Seneler önce tanıştığım sevimli bir ihtiyar vardı. Ayak üstü sohbetlerimizde mutlaka bir şeyler vermeye çalışırdı. Bir gün notlarımı karıştırırken, ondan aldığım şu dörtlüğe rastladım: “Gafil olma insanoğlu Seyir eyle sağı solu Her canlının toprak sonu Ölümünden şüphen mi var?” Şu dünyadan bir iz bırakmadan bomboş giden de var, bir söz ile bir fikre saksılık eden de…
Bu farklılık nedendir acaba? Niye hepimiz aynı hâl üzere olamıyoruz? Uzayıp giden soruların bir cevabı da, insanın misafir olduğunun unutulması olsa gerek… Hem de vazifesi çok bir misafir…
Misafir, gitmeye gelendir. O halde dünya insan için bir durak! Sonsuzluğun yanında küçük bir parantez… Bir şeydir ama herşey değildir. Bir tarladır belki. Herkes kabiliyetine göre burada ne ekmişse, yarın onu biçecektir. Böyle tanır, böyle bilirsek ölümü; çekirdeğimizi çürütmez, yarının baharına bir gül de biz taşımış oluruz…
Her çiçek gül değildir. O sahtelerinden kokusuyla ayrılır. İnsan da böyle. İsmiyle, cismiyle insan olmak yetmiyor. Hangi silinmez izi bırakmış, hangi hayırlı hizmetin ucundan tutmuş isek, kıymetimizi o tayin ediyor.
Ey çekirdeğini çürütenler! Bir gün olur, suç sizde derler.
Karanlıkta kalaydınız, bahara çıkacaktınız… Toprağın gecesine yaslanan güller gibi, çok geçmeden güneşe gülecektiniz… Endişeniz neydi! Kaybolmak mı, yok olmak mı? Hangi gece var ki, sabahı olmamış? Hangi bahar var ki, gül kokmamış?..
Bu perdenin arkası da var… Yağmur, fırtına ve kar… Hemen ardından bahar. Zahmetleri rahmetler takip ediyor.
“…Ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibariyle saadetlerdir.
Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felaketlerin neticesidir. Meselâ; Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yolu ile nâil olmuştur. Ve keza rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahut tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”
Gelgelelim insan kendini aldatıyor. Karanlıkta iken aydınlıkta zannediyor. Gözünün eşyayı zor seçebildiği bir âleme aydınlık diyor. Günahlar ve gaflet ile örülen kalın bir duvar, öte âlemin nurlarına mâni oluyor. Bir tövbe etse, karadan aka geçse, gaflet perdesini yırtsa, hemen yanıbaşında ışığını bulacak ve dünyanın bütün şaşaasına rağmen, âhirete nisbeten bir zindan hükmünde olduğunu görecek ve
Gül
belki de bunca inadına gülecek…
Evet biz bir misafiriz. Karanlıktan aydınlığa…
Şimdiye kadar hep öyle olmadı mı? Hangisine geri dönmek istersiniz, ruhlar âlemine mi, anne karnına mı? Hiçbirisine. .. Öyle ise yola devam. Bu yol topraktan ve kabirden geçse de korku yok. Çünkü bir getiren var. Getiren götürüyor. Ve bu âciz misafirini huzuruna davet ediyor. Ne çare ki güzergâh böyle… Herşey payına düşeni alacak. Rüzgâr sesimizi, güneş gölgemizi, toprak bedenimizi; ama ruhumuz ebedî. İşte mühim olan da bu. En kıymetli malımız o değil mi? Onu bu davetin bir çiçeği, bir hediyesi olarak Rabbimize, yani verene götürüyoruz. Ölmemek için ölüyoruz. Hangi davete eli boş gidilir? Ahi-ret gibi saadete, cennet gibi bir davete, böyle bir hediye gerekir. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) “Ölüm, kulun canını Rabbine hediye
etmesidir” buyurmuyor mu?
Al Rabbim emanetini, verdiğin günkü gibi lekesiz olsun. Benim baharımın hediyesi de bu, yeter ki gül koksun.