmir’de Hisar Câmiin- deydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve ba­ba çocuklarını kapmış, ha­berini aldıkları bu Allah’ın sevgili velî kulunun huzûru- na duâ etmesi için getirmiş­lerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kı­sa bir nazar etti ve; “Oğlum ismin nedir?” diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: “Ahmed!” Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde se­vinç gözyaşları döktüler.

 

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma ge­lip; “Bir odalı evim var. İkin­ci bir oda yaptırıyorum. Ki­raya verip onunla geçine­ceğim. Bedelini kira para­sından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın gel, ko­nuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efen- di’ye gidip danışmaktı. İkin­di vakti dergâhlarına gittim. .Hâlimi sordular. “Müşteri i geliyor mu?” dediler. “Geli­yor,” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unut­muştum. “Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bu­gün yok.” dedim. “Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırla­madım. Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bâyezîd Câmiin- deVaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 Abdülhakîm Arvasi Hazretlerinin vaaz verdiği Bâyezid Camii orta anadolu (kıı£ey»£|üııey) evliyaları 107


kovalar görürse, bağırma-   çocuğu evin damına çık-

dan, güzellikle, yavrum bak mış, kiremitler üzerinde sana neler getirdim, şeker güvercin yakalamak peşin-

aldım, desin, onu tutup içe-     de, nerede ise kenardan’

ri aldıktan sonra azarlasın.”    düşecek hâlde. Çocuk kü-

buyurdu. Vaazı dinleyen çük olup üç-dört yaşınday-

Akhisarlı bir zât içinden   di. Hemen Abdülhakîm

şimdi bunun da ne ilgisi    Efendinin nasihatlerini ha-

var diye geçirdi. Vaazdan   tırladı ve öyle yaptı. Çocuk

sonra evine gidince baktı ki     düşmekten kurtuldu.

Vaaz verdiği Eyüp Sultan Camii


 

 

Seyyid Abdülhakîm Ar- vâsî’nin uzun yıllar hizme­tinde bulunan Kayserili pa­muk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle anlatır:

Bir yaz günüydü. Abdül­hakîm Efendi ile Eyyûb Ci­mimde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandu­kanın ayak ucunda, yan ya­na diz üstünde oturduk. “Yanıma sokul, gözlerini ka­pa.” buyurdu. Gözlerimi ka­payınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta ^duruyor gördüm. Yanımıza îldi. Uzun boylu, iri yapılı, yrek sakallıydı. Elini öp- m. İkisi yavaş sesle ko­ştular. Ben işitmiyordum, eple seyrediyordum, ¡özünü aç.” dedi. Açtım. İmiz sandukanın yanında ruyoruz gördüm. Soka- çıktık. İkindi okunuyordu, e gördün?” dedi. Anlat- . “Ben hayatta iken kim- ye söyleme.” dedi. Bunu ‘âtından yirmi dört sene nra anlatıyorum.

Necip Fazıl Ktsakürek (solda) ile birlikte


 

Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941… Almanlar sınırımızda. Ben, bir gaze­tede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkin­ci Dünyâ Harbine girme­mizin bir an meselesi ol­duğuna kaniim. Bu mese­leyi huzûrlarında savunu­yorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mah- mûd Veziıoğlu isminde

İnsanlara yıllarca islamiyeti an­lattığı Beyoğlu Ağa Camii


 

kendisini sevenlerden bir zât… Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdu­lar ki: “Harbe girilmez. Yal­nız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olma­sa, vesika usûlü çıkmasa.” Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pa­halılık, vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, ba­na bu kerâmeti sık sık tek­rar eder ve; “Müthiş, müt­hiş!.. herkes harbi bekler­ken; “Harbe girilmez.” ve kimse vesîka usûlünü bek­lemezken “O olacak.” bu­yurmaları büyük kerâmet.” elerdi.

Fâruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman ka­tının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlin­de bir hastahâneye dar at­tık. Ayıldı. Fakat aklî meleke­lerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul’a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. He­men hepsi ümit göremedik­lerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhi­sini koydu ve şifâsı yok hük­münü bastı. Bülûğ çağında­ki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kol­larına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarla­rından ayırmadılar. Sâdece; “Mahzûnum, mahzûnum!” diye içlenerek işi, Allahü te- âlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiçbir zaman sâhib olmadığı maddî ve

 

ıbc üllıaldnı arvâsî

 

 

 

 

mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâ- derzâdeleri olan Fâruk Işık

Efendiyi i o! ni ıredl at “Fâruk I â iyidir.” dt rc hakîm ucundad severdi. Birisi- nek isteseydi; iç hepimizden Kabri, Abdül- asî’nin ayak

 

 

 

BUTUN BUNLARA

Sevdiklerinden biri, bir gün huzûriânna, Gelerek şu şekilde, bir suâl sordu “Seyyid Abdülkâdir-i Gey Imâm-ı Rabbânî mi, merak ede Abdülhakîm Efendi, cevâben o kimseye Başladı Abdülkâdir Geylânî’yi övmeye. Buyurdu: “Gavsül âzam,

Ânında yetişirdi, istese ht yle çok kerâmeti, vardı ki onun i jâsıyle ölüyü, döndürürdü hayâi Kendi zamânındaki, bilcü Fevkinde bulunduğu, kes kıyâmete kadar, her Velî’ye fey >n vâsıtasıyle, erişir, vâsıl olur.

Mübârek cemâlini, görse.

Allahü teâlâyı, hâtırlardı n i yüz kişi yazardı, vaazını muntazaman, ‘jirinin sırtında, yazarlardı çok z

aman.

Böylece bu Velî’den, bahşedip izim uzun,

m.

Çok kerâmetlerini, anlattı ön

lunda buyurdu ki: “Bütün bunlara ra n. n-ı Rabbânî’nin âşıkıyım ama ben. ”

ce m

 

ÎMÂNIN KUVVETİNDEN

Hâbil Efendi diye, vardı ki bir terzisi,

Pek çoktu Efendi’ye, bağlılığı, sevgisi,

O’na öyle ihlâsla, bağlıydı ki o hattâ, Böyle hâlis bağlılık, az bulunur hayatta. Bir gün ziyaretine, giderken Efendi’nin,

Düşündü ki gidince, sorayım şunu ilkin.

Diyeyim ki:l“Efendim, istemiyorum ama, Çok kötü düşünceler, geliyor hâtırıma. Hiç kurtulamıyorum, ben bu vesveselerden, îmânıma bir zarar, gelir mi bu şeylerden?” Bunları düşünerek, vardı huzurlarına, Girince, sohbetini, kesti ve baktı ona.

Ve hemen buyurdu ki: “Bir müslümanın eğer, Hâtırına gelirse, çok fenâ düşünceler,

Onun kötülüğüne, bir işaret değildir, İmânının kuvvetli, olduğuna delildir.” Henüz suâl etmeden, almıştı cevâbını,

Efendi, daha sonra, ikmâl etti vaazını.

 

 

 

Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:

Abdülhakîm Efendi haz­retleri buyurdular ki: “Evli- yânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner.”

Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yol­da, kendi kendime, Abdül­hakîm Efendiye arz ede­yim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gay­retimizle elde edilmez, himmet buyursunlar tevec­cüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştur­sunlar diye düşünüyor­dum. Vardım. Bahçede yal­

 

nız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzü­me bakıp; “Tahîr, şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu ne­dir?” buyurdu. “Gül” de­dim. “Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklı­dır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Ha­yır efendim.” dedim. “De­mek ki, farklılık istidadların- dan kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi ol­maz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağış­layın efendim.” dedim.

Bitlis yolunda bir genç, •kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak hal- jtte iken; “Yâ Rabbî! Zamâ- ¡iftımızın kutbunu imdâdıma ‘ yetiştir!” diye yalvarır. He­men siyah sakallı birisi zu- 3hûr eder, atın dizginlerini tu- Jtup, istikamet verir ve; “Böyle git, şehre varırsın!” buyurur. Genç, o gaybdan

.t

gelip kendisine yol göste­ren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâ- yezîd Camiinde, tesâdüfen vaazında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyaca­ğım diye düşünür. Vaazdan sonra çıkarlarken, Abdülha­kîm Eiendinin yanına yakla­şır, daha konuşmadan, Ab- dülhakîm Efendi; “Bitlis’teki tipi fırtınasını mı hatırla­dın?” diye kulağına hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutama­yıp, eline sarılır, öper… öpeıi

Diş nekimi emekli albaVİ Sabri Bey anlatır: Abdülha­kîm Efendi, arada bir bana,* teyemmüm nasıl yapılır di­ye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyem­müm ¿zerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sor ra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir baş parma­ğımı kestiler. Doktorlar el­lerine su vurmayacaksın dediler. Jç sene teyem­mümle yâni onların gös­terdiği şekilde teyemmüm

 

ederek namaz kılmak zo­runda kaldım.

Buyurdular ki: t Kur’ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.

Gerçek keramet, kera­metin gizlenmesidir. Bu­nun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyarı ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.

Allahü teâlâ sırrını emi­nine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.

Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.

Hak’tan ve Hak yolun­dan başka her ne düşünü­lürse, hepsi ayrılık ve peri­şanlık yoludur.

 

f’vtO

İ-~b

Ankara Bağlum’da bulunan kabr-i şerifi orta anadolu (kuzey-güney) evliyaları 114

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzuru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.

Bütün üstünlükler, fay­dalı şeyler, İslâmiyetin için­dedir.

Hakk’ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kul­luk etmedikçe, insanlar bir­biri ile sevişemez.

Kavuştuğunuz her ni­met; hep Hakk’a îmânın hâ­sıl ettiği kardeşliğin netice­si ve Allahü teâlânın ihsa­nıdır.

Temiz ve yeni elbise gi­yiniz. Gittiğiniz yerlerde, } ahlâkınızla, sözlerinizle, gi- fyinişinizle İslâmın vakârını, piymetini gösteriniz.

I Gördüğünüz her musî- pet ve felâket, kızgınlığın, Bulüm ve haksızlık etmenin pezâsıdır.

I      Beşeriyet ne kadar uğ­raşırsa uğraşsın, sevip se- Ifllmedikçe; ızdırap ve felâ­ketten kurtulamaz.

| Allahü teâlâ dilediğini İipar. İster sebepli ister se- Itpsiz, dilediği gibi azap veya lıpıtfeder. Güzel ve doğru c^nü n dilediğidir.

Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı île tecelli etsin; bizi fadlı ile; korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.

Rîyâ olmasın diye ce­mâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.

Büyüklerin sözü, sözle­rin büyüğüdür.

İlim cehli izale eder, yok eder, ahrrjalklığı değil.

Cemiyetteki ruh hasta­lıklarının sebebi, îmân ek­sikliğidir

Dîni dünyâ çıkarlarına âlet eden yobazlara karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, Bâye- zîd, Bakırköy. Kadıköy ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsîle- rindeki koşuşmaları, bun­ların iftiralarına sebeb ol­du. Burılanh lahriki ile Ey­lül 1943’te tutuklanarak İs­tanbul’dan İzmir’e götürül­dü. Bir müdc et Meserret otelinde sonra bir evde po­lis nezaretinde kaldı. Yakın­ları, kendilerinin Bursa’ya nakli veya İstanbul’a iadesi

‘*V’ -T&


 

¿j— Sh V* ttfi 0t/>u fA *£x*j JU «jr «A* jj*- i&r

• jM J-A- JÖ* jij—* .#*)* 4* jj .ÜA«^¿•¿»C¿/A |: 4y^r jj,’JİS‘X ^Li’V» o;4*’ i***. c,Oa » ¿V* JUiftyl /i

■j’j’S’-Jsf * J*f > Jii* U* *•»&* (V*

.>kii^ •¡iTtij^jı îo^y^ıı.i jttT        4»’ •/*

fj* »{J& fJK.& *** ‘■****&. <*}&*•

&i ^U. «£>y • >^v»’ .X* * *■”•* ,jAjOİ                 ¿¿İJAi- •J-***^^’^-

; ^ju-î £j^ S * » -»•**, »JU ¿uttjf jl/. w» ö- ) Jİ-> J” > ^ * ~ ‘

ÎÂ’fr*& Sr-J®.¿’i 3 • ^w*>î* f * ı   * j-w>ji *****     ^ ^]X? jfc

Tasavvufun edeplerini bildiren Rabıta risalesinin ilk sayfası

için birkaç defâ teşebbüse geçtilerse de her defâsında red cevâbını aldılar. Nthâ- yet Ankara’ya nakline mü­saade çıktı. Bu karar üzeri­ne Ankara’da Hacı Bayrâm- ı Velî civârında, biraderinin oğlu Seyyid Faruk İşık’ın evine geldiler. Bu sırada hasta olduklarından Faruk Işık Bey’in evinde on sekiz gün hasta yattıktan sonra 27 Kasım 1943 (H.1362)’te vefât ettiler. Vefât ânında hafif bir zelzele oldu.

Keçiören’de dâmâdı İb­rahim Arvas Beyin evinde gasl, teçhiz, tekfin ve na­mazı edâ edildikten sonra Ankara’nın kuzeyinde ve 24 km mesâfede bulunan Bağlum’a getirilerek defne­dildi. Telkinini kimin vere­ceği, oğlu faziletli Ahmed Mekki Efendiye sorulunca; “Babam Hilmi’yi çok sever­di. Onun sesini iyi tanır. Tel­kinini Hilmi versin.” buyur­du. Böylece telkin vermek ve kabr-i şerifine girmek vazifeleri talebesi Hüseyin Hilmi Beye nasîb oldu.

Bağlum nâhiyesi eski­den beri sel, yağmur, dolu gibi âfetlerin eksik olmadı­
ğı bir yerdi. Ancak Bağlum halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî hazretleri buraya defn olunduktan sonra hiç âfet görmediklerini beyan etmişlerdir.

Seyyid Abdülhâkim Efendinin; Râbıta-ı Şerîfe, er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye, Eshâb-ı Kiram ve Ecdâd-ı Peygamberi isimli eserle­ri; mevlid okumanın ve teşbih kullanmanın meş­ruluğuna ve İslam huku- ku’nda cezalara dair risa­leleri mevcuttur. Ayrıca ta­nelerine gönderdiği ri- kâle büyüklüğünde pek Ok mektupları vardır, abi, Farisi ve Türkçe şi- r yazmıştır. Eserlerin- , vaaz ve derslerinde yurdukları, talebesi Hü- ‘ n Hilmi Işık Efendinin n ilmihal Seadet-i Ebe­ye kitabına dercedil- , Eshab-ı Kiram risale­se yine aynı zat ta rafı n- bastırılmıştır. .bdülhakim Efendi’nin oğlu ve iki kızı vardı. Harından Enver Bey


 

S

M e. ireset-ül-Mütehassısfn ’de müderris (profesör) iken yazdığı Er-1 !iyâz-üt- Tasavvufiyye adlı ese’İnin kapak sayfası

hicret esnasında 1918’de Eskişehir’de vefat etti. İkin­ci oğlu faziletli Ahmed Mi’kki Üçışık Efendi İstan­bul’da Üsküdar ve Kadı­köy müftiliğinde bulun­muştur, 1967’de İstan- bu ‘da vefat etmiş olup

 

ahi şerafeddin

 

 

 

kabri Bağlum kabristanın- dadır. Üçüncü oplu Münir Efendi, İstanbul belediye­sinde uzun seneler çalış­mış, doğruluğu, çalışkanlı­ğı, güzel ahlakı ile etrafının saygısını ve sevgisini top­lamıştır. 1979’da vefat etti. Kabri Bağlum’dadır.

Kızlarından Şefia Ha­nım da hicret sırasında Musul’da vefat etmiştir. Diğer kızı Mâîde hanım da 2003’te vefat etti.

1)   Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s,1023

2) İslâm Meşkûrları Ansiklopedisi; c.l, s 34-73

3)  Başbuğ Velîlerden; Necip Fazıl Kı- sakiirek, s.336-351

4)  O ve Ben; Necip Fazıl Kısakiirek

5)  Eshâb-t Kirim; s.164-166,2S7-293

6) Son Devrin Din Mazlumları; Necip Fazıl Kısakürek s.319-336

7)  Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sü­rünenler; Sadık Albayrak s.160-164

8)  Rehber Ansiklopedisi; c.l, s.25

9) Sefinet-ül-Evliyâ, Hüseyn Vessaf

ahi şerafeddin; Ahi

şeyhlerinden. Adı Meh- med’dir. Babası Ahi Hüsa- meddin’dir. 1350 (H. 751)

Ahi Şerafeddin türbesi


 

yılında vefat etmiştir. Tür­besinde babası, kızları da bulunmaktadır.

ahmed baba; Hacı Bay- ram-ı Veli hazretlerinin oğullarından. Edhem Ba­ba, Baba Sultan, İbrahim ve Ali adlı oğullarının en büyüğüdür. Hacı Bay- ram’ın vefatından sonra Bayramiliği Ankara’da o temsil etmiştir. Pir Evi de­nilen Ankara’daki tekkeyi senelerce O idare etti. An­kara’da vefat etti. Vefat ta­rihi belli değildir.

 

ahmed mekki efendi;

Âlim, ârif, veliy-yi kâmil olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin büyük oğlu. An­nesi büyük velî, kerâmetler sahibi, Seyyid Fehîm-i Ar- vâsî hazretlerinin büyük oğ­lu M.Reşid Arvâsî’nin kızı Âişe Hanımdır. 1896 (H.1314) yılında Van’ın Baş­kale kazâsında doğdu. 1967 (H.1387) yılında vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren faziletli babalarından ve amcası Seyyid Tâhâ Efen­diden ilim tahsiline başladı. Medrese tahsilini bitirdik­ten sonra yine babasından âhirî ilimlerin inceliklerini ~larak icâzetle şereflendi. ,,üksek teveccühlerine ve himmetlerine mazhar da­nk evliyâlık yolunda kemâl mertebelere ulaştı.

I      Ahmed Mekkî Efendi, mn ilimlerindeki bu üstün fcrecesine rağmen son de- fice edeb ve tevâzu sâhibi H, Bu hâli ile kendisini di- Br insanlardan gizlerdi. Gö- ■nüşte herhangi bir kimse ■fei insanlar arasında bulu-

Ahmed Meki Efendi


 

nur, ancak gerçekte, devam­lı cenâb-ı Hak ile olurdu.

Ahmed Mekki Efendi uzıin yıllar Üsküdar ve Ka­dıköy müftülüklerinde bu­lunup, sağlam fetvalar ver­di. Bu vazifeleri sırasında temiz ruhlu yüzlerce genci ilim ve faziletle süsledi. Ce- nâb-ı Hak, İstanbul halkını bu feyz ve bereket kayna­ğından yıllarca faydalandır­dı. İlim öğretmek için ekseri zamanlarda talebelerine kendisi giderdi. Şâyet tale­besi okumak istemezse, tat­lı dili ile onu iknâ edip oku­turdu. Bu işleri sırf cenâb-ı Hakk’ın rızâsı için yapar, hiçbir karşılık beklemezdi.

 

Yakınlarından birisi ço­cuklarını küçük yaşta oku­maları için Ahmed Mekkî Efendiye gönderdi. Bir müddet sonra çocuklar derse girmekte gevşek davrandılar. Nasihat da fayda vermedi. Bu husûsu Mekkî Efendiye arz ettiğin­de buyurdu ki: “Onlara her ders için para vereceğini vaad et. Her gün benden dersini okuduğuna dâir im- zâlı kâğıt getirene şu kadar para vereceğini söyle.” O yakını dediği gibi yapınca, çocuklar derslere severek geldiler ve çok şeyler öğ­rendiler. Küçük yaştaki ço­cukları bu yolla okutmanın kolay ve faydalı olduğu an­laşılmış oldu.

Cumartesi ve Pazar günleri öğleden sonra Fâ­tih Câmiinde vaaz verirdi. Bu vaazlarında Beydâvî Tefsîri’ni şerhleri ile birlik­te, baştan sonuna kadar dinleyenlere anlatıp îzâh etti. Bu şekilde başlayıp bi­tirmek babalarından sonra bir de kendilerine nasîb ol­du. Ahmed Mekkî Efendi kendisine suâl sormaya ge­lenlere, Ehl-i sünnetin göz-

 

 

 

Eyüp Sultan Camii


 

 

 

Ahmed Mekki Efendi’nin 1953 yılında Hüseyin Hilmi Işık Efendi’ye vermiş olduğu icazetname

bebeği İslâm âlimlerinin •serlerine bakmadan ce- vermezdi. Hattâ bâzan ^nı suâli sormak için deği- zamanlarda farklı kim­ler geldiğinde, hepsinde “Hele bir kitaba baka­cı,” der ve kitaptan oku- rak cevâbını verirdi.

Çok cömert idi. Gece- *ıdüz kapısı sevenlerine, inlerine açıktı. Misâfir- “ne karşı her zaman ik- edilecek bir şeyler de rdu. Kendisi de çağırı- dâvet edilen yere gider gittiği yerlerde büyükle- hallerinden, yaşayışla­

Fi*#** ‘*•!&

,u ı

in.-.J’-.îjV-kl.. v> f

■¿^(^ **)Jw 4**‘

.yi

, *.4f

«Mki

C»t

rından bahsederdi. M jf lük yaptığı zamanlard a İdin görevlilerine dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini alırdı. Maddî durumu iyi fylrina- yanlara elinden geldiği ka­dar yardınricı olurdu. Bju ¡se­beple emrinde çalışanlar or u bir müftü olarak oleğil, şefkatli bir baba gibi görür­lerdi. Bîr gün genç bir mü­ezzin askere giderken vedâ maksadıyla yanına geldi. Ahmed Mekkî Efendi,1 ona duâ ederek; “Evlâdım gi­dince adresini bana bil,dir.” diye tenbih etti. Müezzin,

 

asker olduktan sonra, Ah­med Mekkî Efendiye bir mektı*p göndererek adresi­ni bildirdi. Bir ay kadar son­ra komutanı kendisini ara­yarak İstanbul’dan parası geldiğini ve almasını istedi. Müezzin çok şaşırmıştı. Çünkü İstanbul’dan kendi­sine para gönderecek hiç kimsesi yoktu. Sonra para­yı gönderen zâtın, Ahmed Mekkî hazretleri olduğunu öğrendi.

Dînî ilimleri öğrenip hâ- fızlığa çalışan bir genç, Üs­küdar Müftülüğünde îmâmlık imtihânı açıldığını işitti. Fakir ve garipti. İmti­han günü müftülüğe gitti­ğinde mürâcaat edenlerin çok kalabalık olduğunu gördü. “Bana burada iş vermezler. Elbiselerim eski, yaşım küçük, tecrübem de yok.” diye düşünerek tam geri dönmeye karar ver­mişti ki, o sırada müftülü­ğün kapısı açıldı ve dışarı­ya çıkan bir kişi gerilerden onu çağırarak; “Oğlum sa­kın imtihana girmeden git­me.” dedi ve içeri girdi. Genç bu işte bir hayır var deyip imtihana girdi ve ka­zandı. Sonra bu zâtın müf­tü Ahmed Mekkî Efendi ol­duğunu öğrendi.

Ahmed Mekkî Efendi âlimlere karşı fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerin­den birisi şöyle nakletmek­tedir:

Bir gün hocamla birlikte başka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders ve­receklerdi. Akşam ezânı da okunmak üzereydi. Bir kö­şe başına geldiğimizde so­kağa adım atacağı sırada durdu. Daha sonra yolunu değiştirerek başka bir so­kaktan ve daha çok dolaş­tıktan sonra talebenin evi­ne vardık. Ben hâlâ yolu ni­çin uzattığımızı anlayama­mıştım. Bu hâlimi anlaya­rak dedi ki: “Evlâdım o so­kakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibi- nin evinin önünden geçer­ken kendisinin hal ve hâtırı- nı sormadan geçmemiz uy­gun olmazdı. Kapısını çal-

 

saydık, bu defâ da dar va­kitte kendisini sıkıntıya sok­muş olacaktık. Bu ise hiç uygun düşmeyecekti.” O zaman anladım ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapısının önünden geçmemişti.

Devamlı abdestli olur­du. Dünyâ malına, mülkü­ne değer vermezdi. Bâzı sevdiklerine sık sık şu sözü tekrar ederdi:

“Mâla mülke olma mağrur, de­me var mı ben gibi?

Bir muhalif yel eser, savrulur harman gibi.”

Yakınlarından birisi şöy­le; anlatmaktadır: Merha­meti o l<adar çjoktu ki, ken­disine el açanları bir defâ oliun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böyleşine sakı­nan bir kimseyi bizim akli­miz anlamaktaki âcizdi. Ni­tekim bir güni müftülükte biıiikte oturuyorduk. Orta vaşlı bir1 adanjı içeri girdi. Müftü Efendiye dönerek; “Efendim bir ay önce Kars’tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım. Beş parasız kaldım. Memleketime dö­neceğim ama İkilet almaya param ¡kalmaldı. Otobüs

 

 

 

EGER FAİZİ

İAhmed Mekkî Efendinin çok sevdiği blir kere te tüccân ..yardı. Bir gün maddî bakımdan sıkışınca fâıze ¿urdi; Mek- ftf Efendi ona fâizden hayır gelmeyeceğini söylediyse de ıvâm etti. Zenginleştikçe fâize Dulaşması da artıyordu, müddet sonra Ahmed Mekkî Efendim tüccarı tanıyan ni görerek; “Eğer fâizi bırakmışa dükkanı yanacak.” haber gönderdi. Fakat habeıci başka yerlere uğradı- ian iki gün gecikti. Oraya vardığında o kişinin kşreste

anının yandığı haberini aldı.

:;i bu olmazdı.” diyerek çok üzüldü.

 

kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz.” diye­rek yalvafdı. Ahmed Mekkî Efendi adama acıyıp istedi­ği parayı derhal verdi. Ak­şamleyin Müftü Efendi ile berâber dönüyorduk. Va­pura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gâyet sinirlenmiştim, an­cak belli etmiyordum. Müf­tü Efendi ise bana dönerek; “Bu kimse bugün bize ya­lan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcûb olur. Onun için gel, bizi gör­mesin.” diyerek onun gör­meyeceği bir tarafa gittik.

Ahmed Mekkî Efendi 71 yaşında iken 1967 (H.1387)’de âhirete irtihâl eyledi. Son sözü “Elham-

Ankara Bağlum’daki kabri


 

dülillah.” oldu. Cenâze na­mazına binlerce kişi katıldı.

O  zamana kadar İstanbul böyle bir cemâati az gör­müştü. Edirnekapı kabris­tanlığına defnedildi.

Mekkî Efendinin Sü­heyl, Behâeddîn, Medenî, Hikmet ve Zahide isminde beş çocuğu vardı. Bunlar­dan Süheyl ve Behâeddîn efendiler babalarının sağlı­ğında vefât etmişlerdir.

Ahmed Mekkî Efendinin kabri üç yıl kadar sonra çevre yolu yapılması sebe­biyle Ankara, Bağlum’a ba­balarının yanına nakledildi. Bu üç sene içinde cesedi aynen duruyordu. Kefeni­nin de kabre konduğu gün­deki gibi bozulmamış oldu­ğu görüldü.

1) Yetti Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.279

2} İslâm Meşhurlan Ansiklopedisi; c.l, s.290-291

ali rızâ acara; Kurtuluş savaşının mücâhid gâzile- rinden. Birinci Devre Türki-

 

ye Büyük Millet Meclisinde “Batum Mebusu” olarak görev yaptı. Batum’a bağlı Acara’da doğdu. 1969’da Ankara’da vefât etti.

Ali Rızâ Acara’nın ço­cukluk ve gençlik yıllarına dâir bilgi yoktur. Kars, Ar­dahan ve Batum 1878’de Ruslar eline geçmişti. Bu yıllarda başlayan hürriyet ? ve istiklâl mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini al­dı. Rus ve İngilizlere karşı Batum’un Türklük ve müs- ’ lümanlığı kurtarmak üzere girişilen zor, çetin ve aman­sız mücâdele 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması ile hedefine ulaştı. Bu ant­laşma ile Elviye-i Selase de denilen Kars, Ardahan ve ;Batum anavatana kavuştu.

Sultan Vahideddîn Han bu münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstan­bul’a dâvet etti. Bunun üze­rine Temur Paşa başkanlı­ğında bir heyet İstanbul’a eldi. Bu sırada Ali Rızâ ,cara İstanbul’da bulunu- r ve Mekteb-i Kuzâtta

okuyordu. Yıldız’da pâdişâ­hın verdiği yemeğe katıldı. Ali Rızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle nakletmektedir:

“Yemekte Vahideddîn Han, Temur Paşa’ya ve di­ğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce ise şu konuşrrjayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk yıl onların yoklukları­nın ıstırabıyla yaşadıksan sonra birgün evine dönün­ce onları çıkıp gelmiş ve yemek masası etrâfında toplanmış bir halde görse, nasıl heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz? İşte ben o sevinç ve heyecan içindeyim.”

Temur Paşa, İstanbul’da bulunduğu müddetçe ken­disine her türlü resmî işler­de rehberlik eden Ali Rızâ Efendinin hizmetlerinden son derece memnun oldu­ğu için Batum’a döndü­ğünde onu her tarafta medh ü senâ etmiş ve İti­bârım yükseltmiştir.

 

EZAN SESLERİ DEVÂM ETSİN!

İznik’le Mekece arasındaki bir mevkide Hâlid Paşa kuv­vetleri yeni bir savaşa girmenin hazırlığı içinde bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmaktadır. Yoklama yapıldık­tan sonra heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazilet sembolü, sa­rığıyla kır bir atın üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi meydana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at üstünde dolaştıktan son­ra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruhlara rahatlık, heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:

“Askerler! Kardeşlerim! Mübârek dînimizin ana şartların­dan biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla mübârek Kâbe- ye gittikleri zaman orada “Hacerü’l-Esvede” yüzlerini, göz­lerini sürmek suretiyle onu öperler. Çünkü Hacerü’l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin tarafından Cennet’ten gönderilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla mu­vaffak olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analanmız, güngörmüş babalarımız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü’l-Esvedi öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağrı­na basacaktır. Siz bu mücâdelede ölürseniz “şehîd”, kalır­sanız “gâzi” olmak suretiyle Cennet-i âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü’l-Esved gibi bu mazlum milletin mukadde- sâtına dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınları- nız gibi bahtınızı da açık eylesin ve yann rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin iltifât ve şe- fâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfü ihsan buyursun. Sîzle­ri, İslâm’ın bin yıllık vatanı olan bu topraklarda ezan sesleri­ni devam ettirecek bu savaşın galibiyetiyle şereflendirsin.”

Ali Rızâ Acara Efendinin böylece devâm eden heyecan­lı vaazı sonunda erlerden yedi kişi aşırı heyecan sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taarruzda erler, kükremiş arslanlar gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında idi. Cenâb-ı Hakk’ın yardımı ile düş­man püskürtüldü.

 

Ali Rızâ Acara, Mekteb-i Kuzâttan mezun olunca Ba­tum’a geldi. Daha önce Te­mur Paşanın onun hakkın­da yaptığı medh ü senâsı sebebiyle muazzam bir ilti- fât ve alâka gördü. Cenubî Garbî Kafkas Hükümetinin kurucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları arasında düşmana ve komitacılara karşı hare­keti bizzât idâre etti. Tama­men mahallî “Acara” elbi­sesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşıların­daki on sekiz komiteye kar­şı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler. Kâ- ^ zım Karabekir Paşa ile yap- ¿tığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bıraktı. Mai­leme ve silâhları ise kendi- ine verilmek üzere Ho­pa’ya gönderdi.

i Ancak bu sırada artan giliz baskı ve sıkıştırması .erine Ali Rızâ Efendi Ba- ‘m’dan çıkmaya mecbur u. Esasen bu sırada Bi­t1 nçi Büyük Millet Meclisi- r e Batum Mebusu olarak seçildiğinden Ankara’ya da ç iiğirılmaktaydı. Fakat Ba- tum’daki mücâdele dolayı­sıyla Meclise dört ay geç il- ti lâk edebildi. Gelirken Trabzon’a uğrayarak Mü- c'< faa-i Hukuk Cemiyeti Re­is Eiarutçuzâde Ahmed ve ui imâdan İbrâhim Cûdî Ef indilerle görüşüp konuş­tu Câmilerde halka vaazlar ve erek, onları millî mücâ­dele ve birliğe teşvik etti.

Alj Rızâ Efendi, bundan soı >.ra “Deli” nâmıyla bili­ncin Hâlid Paşanın kuvvetle­ri ¡t iride gerek silahı ve ge­rek ;e hitâbeti ile emsalsiz ve unutulmaz hizmetlerde bulundu. Yalova’dan Kars’a kadar “Tekâlif-i harbiye” için dolaşıp şehir şehir, câ- mî; âmi vaaz ve konferans­lar!^ halkın Kurtuluş Savaşı­na ı teşviki istikâmetinde azim ve sebatla çalıştı.

Cephede bulunduğu bir sırada İkdâm Gazetesi’nin muhabiri ile yaptığı mülâ- kat, onun cenâb-ı Hakk’ın lütfü ihsânıyla tahakkuk edecek zafere ümit ve inan­cını belirtmektedir. Muhâ- bir; “İleriyi nasıl görüyor­sunuz?”

“Çok iyi olacak.”

“İngilizler İstanbul’dan giderler mi?”

“Mecburen.”

“Pek güç, bak Mısır’dan gitmediler.”

“Mısır’ın arkası Sudan, İstanbul’un arkası ise Ana­dolu’dur. Anadolu’daki azim ve îmân, İngiliz’i İs­tanbul’dan kovacak bir kudrete sâhiptir.”

“Bunu nasıl anlıyorsu­nuz?”

“Bu bir histir, böyle şey­ler aklî hesaplara uymaz. Bu millet i’lâ-yı kelîmetul- lah dâvasına bin yıl fedâka- râne hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zaferler kazan­mıştır. Biz de o şehid ve gâ- zilerin evlâdiarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrum etmeyecektir. Be­nimle birlikte bütün Ana­dolu halkı, bu inancı taşı­maktadır. İnanıyoruz, o hâl­de zafer bizimdir.”

Bu ümit ve cesaretle çarpışarak Kurtuluş Savaşı­nın âbidevî şahsiyetleri arasında yerini alan Ali Rı­zâ Acara Efendi, savaş so­nunda vatanı Batum’un Ruslara terkedildiğini esef ve üzüntü ile gördü. Savaş meydanlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet’in îlâmndan sonra kendini ta- mâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yılında Anka­ra’da Rahmet-i Rahmâna kavuştu.

1)  Sanklı Mücâhidler; s.379-384

ali semerkandî; Os­manlI Devleti’nin kuruluş devrinde, Ankara’nın Çam- lıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden. 1320 (H.720) senesinde İsfe- han’da doğdu. Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer’e dayanır. Çok zekî ve pek akıllı idi. Küçük yaş­ta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi

 

ve muhtelif kıraatlere göre ; okumasını öğrendi. Genç ¿yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh /e tasavvuf ilimlerinde pek füksek derecelere kavuştu, lekke-i mükerreme, Medî- 9-i münevvere, Şam, Ku- |ös, Irak, Semerkand, imlıdere gibi pekçok bel­ilerde İslâmiyet’i, öğret- lek, emr-i mârûf nehy-i Minker yapmak, Allahü te­inin emir ve yasaklarını Udirmek için dolaştı.

Ali Semerkandî, tahsîli- tamamladıktan sonra,

Mekke-i a ıkerremeye git­ti. Kiibe i rı ııazzamada yıl­larca imâ n ık yaptı. Orada, insar la :l ! i sünnet îtikâ- dına jygı n tl ir îmân ile ya­şamalar, il âdetlerini sün- ııet-i ?e f ı ı/gun yapabil­meleri i iı ok çalıştı. Mâ­nevi bir iş lı it ile Medîne-i münevver 3 geldi. Orada Resûl ull£?l efendimizin mübâ ‘ek 1 iı jelerinde yedi sene lada 1 irbedârlık hiz­metinize d ıl ındu. Bir gün rüyâsında, Peygamber efendi niziı I erimeleri Fâtı-
mâ vâlidemizi gördü. Rü- yâda; “Yef Ali! Resûlul- lah’ın huzuruna git. Seni mânevî evlatlığa kabul bu­yuracak!” dedi. Ali Semer­kandî uyanınca, hemen Re- sûlullah’ın mübârek huzu­runa koştu. Mübârek kabri­nin karşısına geçip, diz üze­rinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan Resûlullah efendimizin; “Buyur yâ Ali!

Seni mânevî evlâdım ola­rak kabul ettim. Kıyâmete kadar bu mucizem bâkî kal­sın. Yâ Ali! Öyle bir belde­ye git ki, fakirlikleri sebe­biyle beni ziyâret edeme­yen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâ­dım olduğun için, sana ya­pılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim.” mübâ­rek sözlerini işitti. Bu sözle­ri, büyük bir zevk ile dinle­yen Ali Semerkandî hazret­leri, sevincinden ağladı ve

cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu nimetten dolayı şükür sec­desi yaptı. Anadolu’ya git­mesi gerektiğini anladı vje hemen harekete geçti. ) Ali Semerkandî, bugüh- kü Ankara’nın Çamlıderp havâlisine geldi. (Çamlıde- re’nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten veril­di.) Çamlıdere’ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Se­merkandî, oradaki insanla! rın çok fakir olduğunu gö­rerek, işâret buyurulan ye­rin burası olduğunu mâne­vî keşf ile anladı. Buradaki İnsanların irşâdı, Allahü te­lânın emirlerini bildirmek,! asaklarından sakındırmak in yıllarca çalıştı. Pekçok lebeleri oldu. İslâmiyeti ymak için çalıştı.

’ Ali Semerkandî, bir gün! da sığırları otlatırken, bir i rdun, bir öküzü öldür- j k için hazırlandığını gör- , Hemen yanlarına varıp, ,^a; “Ey kurt! Bu öküzü ^rmek için kimden izin | n?” deyince, kurt dile j p; “Ey Allahü teâlânın

sevgili kulu! Bu öküz be­nim nasîbtmdir. Allahü te- âlânuın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim.” dedi. O da; “Ey kurt! Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsıır ki, bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel.” buyurdu. Kur, peki diyerek oradan ayrık: ı Akşam durumu ökü;i n sâhibine anlattı. Fa­kat 51 cüzün sâhibi, Ali Se- mertesndî hazretlerinin bü­yüklüğünü idrâk edemi- yenleı den idî. Onun bu an­lattıklarının olamayacağını söylenerek, ertesi gün ökü­zü yire gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün ba­şına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali Semerkandî, kur­dun yanına gelip; “Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etme de, «sahibinin işine yara­sın!” cedi. Kurt, öküzü öl­dürüp, derisine zarar ver- meyecnk şekilde etini yedi. Akşam öküzün yerine deri­sinin g sidiğini göreri ökü­

 

zün sâhibi, doğruca Ali Se- merkandî’nin yanma ko­şup, durumy sordu. Hâdi­seyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî’ye, uygun olmayan sözler söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti. Kâdı, her iki tarafı din­ledikten sonra, Ali Semer­kandî hazretlerine; “Şâhi- din var mı?” diye sordu. O da; “Orada bu hâdiseyi gö­ren ağaçlar ve kayalar şâhi- dîmdir.” der demez, hâdi­senin geçtiği bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geç­miş, kâdı efendinin bulun­duğu yere doğru geliyor­du. Herkes korkudan kaç­maya başladı. Bunun üzeri­ne Ali Semerkandî hazret­leri; “Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde durun!” buyurunca, durdular. Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Se- merkandî’nin büyüklüğünü kabûl edip, onun talebele­rinden oldular.

Yaz mevsiminde, kadın­lar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzele-
yecek bir su bulamadı. Asasını yere vurarak; “Çık, yâ mübârek!” deyince, yer­den gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular, hızla meyilli arazide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başla­dılar: “Su çıkarmanın da zamânı mı? Ekinlerimiz su­lar altında kalacak…” Bu­nun yanısıra, Ali Semer- kandî’ye hakâret dolu söz­ler ettiler. O da suyun çıktı­ğı yere bakarak; “Ey mübâ­rek su! Ne çıktığın belli ol­sun, ne de aktığın!” buyur­du. Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi |Oİup hareketsiz kaldı.

O     târihlerde Osmanlf Syitahtı olan Bursa’da bir kirge âfeti oldu. Her tara- çekirge kaplamış, mah- lleri ve çiçekleri harâb et- iş idi. Bu âfetten kurtul- ı8k için, zamânın ziraatçı­mdan çâre soruldu. Yapı- bütün araştırmalardan netice alınamayınca, mlere ve velîlere haber derildi. Bu çekirge âfe- ¿en kurtulma çâresinin

Alî Stünerkandfye de ulaş­tı. Ali Se’nerk.andî hazretls- »ıyla çıkardığı dâr Bursa’ya suyu, zarar veren haşerâlıjn bulunduğu bölge e dökmelerini tenbh etti. £ jyı» Buısa’ya götür­düler. Çekirge1 âfetinin bu­lunduğu | bölgelere azar

azar döktüler, kaman içinde

kayboldu. MaHsûller, bitli­ler, çiçeldei’çel rgelerin isti­lâsında i böylece kurtuld Bir rivâ /eta götle bu su, b f kap içi de yüksek bir yere asıld;. Allajhü tıbâlânın izni ile suyun götürüldüğü yer cje sığırcık .kuşlc rı toplanıp!

bir and mahvettiler^

 

ANNELERİNİ EMMESİNLER

Bulunduğu bölgeye ilk geldiği günlerde, köylülerin sı­ğırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fakat ço­banlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî hazretleri­nin de büyüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu sı­kıntısını gören Ali Semerkandî onlara; “Sığırlarınızı otlata­bilirim. Bu işten dolayı sizden ücret talep etmiyorum.” bu­yurdu. Köylüler bu habere çok sevindiler. Köylerine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta dedi­ler ki; “Biz, sığırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak istiyoruz. Eğer buzağıların, annelerini emmeden otlamala­rını sağlarsan memnûn oluruz.” O da kabûl etti. Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya götüren Ali Se­merkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek; “Ey inekler ve buzağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız bu­zağılar, annelerini emmesin, anneler de yavrularını emzir­mesin!” dedi. Bu söz üzerine, akşama kadar inekler buza­ğılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler, inek­lerin memelerini süt ile dolu görünce hayretten şaşırıp kal­dılar. Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali Se­merkandî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun bü­yük velîler arasında yer aldığını anladılar.

 

 

 

Pâdişâh, Bursa’nın çe­kirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkan- dî’yi Bursa’ya dâvet etti. Ali Semerkandî Bursa’ya gel­diğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulun­du. Pek fazla iItifât edip, Bursa’da kalmasını arzu et­ti. Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa’da kalamıyacağını, bu ümme­tin fakir olup, Resûlullah efendimizi ziyârete gide

 

meyen insanların bulundu­ğu bölgede kalmak istedi­ğini bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulun­masını arzu etti. Ali Semer­kandî de; “Çamlıdere havâ- lisindeki tebanız çok fakir­dir. Onları, askerlik ve top­rak kirâsı mükellefiyetin­den muaf tutmanızı arzu ediyorum.” buyurdu. Pâdi­şâh derhâl bir ferman yaz­dırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bu­lunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi. O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çam- lıdere bölgesinden vergi ^alınmadı ve askere giden .Olmadı. Bütün pâdişâhlar,

O fermana riâyet ettiler. Ay- fica, “Çekirge Suyu” ismi ‘İle meşhûr olan sudan za- man zaman alınarak, çekir- îlerin zarar yaptığı bölge- :re götürüldü. Bu su; bâ­rı Çamlıdere’nin kuzeyin- Gerede’nin doğusun- , Eskipazar’ın güneyinde Ilınmaktadır.

Çamlıdere’de i ‘i Se­merkandî’nin külli! îtında bulunan hu fermân i bâzı maddeler şöylecj 1) Çamlıdere’de bı lunarı müslümarlar. Şeyh li Se­merkandî hazretlerin ı mâ­nevi evlâd!arıdır. 2) V ıe bu bölgenin halkına a: cerlik mükellefiyeti yoktıl . 3) Toprak kirasından mı ıf tu­tulacaklardır. 4) Çekin eleri yok eden Sığırcık uyu, Şeyh Ali Semerkan : ve onun mânevî evlâd rina âittir.. Bu termân, zaınairı zaman yenil snmiştir.

Ali Semsrkandî, 45t (H.862) târihinde Çan^ de- re’de vefât etti. Tüyesi Çamlıdere kabristanımı or­tasında bulunmakta, j yâ-

Çamlıdercı beldesindeki türbeni

 

ret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar. Türbesinin kapısındarf girilince tam karşıda olan büyük sandu- kalı kabir ona, etrafındaki kabirler de talebelerine âit- tir. Karaman ilinde vefât et­tiği de söyleniyorsa da o zât başkadır.

1) Esmâ-ül-MiieUifîn; c.l, s.733

2)  İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.l2, 277

3)  Sefînet-iil-Evliyâ; c.2, s.370

er sultan; Ankara velile­rinden. Hakkında kati bir bilgi yoktur. Evliya Çele­bide geçmektedir. Kabri Hallaç Mahmud Sultan Ca- mi’inin yanındadır.

Kabri, Altındağ Hallaç Mahmud Mescidi yanında bulunmaktadır.


 

gül baba; Gül Baba hak­kında pek fazla bilgi bulun­mamaktadır. Türbesi Altın­dağ’da Ahî Yakup Camimin önündedir. Ahilerden olma­sı muhtemeldir. Gül Baba hakkında bütün Ankara’lı- larca bilinen tek hikâyeye Remzi Uydum “Ankara Ev­liyaları” isimli kitabında yer vermiştir : Şöyle anlatıyor: “Gül Baba’nın varlığı 24 yıl evveline kadar bilinmiyor­du. 1961 yılında yol açma çalışmalarının sürdürüldü­ğü bir sırada, yol açma ara­cı greyder bıçaklarının belli bir noktada kalması, bütün zorlamalara rağmen bir santim dahi ilerlememesi karşısında hayrete düşen yetkililer durumu üst ma­kamlara intikal ettirirler. Za­manın Ankara Valisi ve Be­lediye Başkanı İrfan Baştuğ bizzat yol çalışmalarının ya­pılamayan bölümüne gelir. Greyder operatörü ve diğer teknik elemanların kanaat­lerince “burada bir ulu kişi var yoksa bu makine gücü durmaması lazımdır” sözle-

Gül Babanın Altındağ Ahi Yakup Camii önündeki kabri


 

rine sinirlenen İrfan Baştuğ greyderi kullanan operatö­rün yanına çıkarak hareket emrini verir. Verir vermesi­ne de yine o dev gibi alet bir santim dahi ilerliyemediğî gibi o kalın bıçakları iki bük­lüm olur. Bu durum karşı­sında çalışmaya bir kaç gün ara verilir. Daha sonra o kı­sım ortada bırakılarak iki ya­kası yol olarak açılır. Grey­der bıçağının dahi ilerleye- mediği o kısım işçiler tara­fından açıldığında insan ke­mikleri ile karşılaşılır ve Gül Baba lahyası da mezarın ‘nde bulunur . Gül Baba hyasından esinlenerek zenlemeyle birlikte etrafı vrilir ve açık türbe haline irilir. İşte o gün bugün­dür Gül Babg, Hacı Bayram- ı Velî civarıtjıa işi düşenle­rin, ziyaret içih gelenlerin zi- yaretgâhı hajine gelir. Gül Baba’nın bullunduğu yeri yol olarak aç^ıa emrini ye­ren İrfan Baştuğ’un İstan­bul’dan Ankara’ya döner­ken trafik kazasında ölmesi Gül Baba’ya karşı tutumun­dan kaynaklandığını ileri sü­renler de ölmüştür.

hacı bayramı veli;

tanbul’u, Fâtih

 

 

ram’dır. 1352 (H.’753)de Ankara ilinin Çubuk Çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-Fa- sol) köyünde doğdu. 1429 (H. 833) senesinde Anka­ra’da vefât etti. Türbesi, Hacı Bayram Câmiinin ke­narında ziyârete açıktır.

Nûmân, küçük yaşından îtibâren ilim tahsiline baş­ladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan âlimlerin dersleri­ne katılarak; tefsîr, hadîs, fı­kıh gibi din ilimlerinde ve o zamânın fen ilimlerinde ye­tişti. Ankara’da Melîke Hâ- tun’un yaptırdığı Kara Medresede müderrislik ya­parak talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayı­lan biri oldu.

İlimdeki bu üstünlüğü­ne rağmen Müderris Nû- mân’ın ruhunda bir sıkıntı vardı. O, bu sıkıntıdan an­cak bir mürşid-i kâmilin hu­zuruna varmakla kurtulabi­leceğini biliyor ve bir fırsat gözlüyordu. Nitekim bir gün dersten çıktığında ya­nına birisi geldi ve; “Ben

 

Şücâ-i Karamânî’yim. Kay- seri’den senin için geliyo­rum. Sana bir haberim ve dâvetim var.” dedi. Nû- mân, bu sözlerin sonunda kendisi için mühim bir ha­berin olduğunu anlamıştı. “Hoş geldin, safâlar getir­din. İnşâallah hayırlı haber­lerle gelmişsindir. Anlat! Anlat!” diyerek hayretle sordu. “Beni şeyhim ve mürşidim Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve; “Git Engürü’de (Ankara’da) Kara Medresede Nûmân adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi İSÖyle. Al getir. O bize ge­rek…” dedi. Ben de bu vazî- ile huzûrunuza gelmiş ulunuyorum.”

Müderris Nûmân bu söz- i dinler dinlemez; “Baş tüne, bu dâvete icâbet lâ- ıdır. Hemen gidelim.” di­sk müderrisliği bıraktı, -i Karamânî ile Kayse- gittiler. Kayseri’de So­ncu Baba diye meşhur nîdeddîn-i Velî ile bir kur- bayramında buluştular.

lîd-î Velî; “Ik i kutluyoruz.’ buyurarak, Nûmân’a Bay­ram lakabır verdi.

Hamîd-i /e»î, Mûmân ile başbaşa sohbetlere başla­yarak, onlu kısa zamanda olgunlaştı c . Zahirî ve bâ- tınî ilimlerd i yüksek dere! ce I e re k ıv j ştu rd u kta n sonra ona; Hacı Bayram! Zâhirî ilimle ii we bu ilimler­de yetişmiş ili nler i ve de­recelerini Igdraün. Bâtınî ilimleri ve bu Elimlerce yükselmiş ev liyvâys ve dere­celerini de ç Ürdün. Hangi­sini murâd acersen onu seç!” buyur u. Hacı Bay­ram da, vte’îlerin yüksek hallerini göre rek kendisini tasavvufa ve di ve bu yo – da daha yüks sk derecelere kavuşmak içh çalıştı. Ho­casının teveccühleri ile za- mânının en lüyük velîl rinden oldu.

Hacı Bayirem-ı Velî, ho cası ile hacca gitti. Hac va zîfelerini yapıktan sonrî Aksaray’a gieldi er. Oradî hocasının 1412 (H. 815) se

 

nesinde; “Halîfem, vekîlim  lebeleri gün geçtikçe ço- sensin.” emfi üzerine, bu    ğalmaya, akın akın gelme- ağır vazifeyi üzerine aldı,           ye başladılar. Kısa zaman- Aynı sene hocası vefât  da ismi her tarafta duyul- edînce, defn işleriyle meş-               du. gûl olup, cenâze namazını Bilâhare İstanbul’un kıldırdı. Aksaray’da vazîfe-                                             manevî fatihi olacak olan sini bitirdikten sonra An-    Akşemseddîn de Osman- kara’ya döndü. Ankara’da                cık’ta müderrisken şeyhin dînin emir ve yasaklarını evliyâlık derecesini duy- insanlara anlatmaya, onla-                  muş ve ona talebe olmak ra doğru yolu göstermeye,           üzere Ankara’ya gelmişti, yetiştirmeye başladı. Her    Fakat şeyhin dükkan dük- gün pekçok kimse huzûru-         kan dolaşıp para topladığı­na gelir, hasta kalplerine     nı görünce, yanına varıp şifâ bularak giderlerdi. Ta-  hikmetini sormadan “Evli-

Edime’de bulunduğu süre içinde vaaz verdiği Eski Camii


 

 

yâ para mı toplar, buralarla boşuna gelmişim.” diyerejk oradan ayrıldı. Zeynüddîh Hafî hazretlerine talebe ol­mak üzere Mısır’a doğru yola çıktı. Haleb’e vardığa gece bir rüyâ gördü. Rüyl- sında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin eşi­ğine bırakılmıştı. Zincirirjj ucu ise Hacı Bayram’ırjı elindeydi. Bu rüyâ üzerine!, Akşemseddîn yaptığı hatâ­yı anlayarak derhal Anka­ra’ya geri döndü. Şehr^t ulaştığında Hacı Bayram-f Velî’nin talebeleriyle ekiri biçmeye gittiğini öğrendi.) Tarlaya gitti. Fakat Haq ayram hazretleri ona hiçj tifat etmediler. Akşemsed- în, diğer talebelerle birlik-! ekin biçmeye başladı.: dernek vakti geldiğinde, in- inların ve orada bulunan! ipeklerin yiyecekleri ayrıl-; Hacı Bayram-ı Velî, tale-l leriyle yemek yemeye! şladı. Yine Akşemsed- ‘e hiç iltifat etmeyip, ye- i iğe çağırmadı. Akşem-

Hacı B :.ıuram-ı Veli Camii


 

şeddi ı yaptığı hatâyı bildi­ği içiı, kendi kendine;

“E / nefsim! Sen, Allahü teâlâr ın büyük bir velî ku­lunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmaz­lar. Setlin lâyık olduğun yer burasaır.” diyerek, köpek- lerder yana yöneldi.

Ha ;ı Bayram-ı Velî haz­retleri, Akşemseddîn’in bu tevâzı una dayanamaya­rak; ” (5se! Kalbimize ça­buk g rdin, yanımıza gel.”

 

,                     ALABİLİRSEN AL

Hacı Bayram:ı Velî’nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesin­den kalan hâtıra bilezik ve küpeleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî’nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâ- ret edip; “Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babam­dan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bula­madım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bıra­kıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!” di­ye münâcaat etti. Sonra çekmeceyi sandukanın kena­rına koyarak ayrıldı.

Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emâne­tini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî’ye geldi. Ziyaretini yaptıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı. Orada türbeyi bekleyen türbedâra; “Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum.” dedi. Türbedâr; “Tabii, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim.” Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî’ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü. -•

 

 

buyurup iltifat etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlar­lar.” diyerek, onun gördü­ğü rüyayı, kerâmet göste­rerek anladığını bildirdi.

Akşemseddîn bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifâ olan nasihatlarını zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî’nin tevec­cühleri altında, kısa zaman­da bütün talebe arkadaşla­rının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten ileri gitti.

Akşemseddîn’e icâzet, diploma verdiğinde, bâzıla- fi; “Efendim! Sizde yıllarca ‘kuyan talebelere hilâfet Vermediğiniz hâlde, bu ye-

i  gelen Akşemseddîn’i kı- zamanda hilâfet ile şe- flendirdiniz?” dediler, âcı Bayram-ı Velî de; “Bu ^le bir kösedir ki, bizden r ne görüp duydu ise he- în inandı. Gördüklerinin işittiklerinin hikmetini

yor, hem de belli ie câmide insanlara î nasihat ediyordu. Hacı Bayram-ı Ve- aazlarına koşuyor, âmetlerini görünce, ha çok bağlamyor- j şekilde Hacı Bay­ram rıI etrafında pekçok kimsen n toplandığını gö­ren baz hasetçiler, Pâdişâh İkinci w urâd Hana; “Sultâ­nım1 A ıkara’da Hacı Bay­ram isi “tinde biri, bir yol tüttü’¡it ık halkı başına top­lamış, Aleyhinizde bâzı sözler s üyleyip saltanatını­za k;ıs;c îdermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!” diyerek iftirâlarda bulundu­lar. Bur un üzerine sultan, durumtln tetkik edilmesi

hacı bayram-ı velî

I

için iki kişi vazifelendirip; “O kimseyi hemen gidip huzurumuza getirin. Emri­mize baş kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak ge­tirin!” emrini verdi.

Vazifeli çavuşlar, ellerin­de pâdişâhın fermânı oldu­ğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya gittiler. Şehre yaklaştıklarında ön­lerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Se­lâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsu­nuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hacı Bay­ram isminde biri, etrafına adamlar toplayıp, Pâdişâ­hımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın huzu­runa götüreceğiz.” dediler. Çavuşların bu sözünü bek­leyen ihtiyâr zât; “O aradı­ğınız Hacı Bayram bu fakir­dir.” diyerek, kendisini gös­terdi. Çavuşlar bir fermâna baktılar, bir de Hacı Bay- ram-ı Velî’ye. Aradıkları is- yâncı bu olamazdı. Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç is- yân edecek birine benzemi­yordu. Hacı Bayram-ı Ve­lî’ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirleri­ne; “Gidelim, Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu bildire­lim.” dediler.

Hacı Bayram; “Evlatlar! Sizin geleceğinizi biliyor­duk. Onun için yola çıkıp si­zi bekledik. Pâdişâhımızın fermanı başımız üzerinde­dir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir an önce buradan gidelim.” buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; “Sizi yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etme­ye hayâ ederiz. Hele zincire vurmak hiç aklımızdan geç­mez. Mâdem ki emrediyor­sunuz, buyurunuz gide­lim.” dediler.

Hacı Bayram ile yanın­daki genç talebesi Akşem- seddîn, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola ko yuldular. Hacı Bayram-ı Ve lî, yol boyunca çavuşlarla

 

 

sohbetler etti, onlara nasi­hatlerde bulundu. Günler sonra Çanakkale Boğazın­dan geçip, Edirne’ye geldi­ler. Sarayda Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkıya beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâ­mil bir velî gördü. Hayreti­ni saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancın­dan bu büyük velînin yüzü­ne bakamadan; “Yolculu­ğunuz zahmetli oldu her­halde.” dedi. Hacı Bayram-ı Velî ise tebessümle; “İyi bir vesîle oldu. Birçok yer­de ve buralarda epeyce mâneviyât âşıkları gördük Ve tanıştık.” diyerek, pâdi­şâhı rahatlattı. Sohbete başladılar. Sultan Murâd, îŞehzâdeliğinden beri ilme :k meraklıydı ve büyük âlim olarak yetişmişti, ^tcı Bayram-ı Velî konuş- kça, ilminin yüksekliğini _ha iyi anladı. Tâ Anka­’dan buraya kadar getirt­irle çok üzüldü, tanış- makia ş çok sev bâzı mü ram-: Ve cevaplat memnur sânda b verdi. Fa Velî; “Î dünyâ n yoktur. S olanlara nâzikçe r ısrar edin ihsânda t sanız, tale lete vere» muaf tutu riz.” ded memnuni^

Hacı Bayrî lerce sara’ izzet ve ikr;

Başbaş; günlerden tanbul’un f Murâd Har teâlânın izi himmet ve İstanbul’u a Rahmetli dİ Bâyezîd Haıı )u i*

 

FÂSIKLARDAN UZAKLAŞ

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’den ayrılırken kendi­sinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:

“Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp, kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ et­medikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak in­sanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu ve­ya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Se­nin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısminindir, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.

“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara gü­ven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâ- zan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibâıiannı iyi tanı ve kusuıiannı görme. Halka yumu­şak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimseye karşı bık­kınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

 

 

Fakat bir netice elde ede­medi. Devlet-i âl-i Os­man’ın toraklarının ortasın­da bir Bizans Devletinin ol ­masına hiç gönlüm râzı de­ğil. Sevgili Peygamberimi­zin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bu­nu almak için de himmeti­nizi, yardımınızı bekliyo­rum.” dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bay- ram-ı Velî derin bir tefekkü­re dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu: “Sultânım! Bu şehrin alını­şını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstan­bul’u almak, şu beşikte ya­tan Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir.” müjdesini verdi. Sonra geleceğin Fâtih’ini kucağına aldı. Onun gözle­rine bakarak, uzun uzun te­veccühlerde bulundu. Sul­tan Murâd Han, bu müjde­ye çok sevindi. Oğlu şehzâ- de Muhammed’e ve Ak­şemseddîn’e artık başka biı naza” ile bakmaya başladı.

Hacı Bayram-ı Velî haz­retleri Eoirne’de bulunduğu müddet İçinde, câmilerde vaaz veıip, halka nasihat­lerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi camide nasihat ede­ceğini Öğrenip, oraya akın akın gide ilerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu, Fakat Hacı Bay­ram-; Ve î, Ankara’ya tale­belerinin başına dönüp, on­ları yetiştirmeye devâm et­mek istediğini bildirdi.

Pâdişiıha nasihatlerde bulunduktan ve onunla ve- dâlaştıktan sonra yola ko­yuldu. Önce Gelibolu’ya geldi. Orana Yazıcızâde Alı­rı ec Bîcân ve Muhammed Elîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet onları yetiştir­mek için orada kaldı. Onla­rın Bayratniyye yoluna gi­rerek, tasavvufta ilerleme­lerine sebeb oldu. Muham­med Efendi, yazdığı Mu- hammedi^ye’yi hocası Ha­

-ı Velî’ye takdim

 

Türbe, AnkaralIların en çok uğradığı Ziyaretgâh mahallerin- dendir.


 

ettiğinde; “Ey Muham­medi Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye et­mek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?” buyurduğunda, Muhammed Bîcân bir “Âhhl” çekti ki, o anda kita­bın açık olan sahifeleri “Âhh” ateşinden kararıp simsiyah oldu. Hacı Bay- ram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerlet­mekle görevlendirdi.

Hacı Bayram-ı Velî, An­kara’ya Sultan Murâd Hanın verdiği fermânla geldi. Fer­manda, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgûl olma­ları için, onların vergi ve as­kerlikten muâf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pekçok kişi, vergi ve asker­likten kurtulmak için Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söylemeye başla­dı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara’nın mâlî ve aske­rî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram-ı Ve- lî’den talebelerinin bir liste­sini istemek zorunda kaldı.

Hacı Bayram-ı Velî de, Ankara’nın Kanlıgöl mevki­inde bir çadır kurdu ve; “Bi­ze intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın.” diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; “Derviş­lerim, müridleriml Bana in-

 

 

tisâb eden talebelerimi bu­gün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra gir­sin.” buyurdu. Bütün tale­beleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görü­nenler; “Bu ne biçim mür­şit; bu nasıl müritlik.” diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline kes­kin bir bıçak ile çadırın kapı­sında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içi­ne girdiler. Arkalarından Ha­cı Bayram-ı Velî de girdi. Da­ha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti.

; Kırmızı bir kan, çadırdan dı- işarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; “Anladık ki, bu kadar :lebemiz varmış. Bunlar- ;n başka herkes, vergi ver- ek ve askerlik yapmak sû- Siyle, devlete olan borcu- U ödemelidir.” buyurdu.

oruna İpe aynjıak içlin irinle ve srkese, Âli» •mirlerin; ndan kaçınmanın ığunu anlam. Ha- veıiâ ve tak’jiâ üze­ni s rdan şiiddetle iphleli kokusuyla rın I fazlasın! terk

 

Türbenin dış kapısı, Etnoğrafya Müzesinde teşhir edilmektedir.


 

ve Bıçakçı Ömer Efendi de- vâm ettirdiler.

Türbelerin kapatılma ka­rarı çıktıktan sonra, her ye­re olduğu gibi Hacı Bay- ram-ı Velî hazretlerinin tür­besine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin türbenin önünden geçenler kilidi kı­rılmış, kapıyı da ardına ka­dar açık gördüler. Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; “Böyle şey olmaz, bu kapıyı elbette bir açan var.” de­miş. Sonra bunun için iki polis vazifelendirmiş ve; “Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa, hemen yakala­yın.” diye de emir vermişti.

Polisler aldıkları bu emir gereğince, hazret-i Şeyh’in türbesi önünde sabah ezâ- nı okununcaya kadar bekle­mişler. Sabah vakti aniden kilidin çıkardığı “Çat” sesi ile irkilmişler. İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bay- ram-ı Velî hazretlerinin te­bessüm ederek kendilerine baktığını görmüşler. Türbe­yi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan düşüp bayılır­ken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse kapıda nöbet tut­maya cesâret edememiştir.

Hacı Bayram-ı Velî’nin, Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendiden başka ha­lîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâ- de Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bed- reddîn, Hızır Dede, Akbıyık

 

Sultan, Muhammed Uftâ- de hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah Efendi)dir.

Hacı Bayram-ı Velî’nin talebelerine nasihatlerin­den bâzdan şunlardır:

“İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çar­şı ve pazarlarda sık sık bu­lunmayınız.”

“Hiddet ve kin, hakîkat- leri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daral­tır, yanıltır.”

“Allahü teâlâya isyân yolunda, hiçbir kimseye yardım etmeyiniz.”

“Küçük çocukları sevi­niz, başlarını okşayınız. On­ları sevindiriniz ki, Pey­gamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız.”

“Çarşıda ve câmi avlu­sunda bir şey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbâbının dükkânla- inda uzun müddet otur- .ayınız.”

“Hiçbir günâhı küçüm- iemeyin, çok çalışın. Boş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


miştir. Tasavvuf yolunda nefsi tanımanın ve itâat al­tına almanın şart olduğunu bildiren Hacı Bayram-ı Velî hazretleri bu hususta şu şi­iri söylemiştir:

Bilmek istersen seni,

Câtı içinde ara canı.

Geç canından bul ânı,

Sen seni bil, sen seni.

Kim bildi ef âlini,

Ol bildi sıfatını,

Anda gördü zâtını,

Sen seni bil, sen seni.

Görünen sıfatındır,

O’nu gören zâtındır,

Gayri ne hacetindir,

Sen seni bil, sen seni.

Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstagrak oldu,

Tevhîd-i zâtı buldu,

Sen seni bil, sen seni.

Bayram özünü bildi,

Bileni anda buldu,

Bulan ol kendi oldu,

Sen seni bil, sen seni.

1)   Ş»Myıfc-ı Nu’mânyye Tercümesi; s.77

2) Nefehât-ül-Üns; s.684

3)  Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Bas h) s. 1080

4) Rehber Ansiklopedisi; c.7, s.7

5) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî

6) Tâc-üt-Temrih; c.2, s.428

7) Osrnnlı Müellifleri; c.l, s.56

8)  Menâktb-ı Melâmiyye-i Şûttariyye; s. 5-7

9) Silsile-i Celvetî; s.75

10) Tıbyânü’l-Vesiil; c.l, s.174

11) Sefînetü’l-Evliyâ; cl, s,256

12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s39

hallaç mahmud efen­di; Hacı Bayram-ı Veli’nin hocalarından. Ulus’ta bulu­nan eski ismiyle Hallaç Mahmud mahallesindeki 1545 (H. 952) senesinde

Hallaç Mahmud Efendi’nin kendi adıyla anılan cami yanında bu­lunan kabri


 

 

hü$eyîn gıazi; Battal Ga­zinin 1 abesi. Bir çok vila­yette c ■ çek türbe ona nis- bet ejd Yr ektedir. Bunlar­dan biri de] Ankara Kara- pürçelj: lcöyı|nün batısında Hüseyiî Gajki Dağındadır. Tekke

k iürbeye bakım ya­

pılmışı

 

 

 

Hallaç Mahmud adına yap­tırılmış olduğu bilinen ca­minin yanındaki türbede medfundur. Hacı Bayram, hocasının türbesinin önün­den geçerken hocasına saygısından ayakkabılarını çıkardığı bildirilmektedir.

hüsameddin ankaravi;

Ankara velilerinden. Hü- sam-ı Ankaravi diye de ta­nınır. Bayrami Melamiler- ı Ahmed Sarban’ın hali­cidir. 12 sene halifelikten ;nra şeyh oldu. 1556 (H. i) senesinde vefat etmiş- Haymana’da Kutlu kö- }nde kendi adını taşıyan linin içinde gömülüdür, ¡misinin yanında zaviyesi : vardır.

karyağ :1ı hatun; Anka­ra’da on beşinci yüzyılın or- talanhdfe yaşamış olan ha­nım veli, Tjürkpsi Ankara’da şimdiki Opera Meydanı adıyla an lan meydandadır. Türbede bir <Se kitabe var; Ah! vave /lâ ki cellâd felek Hâke samlı bullgüli nazikleri Cennetinden kabrine rev- zenler aç Rahmin ile bula daim rtkjm, Erdi hâtiften de anın terihi Çilvegâhı ola


cennet cıülseni



Karyağdı Ma^u/i’ı/lı türbe giriş kapısındaki k’teıbe 1


 

 

Karyag*«»                                „IMBrt 154


 

 

lalveti, ümmi

 

 

 

 

Esas ismi bilinmemek­tedir. Karyağdı Hatunun ni­çin bu ismi aldığına dair halk arasında şöyle bir hi­kaye anlatılır. Karyağdı Ha­tun hamile iken canı Ağus­tos ayında iken kar yemek ister. Fakat bu o ayda müm­kün değildir. Karyağdı ha­tun bu kar yeme isteğine dayanamaz bir gece ağacın dibinde dua eder. Ve lapa lapa kar yağmaya başlar. Kadıncağız sabaha kadar kar yer. Ancak yediği kar­dan hastalanarak vefat eder. Bu sebeple Kendisine karyağdı Hatun denilir. Tür­besini bilhassa genç kızlar ziyaret ederfer.

veti, ümmi;

ı          #         —– -7

Somuncu Baba’nın talebe­lerinden. komüncü Ba­ha’dan sorlra Hacı Bay- ram’a bağla Jımıştır.

Kemal Ümmi Somuncu Baha’nın ölümünden son

¡idler gibi Hacı bağlanmıştır.

Böylece majnevi eğitimini tamamlamışfır.

 

 

 

Kemal Halveti, Hacı Bayram’ı medh ettiği biı le demektedir:

Devranıdır sürülen Sultan Hacı Bayram’ın ;Nevbetidir urulan Sultan Hacı Bayram’m ; Ravzasından nur çıkar Arşa dek ayan agar Gözü açıklar görür Sultan Hacı Bayram’ın iiç Gümanın olmasın duası makbul ola “inin evladının sultan Hacı Bayram’ın

i peygamber gibi ölmüşleri dirgirür tişecek cezbesi Sultan Hacı Bayram’ın % Şey Hamid ana olsun Önden sonu gür rdür önünden sonu Sultan Hacı Bayram’ın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Esas ismi bilinmemek­tedir. Karyağdı Hatunun ni­çin bu ismi aldığına dair halk arasında şöyle bir hi­kaye anlatılır. Karyağdı Ha­tun hamile iken canı Ağus­tos ayında iken kar yemek ister. Fakat bu o ayda müm­kün değildir. Karyağdı ha­tun bu kar yeme isteğine dayanamaz bir gece ağacın dibinde dua eder. Ve lapa lapa kar yağmaya başlar. Kadıncağız sabaha kadar kar yer. Ancak yediği kar­dan hastalanarak vefat eder. Bu sebeple Kendisine karyağdı Hatun denilir. Tür­besini bilhassa genç kızlar ziyaret ederler.

kemal halveti, ümmi;

Somuncu Baba’nın talebe­lerinden. Somuncu Ba­ha’dan sonra Hacı Bay- ram’a bağlanmıştır.

Kemal Ümmi Somuncu Baba’nın ölümünden son­ra diğer müridler gibi Hacı Bayram’a bağlanmıştır. Böylece manevi eğitimini tamamlamıştır.

 

 

 

Kemal Halveti, Hacı Bayram’ı medh ettiği bir şiirinde şöy­le demektedir:

Devranıdır sürülen Sultan Hacı Bay ram’ın Nevbetidir urulan Sultan Hacı Bayram ’ın Ravzasmdan nur çıkar Arşa dek ayan agar Gözü açıklar görür Sultan Hacı Bayram’ın Hiç Gümanın olmasın duası makbul ola Alinin evladının sultan Hacı Bayram’ın İsa peygamber gibi ölmüşleri dirgirür Yetişecek cezbesi Sultan Hacı Bayram’m Didi Şey Hamid ana olsun Önden sonu gür Gürdür önünden sonu Sultan Hacı Bayram’ın. t

 

kırmızı ebe

 

 

 

 

Bi Muhammedi yoludur yo Anın içün oldular kulı Hacı

Bir evliya eydûf hana derk

öyle demektedir.

t/ Hkcı Bayram’ın Bayram’ın

en Hacı Bayram’a sen

 

 

 

 

 

 

 

 

 


mezarı da Universite- M ve R salonlarına ini-

156
şeyh taceddin sultan

 

 

 

Günümüze kadar ulaşamayan Kul Derviş mescidi

 

 

len merdivenlerin sağındaki pencerelerin baktığı çemen- likte kalmıştır. Halk arasında pek çok menkıbeleri anlatı- İagelen Kul Derviş’in bazı şi­irlerine Milli Kütüphanedeki Cönklerde tesadüf edilmek­tedir. Mezarı ise özellikle ço­cukların ziyaret ettiği müte­vazı bir kabirdir.

tezveren sultan; Anka­ra velilerinden. Hayatı hak­kında bilgi yoktur.

Tezveren Sultan kabri

 

 

tıybi mehmed efendi;

Ankara velilerinden. Hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Bu konuda tek kaynak olan Sahhaflar Şeyhizade Es’ad Efendinin Bahçe-i safa en- düz’nde Tiybi’nin birinci Sultan Mahmud’un salta­natının son yıllarında vefat ettiği ve Ankara’da medfun olduğu yazılıdır. Tıybi Meh­med Efendi’nin soyu Tiyb- ler diye anılarak günümüze kadar devam etmiştir. Aile­nin oturduğu ev Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesinin inşası sırasında kamulaştı- rılarak yıkılmıştır.

şeyh taceddin sultan;

Ankara velilerinden. Adı İb­rahim’dir. Kayserili Taced- din-i Veli’nin soyundandır. 17. yüzyılda Bursa’dan An­kara’ya gelmiştir. Hama- mönü’nde Celveti dergahı kurmuştur. Halk arasında anlatılan kerametleri var­dır. Bir gün Padişah asker­lerini Taceddin Dergahına göndererek O’nu huzuruna getirmelerini ister. Askerler

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*